Türkiye ile Çin; bu iki büyük Asya devleti tarihin sayfalarını kökleriyle sarsarken bir yandan da birbirlerinin başarılarından ilham almış. Çinli milliyetçi lider Sun Yat-sen’in Üç Halk İlkesi ile Atatürk’ün Altı Ok programının aynı “demokratik” değerleri savunduğunu öne sürmek her iki ülkenin de kendi halklarını modernleştirme yarışına çıktıkları faraziyesine dayanıyor.
Çin’deki ilerici aydınlar Anadolu’nun zaferini alkışlıyor. Lakin görünen o ki bu dostlukların kâğıt üzerinde kalmaması için 1923-1949 arası ilişkilerin derinlemesine araştırılması gerekiyor.
Türkiye-Çin ilişkileri: Uzun süren bir tanışma hikâyesi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra dış politikada diplomatik ilişkiler geliştirme çabaları kapsamında Türkiye ile Çin arasında diplomatik ilişkiler kurma girişimleri başlamış. İlk temas 1925’te Türkiye’nin Belçika Büyükelçiliği aracılığıyla gerçekleşmiş. 1926’da iki ülke arasında ticaret anlaşması müzakereleri başlasa da çeşitli anlaşmazlıklar sebebiyle süreç uzamış. 1929’da Türkiye, Çin’de ilk diplomatik temsilcisini atamış, ancak bu süreçte çeşitli zorluklar yaşanmış.
1934’te dört maddelik bir dostluk antlaşması imzalanmış ve diplomatik ilişkiler güçlenmiş. Bu antlaşma ile iki ülke arasında ekonomik ve kültürel etkileşimler artmış. Türkiye’nin modernleşme süreci Çin’de ilgi uyandırmış ve Atatürk’ün devrimleri Çinli diplomatlar tarafından büyük ilgiyle incelenmiş.
1943 yılında ilişkiler büyükelçilik seviyesine yükseltilmiş ve savaş sonrası dönemde de diplomatik temaslar devam etmiş. Çin basınında Türk devrimine ve Atatürk’e duyulan ilgi dönemin en önemli konularından biri olmuş. Ancak Çin’deki iç savaş ve yönetim değişiklikleri sebebiyle diplomatik ilişkilerde kesintiler yaşanmış.
1925’ten 1949’a kadar Türkiye ile Çin arasında süregelen diplomatik ilişkiler tam bir yakınlaşma ve uzaklaşma dansı gibi. Türkiye, Çin’e dostluk elini uzatıp duruyor ama Çin bu elin hangi şartlarda uzatıldığını anlamaya çalışırken Türkiye’nin Sincanlı Müslümanlar üzerinden güç kazanmasından korkuyor. Üstelik bu iki ülke barış ve diplomasi adına sürekli olarak birbirlerinin büyükelçilerini tanımamakta direniyor ve nihayetinde 9 yıl süren müzakereler sonunda 4 maddelik kısacık bir dostluk antlaşması imzalanıyor.
Anlaşılan o ki Çin ile Türkiye birbirlerinin modernleşme ve kalkınma hikâyelerine büyük hayranlık duyarken bu hayranlığın sınırlarını bir türlü aşamıyor. Çinli diplomatlar Türkiye’nin emperyalizme karşı duruşuna methiyeler düzerken Atatürk’ün devrimlerinden ders almayı planladıklarını söylüyorlar. Ne var ki bu derin öğrenme arzusu bir türlü müşahhas adımlara dönüşemiyor ve her iki taraf da birbiriyle dost olmaktan çok birbirleri için eski bir tanıdık olarak kalmanın ötesine geçemiyor.
Kısacası bu süreçte iki ülke arasında sık sık elçiler gelip gidiyor, gazetelere demeçler veriliyor, diplomatik oyunlar oynanıyor ama bütün bu çabalar koca bir yerinde sayma hikâyesi olarak tarihe geçiyor. Dostluk antlaşması diyerek imzalanan belge ise iki ülkenin birbirlerine olan diplomatik güven eksikliğini zar zor örtmeye çalışan ince bir diplomatik perde olmuş.
Hu Hanmin’in Çin siyasetindeki efsanevi koşusu
Hu Hanmin 1920’lerin sonlarında milliyetçi hükümetin kontrolü için Çan Kay Şek ile rekabet eden Çinli bir lider. Hu, Japonya’da eğitim görüp 1905’te Sun Yat-sen’in gözüne giriyor, devrimci örgüt Tongmenhui’ye katılıyor ve kısa sürede partinin önde gelen polemikçilerinden ve Sun’un en önemli yardımcılarından biri oluyor.
1911-12 Çin Devrimi’nden sonra Sun cumhuriyetin geçici başkanı olunca Hu onun baş sekreterliğine kadar yükseliyor. Ne yazık ki bu büyük başarı hikâyesi Yuan Shikai sahneye çıkıp eski devrimcileri temizlemeye karar verince kısa kesiliyor. 1913’te Yuan Shikai, Tongmenghui’ye bağlı olanlara karşı bir kampanya başlatınca Sun ile Hu ülkeden kaçmak zorunda kalıyor. Sun iktidarı yeniden ele geçirmek için Milliyetçi Parti’yi kuruyor ve Hu’yu yeniden üst düzey yardımcısı yapıyor. 1923’e gelindiğinde milliyetçiler Çin Komünist Partisi ile ittifak yaparak Güney Çin’deki Guangzhou bölgesini kontrol altına alıyor.
Hu her seferinde siyasi bir labirentin içinde kaybolmuş gibi. Sun Yat-sen’in 1925’teki ölümünden sonra Hu yeni hükümetin liderliği için önemli bir aday oluyor. 1927’de sağ kanadın başkanı olarak Nankin’de kurulan hükümetin başkanı seçiliyor, ancak dört ay sonra Çan Kay Şek politik satranç tahtasında Hu’yu şah mat ediyor ve sol kanat komünist üyelerini tasfiye edip sağ kanatla birleşince Hu istifa etmek zorunda kalıyor. Bu sefer Eylül 1928’de Hu hükümetin beş ana organından biri olan Yasama Yuanı’nın başkanlık koltuğuna oturuyor. Yine de anayasanın ilanını konusunda inat edince Çan ile arasında çatışma çıkıyor ve 1931’de hapse düşüyor. Bu olay Milliyetçi Parti içinde büyük bir isyana yol açıyor ve Hu serbest bırakılıyor.
Kısacası Hu pek çok kez sahneye çıkıp alkış toplayamadan perde arkasına çekiliyor ve sonunda 56 yaşında felç geçirerek hayatını kaybediyor.
Modernleşme yolunda Çin’in ilham arayışı
Çin’in entelektüel kesimi modernleşme sürecinde dünya genelindeki örnekleri inceledikten sonra aralarındaki benzerlikler sebebiyle Türkiye modelinin kendileri için en uygun seçenek olduğuna karar veriyor. Çinli yönetici elitler Türkiye’nin elde ettiği başarıyı kendi ülkelerinde de tekrarlamak amacıyla Türkiye’yi mercek altına alıyor.
Bu doğrultuda 20. yüzyılın ilk yarısında Çinli düşünür ve gezginler Türkiye Cumhuriyeti’ni ziyaret ediyor, İstanbul ve Anadolu’yu dolaşarak raporluyor. 1928’de Hu Hanmin, sonradan Çin Başbakanı olan Maliye Bakanı Sun Fo, Bakan Wu Chaoshu ve Fu Bingchang gibi Kuomintang temsilcileriyle birlikte Hindistan, İran, Mısır, Türkiye, Fransa, Almanya ve İngiltere’yi kapsayan bir dizi ziyarette bulunuyor. Hu bu ziyaretlerin amacını Çin’e model oluşturabilecek ülkelerin siyasi ve ekonomik gelişimlerini incelemek ve Batılılarla yapılmış haksız anlaşmaların feshedilmesini sağlamak olarak açıklıyor.
Hu Hanmin’in Türkiye ziyareti ve gözlemleri
Hu Hanmin’in günlüğüne göre heyet 15 Mart’ta İstanbul’a ayak basar basmaz neredeyse tüm şehir onları karşılamaya gelmiş gibi görünüyor: Ordu komutanı, Dışişleri Bakanlığı özel temsilcisi ve CHP’nin İstanbul şubesi üyeleri. İlk durakları elbette o dönemin elitlerinin gözdesi olan Tokatlıyan Oteli. Burada da pek vakit kaybetmeyip Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile görüşüyorlar. İstanbul’un klasik turistik mekânlarını da es geçmiyorlar; turist kafilesi gibi iki cami, Yerebatan Sarnıcı ve askeri müzeyi ziyaret ediyorlar.
Ancak asıl aksiyon 20 Mart’ta başkent Ankara’ya vardıklarında başlıyor. Meclis turu yapılıyor, ardından Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı ve Ticaret Bakanı ile buluşuluyor. Bu buluşmanın en çarpıcı kısmı müsteşarın din derslerinin okullarda gelecekteki konumunu tartışırken adeta büyük bir felsefi dönüşümü anlatır gibi din derslerinin kaldırılacağını ilan etmesi.
Anlaşılan o ki heyet hem turistik hem diplomatik olarak dolu dolu bir ziyaret gerçekleştirmiş.
Hu Hanmin, Türk devriminin sonucunda ortaya çıkan siyasi modeli büyük bir takdirle karşılıyor. Parti ve hükümet sisteminin bir olması Hu’nun kendi parti yönetimi anlayışıyla örtüşüyor. Ayrıca Atatürk’ün devrimden sonra geri çekilip dinlenmesi ve tüm siyasi meselelerin hallini İsmet İnönü’ye bırakmasını da övüyor ve adeta bir ustalık hamlesi olarak görüyor. Bu rüya takım modeline hayran kalmış. Bu siyasi yapı Hu’nun hayalindeki modele oldukça uygun. Hu, Türkiye’nin bu noktaya ulaşmasından övgüyle bahsediyor.
“Milliyetçilik, İslam’ın yerini alabilir mi?”
Hu Hanmin’in 1928’de Türkiye’yi ziyareti sırasında yaptığı gözlemler genç Türkiye Cumhuriyeti’ne dair derin bir ilgi ve şaşkınlıkla dolu. O dönemde Türkiye’nin milliyetçilik ilkesine sıkı sıkıya sarılması Hu’nun dikkatini çekiyor, hatta İslam’ın yerini alıp alamayacağına dair endişelerini dile getiriyor. Hu’nun tespitlerine göre Türkiye ulus inşası sürecinde demokrasi ve halkın refahına fazla önem vermiyor, önceliği milliyetçiliğe ve ekonomik bağımsızlığa veriyor. Hu, Türkiye’nin yabancı sermaye üzerindeki sıkı denetimini de övgüyle karşılıyor ama bu milliyetçi yaklaşımın uzun vadede halkın geçimini garanti altına alıp almayacağından şüpheleniyor. Türk halkının, kendisini anlayamadığını, milliyetçilik sisleri arasında kaybolmuş göründüğünü düşünüyor.
Hu şöyle diyor:
“Türkiye yeni kurulan bir devlet, Avrupa’da gözlemlerim esnasında özellikle Türkiye’ye geçip incelemelerde bulundum. Kabul etmeli ki bu üstünkörü bir incelemeydi, onların gerçek ahvalini tam net olarak göremedim, fakat hızlıca bir bakışla duyduklarım, gördüklerim bende çok fazla etki bıraktı. Benim yeni kurulan Türkiye’nin ulus inşası temeline yönelik iki sorum vardı. Milli Eğitim Bakanı (Adana Milletvekili İsmail Safa) ile görüşmem esnasında bu iki hususu kendilerine sordum. İlk sorduğum husus şu idi: ‘Türkiye şu an hâlihazırda İslamiyet’i istemiyor, tek başına milliyetçilik ilkesi İslamiyet’in yerini aldı, fakat bu tür bir milliyetçilik ilkesi tam olarak İslam inancının yerini alabilir mi?’ Sorduğum ikinci husus ise şuydu: ‘Şu an Türkiye’de ulusçuluk ilkesi doğrultusunda ulus inşası gerçekleştiriliyor, Türkiye’nin yeni bir devlet kurabilmesi ulusçuların çok olmasından gücünü alıyor, fakat demokrasi ve halkın esenliği ilkelerine çok dikkat edilmiyor, gelecekte büyük bir başarı elde ettikten sonra daha da çok çalışmalı mı?’ Birinci hususa cevaben o: ‘Kimileri diyor ki ‘Biz İslamiyet’i istemiyoruz, çünkü İslam artık yetersiz kalıyor’, kimileri de diyor ki ‘İslam’ın maneviyatı çok kuvvetli, Türkiye’nin devlet oluşturmadaki ruhu büyük ölçüde İslamiyet’ten geliyor.’ Aslında işin özüne baktığımızda bu söylemleri delil olarak görmek çok yerinde olmaz. Önceki tüm savaşlar arasında en cüretkâr olanlar gayrimüslimlerdir, Müslümanlar değil’ dedi.”
Hu Hanmin bu cevaplar üzerine bu konudaki şüphelerini dile getiriyor:
“Bu tür sözlerin gerçekte de sebepleri vardır, fakat ben İslami ruhun Türkiye’nin ihyasına güç verdiğini düşünüyorum, İslamiyet’in ruhu bir kalemde silinemez. Müslümanlar bir elinde keskin kılıç, bir elinde Kur’an tutan yüce bir ruha sahiptir. Eski dönemde Müslümanlar devletin teşekkülü işlerinde yardım etti, bunların hepsi bu tür bir ruha dayanıyor. Bu ruh Türk insanının kanında vardır. Böylesi bir iç karışıklık ve dış saldırıların olduğu bir dönemde bu, en yeni, en ilerici ülkeyi ihya etme ruhuna dönüştü. Bunun sebebini bilmiyorlar, dolayısıyla bu eylemi farkında olmadan yapıyorlar, böyle insanı şaşırtacak bir başarı elde ettiklerinde bunun bütünüyle milliyetçilik ilkesinin ruhundan ilham alındığını sanıyorlardı. Lu Dağı’nın üzerindeyken Lu Dağı’nın gerçek şeklini bilemem, olaylar içindeyken kişi gerçekleri fark edemiyor. Türk insanı kendisini anlamıyor, biz yabancılar bir bakışta anlayabiliyoruz.”
Hu Hanmin devam ediyor:
“İkinci hususun cevabına yönelik: ‘Biz ülke kurduğumuz ilk dönemlerde elbette milliyetçilik ilkesi üzerine eğiliyorduk, bunun sonrasında ancak güçlü bir ulus devleti kurabildik, yani bunlar demokrasi ve halkın esenliği ilkelerini kapsamayan alanlardır. Sadece halkın geçim sorununu ele alırsak Türk işçiler çok az sayıda, makine sanayiinde çalışan işçi yok diyebiliriz, çiftçiler de böyle, bu sebeple Komünist Parti, Türkiye’de bir ayaklanma oluşturamıyor. Şu an halkın esenliği meselesinin çözümünde dağıtıma odaklanılmamış, üretime dikkat edilmiştir. Bizim yeni kurulan hükümetin en çok önemsediği ve sıkı önlemler aldığı konu emperyalizmin ekonomik sömürüsüdür. Türkiye’de ticarethane açan tüm yabancılara sadece işletmelerin müdürünün yabancı olması konusunda izin veriliyor, hesap kitap işlerine bakan tezgâhtarın tümünde Türk işçiler kullanılıyor. Türkiye’de ticaret yapan yabancılar bu tür emirlere uymak zorundalar, bu yöntemle Türkiye’nin ivedilikle ülkeyi ihya etme yolunu oluşturabilmesinin sebebinin onların, hedeflerini ve kabiliyetlerini net olarak belirleyip çok güçlü bir şekilde milliyetçilik ilkesi üzerine toplamaları olduğunu bilebiliyoruz. Onun başarısı, sırf onun milliyetçilik ilkesi gücünden gelmektedir. Onun kusurlarına gelince yine milliyetçilik ilkesine eğilinip demokrasi ve halkın geçimi meselesinin çözümü için yine bu ilke benimsenerek sadece yabancıların ticari –ekonomik istilası yasaklanıyor. Böylece Türkiye milliyetçilik doğrultusunda ülkeyi kalkındırdıktan sonra demokrasi ve halkın geçiminin çözümü için daha pek çok çaba sarf edecektir, ancak böylelikle Türkiye siyaseti mükemmel bir noktaya ulaşabilir.”
“Mustafa Kemal hiçbir işe karışmıyor”
Hu Hanmin’in Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti üzerine yaptığı yorumlar genç cumhuriyetin liderlerine olan hayranlığını ve gözlemlerini yansıtıyor. Mustafa Kemal’in hasta olduğu için işlere pek karışmadığını ve tebdil-i kıyafet gezdiğini dile getiriyor. Atatürk’ü bulmak zormuş. Halk “O bizim yegâne kahramanımız, bırakalım da gezsin” diyormuş. Tabii İsmet Paşa’nın varlığı durumu kurtarmış. Ayrıca İsmet Paşa’nın rolünü ve Lozan Konferansı’ndaki başarısını övüyor. Hu’nun gözünde İsmet Paşa, Avrupalıları konferans salonunda şoke eden bir dışişleri efsanesi gibi görünüyor. Görüşmede İsmet Paşa başarıyı şahsi bir zafer olarak görmek yerine milletin gücüne bağlıyor. Paşa komite sistemine dair şüphelerini açıkça dile getiriyor. Paşanın daha otoriter bir liderlik anlayışını benimsediği görülüyor.
Hu Hanmin şöyle diyor:
“Herkesin bildiği üzere Mustafa Kemal yeni Türkiye’nin kuruluşunun kahramanı, öncüsüdür. Ondan bahsetmişken bize oldukça ilginç geldi. O iki yıldır hiçbir işe karışmıyor, çünkü hasta, son derece yoğun bir iş temposuna ayak uyduramıyor, bu sebeple ülkenin dört bir yanında tebdil-i kıyafet geziyor. Türk halkı ona çok hayranlık duyuyor, onu hoş görüyor, herkes ‘O bizim yeni Türkiye’mizin yegâne kahramanı, tek velinimetidir, bırakalım da gezintiye çıksın’ diyor. Bu sebeple Atatürk’ü bulmak çok zor, hiç kimse onunla kolay kolay görüşemiyor. Biz Türk başkentindeyken Atatürk’le görüşmek istedik, fakat tam olarak nereye gittiği bilinmiyor. Atatürk’ün yerine yönetimi –denebilir ki- onun namıyla elinde tutan İsmet Paşa askeriyeden gelen, cesur, atılgan biridir. İsmet Paşa ile görüşmemde görece daha derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik. İsmet Paşa yüzünde çok yüce bir ifadeyle, parlak gözleriyle tam irfan sahibi bir kurucu lidere benziyordu. Lozan Konferansı’na katılıp Türkiye’yi en üst düzeyde temsil etmişti. Konferans görüşmeleri kürsüsünde onun mücadelesi müthişti, birçok Avrupalı temsilciyi afallatan ve şoke eden efsane bir kişiydi.”
İsmet Paşa: Biz kazanmadık, millet kazandı
Hu Hanmin şöyle devam ediyor:
“Görüşmemiz esnasında ben ‘Siz Lozan Konferansı’nda gerçekten çok büyük başarı elde ettiniz’ dedim. O çok ciddi bir şekilde ‘Bu herhangi bir başarı sayılmaz, biz savaşı kazanan ülkeyiz, elbette böyle bir sonuç elde edilecekti’ dedi. Ben de ‘Siz dışişlerinde başarılı olmadınız mı?’ diye sordum. ‘Bu tam olarak öyle değil. Ben her zaman derim: Bizim dışişlerimizdeki başarımız değil, tüm milletimizin tek vücut olma gücünün başarısıdır. O devirde milletimiz tek yürek olup sonuna kadar çaba gösterdi, eğer biz Lozan Konferansı görüşmelerinde sonuç elde edemeseydik hemen görüşmelerden geri çekilir ve onlarla savaşırdık. Bu sebeple bu, salt bizim dış ilişkilerde kazandığımız bir başarı değildir’ dedi. Bu cevapların hepsi çok mantıklıydı, onların o zamanki başarısının tesadüfi olmadığı görülüyordu. Sonrasında biz parti ve hükümetin genel ilişkileri üzerine konuştuk. Ben ‘Sizin partinizin ve hükümetin ilişkileri nasıl’ diye sordum. Dedi ki: ‘Partimiz ve hükümetimizin ilişkilerinden söz edeceksek çok açık bir gerçekliği ele alıp bu konuda bilgi verebilirim. Atatürk bizim cumhurbaşkanımızdır, aynı zamanda bizim partimizin genel başkanıdır. Ben de kabinenin başbakanıyım, aynı zamanda Atatürk’ün yürütme yetkisini temsil ediyorum’. Bu sözler İsmet Paşa’nın ruhunu gösteriyordu, aynı zamanda yeni Türk hükümetinin de özünü kapsıyordu. Yukarıdaki sohbetin devamında delege sistemi meselesi üzerine yine konuştuk, delege üyelik sisteminin yarar ve zararları ve Türk delege üyelik sistemine karşı olan tutumuna geldiğimizde o çok dürüstçe ‘Ben komite üyeliği sisteminin çok büyük sonuçları olabileceğine inanmıyorum. Akıllı ve yetenekli bir liderin komutasında yapılan işler komite sistemi altında yapılan işlerin sonucundan daha hızlı ve daha çoktur. Bence gelecek siyasi örgütlerde istişare komitelerinin etkinliği korkarım çok az olacaktır’ dedi. Sonrasında o da bizim Çin devrimi ilkesine sıkı sıkıya sarılma ideolojimiz, parti ve hükümetin ihyası üzerine sorular sordu. Ben de özetle bir bir kendisine anlattım. Ayrıca ona sordum: ‘Türkiye ileride aynı bizim yaptığımız gibi yapabilir mi?’. Dedi ki: ‘Her ülkenin durumu bir değil, Çin kendi özel durumlarına sahip, bizim Türkiye’yi Çin’le karşılaştırmaya kalksak ancak Çin’in bir eyaletine denk gelir. Bu sebeple biz yine de Çin’in yaptığı gibi yapamayız.’ Onun bir bildiği vardır, o sebepten öyle diyordu. Benim Türkiye’de yeni Türk hükümeti yetkilileriyle görüşmemdeki konuşmalar genel olarak bu şekildedir.”
“Türklerin bilgi düzeyi ticari işlerde yeterli değil”
Hu Hanmin’in Türkiye’nin eğitim politikalarına dair yaptığı değerlendirme ise genç Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitimi yaygınlaştırma çabalarına odaklanıyor. Türkiye’nin eğitime yaptığı yatırımı övüyor. Türk halkının genel bilgi seviyesinin geri kaldığını belirten Hu, Türkiye’nin yabancı yatırımcılarla kurduğu ilişkilerde iş gücünü yerlileştirmeye çalıştığını ancak bunun bazı beceri eksikliklerini ortaya çıkardığını söylüyor. Türklerin yabancıların ticari işlerindeki yerini alacak kapasitede olmadığını ama bunun kusur sayılmaması gerektiğini söylüyor. Eğitimdeki ilerlemelerin bu eksiklikleri giderebileceğine dair inancını vurguluyor. Öğretmen eğitimine verilen önemi öne çıkaran Hu bu adımın ülkenin gelişimi için kritik olduğuna inanıyor.
Hu şöyle diyor:
“Yeni Türk hükümetinin özellikleri konusunda bizim görebildiğimiz birkaç nokta vardı. Birincisi eğitimin yaygınlaştırılmasındaki çabalarıydı. Türk halkının genel bilgi seviyesi aslında geri kalmıştı. Türk hükümetinin yeni imkânlar, hizmetler oluşturabilmesi için yeni bilgiye sahip olması gerekliydi, ancak bu şekilde bu hizmetler yapılabilirdi. Örneğin Türk hükümetinin emri doğrultusunda Türkiye’deki yabancı işletmelerin sadece müdürü yabancı olabilirken geri kalan tüm işler için Türk işçiler kullanılıyordu. Yabancı yatırımcılar Türk hükümetinin emirlerine uymak durumundaydılar, fakat Türklerin bilgi düzeyi bu tür ticari işlerde yeterli değildi ama aynı zamanda bu, kusur da sayılmazdı. Bu sebeple bu gibi ortamlarda önemsenen şey hak meselesi değil, kabiliyet meselesiydi. Hak meselesi için savaşılırdı, ancak kabiliyet ise uygulamayla elde edilebilirdi. Bu sebeple yeni hükümet öğretmen eğitimine eğilmiş, öğretmen eğitimi tüm ülkede eğitimin yaygınlaştırılmasının başlangıcı olarak görülmüş. Biz Türkiye’nin yeni politikalarının kesinlikle eğitimde büyük sonuçlar elde edebileceğine inanıyoruz.”
Finans sistemine övgü
Hu Hanmin, Türkiye’nin finans sistemini övüyor ve özellikle bütçenin birleştirilmesine dikkat çekiyor. Atatürk’ün savaşı yönetirken bile bütçeyi düzenleme konusunda gösterdiği kararlılığı takdir ediyor. Ordu bütçesinin önce Milli Savunma Bakanlığında, ardından Hazine’de toplanmasını emretmesini yeni Türkiye’nin başarılı finans politikalarının temeli olarak görüyor. Diğer ülkelerdeki finansal yolsuzlukların aksine Türkiye’de böyle meseleler olmadığını düşünüyor.
Hu Hanmin şöyle diyor
“Türk siyasetinde bu yeni dimağ en çok finans sisteminin düzenli olmasında kendini gösterir. Diğer ülkelerin finans sistemlerindeki türlü türlü yolsuzluk, yağma gibi kötü huyların Türkiye’de olmadığını tasavvur ediyorum. Bir keresinde Atatürk savaşı komuta ediyorken Ankara’ya geri çekilir, o zaman tüm ordu bütçesinin Milli Savunma Bakanlığında birleştirilmesini emreder, sonrasında her birliğin mali işleri bittabi Milli Savunma Bakanlığında toplanır. Atatürk bunun yeterli olmadığını düşünür, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin Hazine’de toplanmasını emreder ve sonuç olarak bütçe Hazine’de toplanır. Atatürk’ün bu gibi, Hazine’yi birleştirmedeki yürekliliği ve irade gücü gerçekten de hayranlık duyulasıydı. Yeni politikaların başarılı veya başarısız olması Hazine’nin tek elde toplanıp toplanmamasıyla çok ilişkilidir.”
“Türk halkı 24 saat içinde fesi çıkardı”
Türkiye’de emrin tek komutada toplanmasını öve öve bitiremeyen Hu Hanmin yeni hükümetin başarısında bunun kilit bir unsur olduğunu vurguluyor. Atatürk’ün fesin çıkarılması emrini vermesiyle halkın hızla bu emre uymasını adeta bir sihir gibi anlatıyor. Yeni politikaların etkili olabilmesi için halkın bu tür emirleri derhal uygulaması gerektiğini, aksi takdirde hükümetin başarı sağlayamayacağını belirtiyor. Türkiye’nin hızlı gelişiminin tesadüfi olmadığını söylüyor ve Çin’deki devrimci arkadaşlarının bunu örnek almaları gerektiğini ima ediyor.
Hu Hanmin şöyle diyor:
“Emrin tek komutada birleştirilmiş olması –denebilir ki- yeni Türk hükümetinin önemli bir esasıdır. Atatürk yeni hükümeti kurduğunda en çok önemsediği nokta buydu. O bir keresinde yirmi dört saat içinde tüm Türk halkının taktığı fesin çıkarılmasını emretti, sonuç olarak tüm halk emre uyarak fes takmayı bıraktı. Yeni bir hükümet kurarken en elzem olan tüm halkın emirlere uyması, hepsinin hemen emri uygulamaya geçirmesidir. Aksi takdirde hükümetin verdiği emir ne kadar anlamlı olsa da bir tahta üzerine yazmaya benzer, sorarım bu şekilde yeni politikalar nasıl işleyebilir? Türkiye’nin yeni oluşumu rastgele olmamıştır. Bizler, Üç Halk İlkesi doğrultusunda ülkemizi kurma misyonu olan arkadaşlar Türkiye’nin bu muazzam gelişmesini görünce bununla ilgili ne düşünürüz?”
Hu Hanmin’in İnönü olma hayalleri
Hu Hanmin, Çin’e döndükten sonra Türk devrimini ve Atatürk’ü o kadar çok anlatıyor ki sanki Türkiye’yi ikinci vatanı bellemiş. Amacı Çan Kay Şek’in Kuzey Seferi’ni tamamladıktan sonra ülke yönetimini İsmet İnönü gibi kendisinin devralmasını sağlamak. Kendini İnönü rolüne yerleştirip Çan Kay Şek’i Atatürk gibi konumlandırmayı hayal ediyor. Çin’i bir Atatürk-İnönü tiyatrosuna dönüştürme hevesinde. Çan Kay Şek’i Atatürk yapıp kendi hayatına devrim sonrası bir siyasi başrol yazmaya çalışıyor. Bu hayaliyle Çin’deki arkadaşlarına sürekli “Bakın, biz de yapabiliriz” diye sesleniyor ama hayal dünyasında dolaşıyor. Zavallı Hu kendini İsmet İnönü rolünde hayal etse de sahneye çıkmasına izin verilmeyecektir.
Hu Hanmin, Türkiye’nin ordu-parti entegre modelini görünce Guangzhou’daki eski parti-ordu hikayelerinin fiyasko olduğunu düşünüyor. Türkiye’nin ordunun partileşmesi ve partinin ordulaşması konusundaki başarılı uygulamalarını övüyor. Türkiye’nin parti yönetiminin tam bir bütünlük ve disiplin sağladığını belirtiyor. Kendilerinin de bunu becerebileceğini düşünüyor. Ordunun partileşmesiyle halk arasında kargaşa ve savaş beylerinin ortaya çıkmasını önlediğini vurguluyor. Ordu ve partinin işlerini mükemmel bir uyum içinde yürüttüğünü söylüyor. Türkiye’de ordu giderlerinin düzenli bir şekilde Maliye Bakanlığı ve meclis denetiminden geçtiğini, partinin, politikalarını meclisten geçirerek uyguladığını ve bu süreçlerin orduyu ve devleti daha etkin hale getirdiğini anlatıyor ve Çin için kendi bütçe ve disiplin hayalini dile getiriyor.
Hu Hanmin şöyle diyor:
“Önceden Guangzhou’dayken sık sık ordunun partileşmesi, partinin ordulaşması konusundan bahsederdik, fakat bahsetmiş olmamıza karşın bunu hiç gerçekleştiremedik. Bu kez Türkiye’de ordunun partileşmesi, partinin ordulaşması söylemiyle ortaya koydukları çok iyi sonuçları gördüm. Öncelikle bilmemiz gereken Türkiye’nin parti yönetiminin olduğudur, o şu anda ‘partinin dışında parti yok, partinin içinde hizip yok’ konumundadır. Türkiye bütünlük halinde, intizamlı, ciddi ve etkin bir ülkedir. Devrim esnasında öncelikle ordunun partileşmesini, sonrasında da partinin ordulaşmasını gerçekleştirdiler, böylece bu sonucu elde edebildiler. Ordu nasıl partileşebilir? Ordunun en istemeyeceği şey halkın birbirini öldüren, kargaşa halindeki bir topluma dönüşmesidir. Daha net bir ifadeyle ordu partileşmezse savaş beyleri ortaya çıkabilir. Türk ordusu devrimin başlangıç safhalarına da bu denli güçlü değildi, fakat bölünmeyip, partinin ruhuyla bütünleşip birliktelik oluşturdular. O zamanlarda tüm ordu giderleri Milli Savunma Bakanlığında, ardından da Maliye Bakanlığında toplanırdı, Maliye Bakanlığından da meclise iletilirdi. Meclisin denetiminden sonra teklif olarak sunulurdu. Teklif kabul edildiğinde Maliye Bakanlığınca görevlendirilen bir hazinedarın imzası doğrultusunda verilirdi, eğer önceki hesaplamalardan farklı bir rakam sunuluyorsa hazinedar imzalamazdı. Komutanından askerine tüm giderler bu şekilde hesaplanırdı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tüm ülkenin organıydı, tüm politikalar ve bütçe tasarıları meclis bünyesinde kararlaştırılırdı. Eğer mecliste partinin düşünceleriyle uyuşmayan bir durum vuku bulursa parti, milletvekilleriyle toplantı düzenleyip onlara parti politikalarını meclisten geçirip yasalaştırmayı emrederdi. Bu da partinin ordulaştırılmasının bir şekliydi. Aynı zamanda denebilir ki bu, ülkenin parti tarafından yönetilme şekliydi. Benim beklentim ordu partileşince savaş beylerinin ordularının ortaya çıkmaması, milli bir ordunun oluşmasıdır.”
Kısaca Hu Hanmin, Türkiye’de ordunun partileşmesinin milli bir ideoloji altında bir araya getirilmiş bir ordu oluşturmanın önemli bir adım olduğunu ifade ediyor.
Hu Hanmin genel olarak Türkiye’nin milli birliği sağlamış olmasını övgüyle anlatırken Çin’in dağınık haliyle karşılaştırıyor. Hanedanın yıkılmasından bu yana Çin’de bütünlüğün sağlanamadığını ve savaş beylerinin ülkeyi parçaladığını belirtiyor. Hu’nun gözünde Türkiye ordunun nasıl partileşeceğinin ve bir ülkenin nasıl bir arada tutulacağının delili olarak parlıyor. Kısacası Türkiye, Hu için Çin’e ilham vermek için efsane bir model.
Kısaca Hu Hanmin’in Türkiye’ye bakışı “Hah, işte bu” dedirtecek cinsten. Türkiye’nin kuruluş ve devrimlerinin hızına hayranlık duyuyor ve Türkiye’nin tek vücut olma yeteneğini takdir ediyor. Halkın hükümete karşı sorgusuz sualsiz itaatini beğeniyor ve Türk milliyetçiliğinin komünizmin önüne geçtiğini vurguluyor. Sun Yatsen’in üç prensibi ile Atatürk’ün devrimleri arasında paralellik kurma çabasında olan Cumhuriyetçiler bu süreçten memnun kalmış. Türklerin yabancı hareketlerini kısıtlayıcı yasalarının örnek alınması gereken unsurlar olarak değerlendiriyorlar ve yapılan reformların Çin için bir referans noktası oluşturduğunu belirtiyorlar. Türkiye adeta Çin’in “nasıl yapılır” kitabında birinci sınıf referans noktası olmuş. Hu’nun gözünde Türkiye, Çin devrimleri için gerçek bir laboratuvar fonksiyonu görüyor.
Hu Hanmin’in Türkiye’ye yaptığı gezinin ardından 1929’da Çin’e bir maslahatgüzar gönderiliyor. Çin’in milli birliği henüz eksikken Türkiye’nin bu kadar hızlı ve hevesli bir şekilde harekete geçmesi Hu için bir fırsat gibi görünüyor. Hu bu jesti büyük bir diplomatik zafer olarak kutluyor.
Hu Hanmin, Türkiye’den döner dönmez Çan Kay Şek’in birleşmeyi tamamladıktan sonra bütün yetkileri kendisine devredeceğini düşünüyor. Ancak Çan Kay Şek, Hu’nun planını boşa çıkarıyor. Hu Hanmin, Çan Kay Şek’e karşı çıkıyor ve bu yüzden tartışmalar yaşanıyor. 1931’de Çan Kay Şek, Hu’yu ev hapsine alıyor. Hu Hanmin’in devlet başkanı olma hayali ev hapsi kâbusuna dönüşüyor. Hu’nun bu durumu şiddetle protesto etmesi ve Kuomintang içindeki bölünmelerin artması sonucunda Çan Kay Şek, Hu’yu serbest bırakmak zorunda kalıyor.
Not: Makalenin yazımında aşağıdaki eserlerden, Çin arşivinden ve Çince kaynaklardan faydalanılmıştır:
-Cumhuriyetin İlk Yıllarında Çin Guomindang Partisi Üyelerinin Türkiye Ziyareti: Hu Hanmin’in Türkiye Gözlemleri, Ayşe Öztürk
-Cumhuriyetin Çinli Misafirleri, Giray Fidan, İş Bankası Kültür Yayınları
-İki Cumhuriyet Arasında Etkileşim: Türkiye Cumhuriyeti ile Çin Cumhuriyeti İlişkileri (1923-1949), Necati Demircan