Soykırım, Birleşmiş Milletler’in 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşmesi’nde tanımlanan en ağır uluslararası suçlardan biridir. Bu sözleşmeye göre soykırım, millî, etnik, ırksal veya dinî bir grubu tamamen veya kısmen yok etme niyetiyle belirli fiillerin işlenmesidir. Bu fiiller arasında herhangi bir milleti, ırkı, etnik veya dini grubu öldürmek; onlara ciddi fiziksel veya zihinsel zarar vermek; grubun yaşam koşullarını fiziksel varlığını kısmen veya tamamen yok edecek şekilde kasıtlı olarak kötüleştirmek (örneğin açlığa mahkûm etme, tıbbi yardımı engelleme); grup içinde doğumları engellemeye yönelik tedbirler almak; ya da grup çocuklarını zorla başka bir gruba nakletmek yer almaktadır. Kısaca, soykırım bir grubun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik kasıtlı bir yok etme siyasetidir ve bu nedenle sıklıkla “insanlık suçlarının en ağırı” olarak anılmaktadır.
İsrail’in Gazze Saldırıları ve Soykırım
7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği Aksa Tufanı sonrası İsrail, Gazze Şeridi’nde son derece yoğun ve yıkıcı bir askerî operasyon başlattı. Bu operasyonun sonuçları, uluslararası hukuk ve insan hakları örgütleri tarafından belgelenen verilerle de sabittir: Ekim 2023’ten bu yana sadece resmi rakamlara göre Gazze’de 60 binden fazla Filistinli İsrail tarafından öldürülmüş ve bunların önemli bir kısmını kadınlar ile çocuklar oluşturmaktadır. İsrail bombardımanları ve topyekûn saldırıları, Gazze’deki binaların büyük çoğunluğunu yerle bir etmiş, hastaneler, okullar, pazarlar, su ve elektrik altyapısı gibi hayatta kalmak için elzem olan sivil hedefleri dahi ağır şekilde tahrip etmiştir. Gazze’nin 2,3 milyonluk nüfusunun neredeyse tamamı en az bir defa, çoğu defalarca, evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. İnsan hakları kuruluşları, İsrail’in uyguladığı tam abluka ve kuşatmanın bölgeyi adım adım insansızlaştırmayı amaçlayan kasıtlı bir strateji olduğu uyarısında bulunmaktadır. Nitekim İsrail hükümeti, misilleme gerekçesiyle Gazzelilere gıda, temiz su, ilaç, yakıt girişi dahil temel insani ihtiyaçları aylarca tamamen kestiğini açıkça ilan etmiştir. Dünya Gıda Programı ve BM yetkilileri, Gazze’de yaşanan açlığın “insan eliyle yaratılmış bir kıtlık” haline geldiğini raporlamıştır. Bu durum, sivillerin topluca cezalandırılması anlamına gelmektedir ve uluslararası hukuka göre savaş suçu teşkil ettiği gibi, soykırım suçunun da kritik göstergelerinden biridir.
Soykırım suçunu diğer ağır suçlardan ayıran kritik unsur “grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi niyeti”dir. İsrail hükümeti ve yetkilileri, resmî söylemlerinde operasyonun amacının Hamas’ı yok etmek olduğunu iddia ederek bir “kendini savunma (self-defense)” çerçevesi çizmeye çalışmaktadır. Ancak eylemlerinin kapsamı ve söylemlerindeki dil, hedefin yalnızca silahlı savaşçılar olmadığını göstermektedir. Örneğin, İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant, Gazze’de yaşayanlar için “insanımsı hayvanlar” tabirini kullanmış ve “onlara yemek yok, su yok, yakıt yok” diyerek topyekûn bir kuşatma stratejisi ilan etmiştir. İsrail rejimi Başbakanı Benyamin Netanyahu, 7 Ekim sonrası halka yaptığı seslenişte Tevrat’tan “Amalekliler” örneğini verip düşmanın tamamen yok edilmesine atıf yapmıştır. Üst düzey hükümet üyelerinden biri, Gazze’yi “yeryüzünden silmek” gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Bu tür söylemler, bir düşman grubun topyekûn imhasına dönük iradeyi dışa vurur niteliktedir. Söz konusu beyanlar, sahada yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde, Gazze’de hedefin yalnızca belirli bir silahlı yapıyı (Hamas’ı) etkisiz hale getirmek olmadığı, aynı zamanda o örgütün ait olduğu düşünülen millî ve dinî topluluğun –Filistinlilerin– yaşam bütünlüğünü ortadan kaldırmak olduğunu kanıtlamaktadır.
Uluslararası insan hakları örgütleri de benzer tespitlerde bulunmaktadır. Örneğin Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) Aralık 2024’te yayınladığı kapsamlı raporda, Gazze’de Filistinlilere yönelik gerçekleştirilen fiillerin soykırım tanımına uyduğunu ilan etti. Human Rights Watch ise İsrail’in işlediği bazı fiillerin “soykırımsal eylemler” kapsamına girdiğini vurguladı. Birleşmiş Milletler’in Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese, savaşın ilk aylarından itibaren Gazze’de bir soykırımın gelişmekte olduğu uyarısını defalarca dile getirdi ve BM’ye üye devletleri bu gidişatı durdurmak için göreve çağırdı. Dahası, Güney Afrika öncülüğünde bir grup devlet, Aralık 2023’te İsrail’i soykırım suçu işlediği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) şikâyet etti; Lahey’deki mahkeme 2024 başında yaptığı ön değerlendirmede, Gazze’de yaşanan bazı eylemlerin Soykırım Sözleşmesi kapsamında yasaklanan fiiller olmasının “plausible (makul göründüğü)” tespitini yaparak davayı görmeye devam etme kararı aldı. Bu, uluslararası en yüksek hukuk merciinin de ortada incelenmesi gereken ciddi bir soykırım iddiası gördüğü anlamına gelir.
En çarpıcı gelişmelerden biri de dünya genelindeki soykırım araştırmacılarının kurumsal düzeydeki tavrı oldu. 31 Ağustos 2025’te, merkezi ABD’de bulunan ve alanında en büyük akademik birlik olan Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği (International Association of Genocide Scholars, IAGS) üyeleri, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin soykırımın yasal tanımına uyduğunu ilan eden bir karar tasarısını oyladılar. Sonuç, bu alandaki neredeyse tüm uzmanların görüş birliğini yansıtacak şekilde netti: Oy kullanan üyelerin %86’sı (yaklaşık on uzmandan dokuzu) bu karar lehinde oy verdi. Kararda, İsrail’in “Gazze’deki politika ve eylemlerinin 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin II. maddesindeki soykırım tanımını karşıladığı” belirtilmektedir. IAGS ayrıca İsrail’e, “başta çocuklar dâhil sivillere yönelik kasten saldırılar ve katliamlar; sivillerin aç bırakılması, insani yardım, su, yakıt ve yaşam için elzem diğer malzemelerin kasten engellenmesi; cinsel ve üreme temelli şiddet ve nüfusun zorla yerinden edilmesi dâhil olmak üzere soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç teşkil eden bütün fiillerine derhal son vermesi” çağrısında bulundu. Bu ifade, Gazze’de sahada gözlenen uygulamaların doğrudan doğruya Soykırım Sözleşmesi’nin tanımladığı fiillere denk düştüğünü açıkça ortaya koymaktadır. IAGS dünyanın dört bir yanından soykırım çalışmalarında uzman akademisyenleri bünyesinde toplayan, saygın bir bilimsel kuruluştur. Geçmişte Bosna, Ruanda, Myanmar gibi vakalarda da benzer tanıma yönelik açıklamalar yapan dernek, bu kararıyla akademik camianın büyük çoğunluğunun Gazze’de yaşananları soykırım olarak gördüğünü ilan etmiştir. İsrail hükümeti elbette bu suçlamayı reddetmiş; Dışişleri Bakanlığı IAGS kararını “utanç verici ve Hamas’ın yalan kampanyasına dayalı” sözleriyle kınamıştır. Ne var ki, bu inkâr ve tepkiler uluslararası akademik ve hukuki çevrelerde pek karşılık bulmamaktadır. Zira soykırım iddiası, siyasi propaganda amacıyla değil, yaşanan olayların yukarıda tarif edildiği gibi soykırım ölçütleriyle karşılaştırılması sonucu, tereddüde mahal bırakmayacak biçimde ortaya konmaktadır. Bir başka deyişle, “soykırım” nitelemesi hamaset değil, olgusal gerçekliğin hukuki adlandırılmasıdır.
Bu noktada altını çizmek gerekir ki soykırım suçlaması son derece ağır ve nadiren kullanılan bir ithamdır; bilim insanları ve hukukçular bu terimi kullanırken son derece temkinli davranırlar. Nitekim geçmişte pek çok katliam ya da etnik temizlik vakasında “soykırım” terimini kullanmaktan kaçınıldığı, çünkü gerekli özel yok etme kastının yeterince kanıtlanamadığı görülmüştür. Ancak Gazze örneğinde bir araya gelen kanıtlar, veriler ve faillerin söylemleri, giderek artan bir biçimde dünyanın önde gelen uzmanlarını aynı sonuca götürmüştür: İsrail rejiminin Gazze’de izlediği politika ve uygulamalar, Filistinlilerin bu bölgedeki varlığını ortadan kaldırma kastını açıkça ortaya koymaktadır. İsrail ordusunun aylara yayılan ve neredeyse aralıksız süren bombardımanı, sivil sığınakları dahi vuran saldırı stratejisi, sağlık hizmetlerini hedef alması (Gazze’nin en büyük hastanesi Şifa başta olmak üzere pek çok hastanenin vurulması), “güvenli bölge” denilerek insanların yığıldığı yerlerin (örn. mülteci kampları veya yardım dağıtım merkezleri) dahi bombalanması – bütün bunlar tesadüfî ya da aşırılık yanlısı birkaç askerin hatası olarak açıklanamayacak kadar sistematik bir harekât planına işaret etmektedir. Bu planın da sivil halkı topluca cezalandırarak bölgeyi yaşanmaz hale getirmek şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin eski başsavcısı ve soykırım hukuku konusunda otorite sayılan Prof. William Schabas, Gazze’deki olguların ve özellikle İsrailli liderlerin beyanlarının incelenmesi neticesinde “hukuken soykırım suçlamasını destekleyecek belki de en güçlü dava” manzarasının ortaya çıktığını belirtmiştir. Zira Schabas’a göre modern tarihte hiçbir vakada, bu denli üst düzey yetkililerin bir toplumu hedef alıp imha niyetini bu açıklıkla dile getirdiği ve eylemleriyle bunu bu ölçüde hayata geçirdiği görülmemiştir.
Yahudi Seslerinin Akademik Uzlaşısı
Soykırım çalışmaları alanındaki uzmanların büyük kısmı, yukarıda belirtildiği gibi, Gazze’de yaşananları soykırım olarak tanımlamakta tereddüt göstermemiştir. Bu uzmanlar arasında dikkat çeken bir kesim de Yahudi kökenli ya da İsrail vatandaşı akademisyenler ile aile geçmişlerinde Nazi soykırımı (Holokost) tecrübesi bulunan bilim insanlarıdır. Örneğin dünyaca ünlü Holokost tarihçisi Prof. Omer Bartov, İsrail doğumlu bir akademisyen ve ailesinin bir kısmı Nazi soykırımını yaşamış bir kişi olarak, 2024 yılı sonunda “İsrail ordusunun Gazze’de izlediği yolun artık başka türlü adlandırılamayacağını, soykırımın tanımına uyduğunu acı bir şekilde kabul etmek zorunda kaldığını” yazmıştır. Bartov, bugüne dek kendisini “asla kolayca soykırım kelimesini kullanmayan” bir araştırmacı olarak tanımladığını, ancak Gazze’de yerle bir edilen kentleri, kasıtlı aç bırakılan çocukları, on binlerce sivilin ölümünü gördükten sonra bunun “bütün bir halkın varlığını ortadan kaldırmaya yönelik bir imha kampanyası” olduğuna kani olduğunu belirtmektedir. Yine Kudüs İbrani Üniversitesi’nden saygın Holokost tarihçisi Prof. Amos Goldberg, Eylül 2024’te yaptığı değerlendirmede “Evet, bu bir soykırımdır. Bu, Filistin toplumunun kasten yok edilmesidir” diyerek meslektaşlarına sessiz kalmamaları çağrısında bulunmuştur. İsrail vatandaşı genç kuşak tarihçilerden Dr. Raz Segal, savaşın daha ilk günlerinde dünyaya bir uyarı yazısı yazarak Gazze’ye yönelik niyet ve uygulamaların “ders kitaplarına girecek tipik bir soykırım örneği” oluşturduğunu söylemiştir. Benzer şekilde İsrail’in önde gelen Holokost ve soykırım çalışmaları uzmanlarından Prof. Daniel Blatman (Kudüs İbrani Üniversitesi) ve ABD’deki Yahudi asıllı tarihçiler Prof. Barry Trachtenberg (Wake Forest Üniversitesi) ile Prof. Marianne Hirsch (Kolombiya Üniversitesi) gibi isimler de kamuoyuna yönelik açık mektuplar ve makalelerle İsrail’in eylemlerini kınayarak bunları soykırım olarak nitelendirdiler. Hatta 2023 sonu ve 2024 içinde birden fazla kez, çeşitli ülkelerden Holokost ve soykırım araştırmacıları ortak bildiriler yayımlayarak (kimi zaman 50-60 kişilik imzacı gruplarla) “Gazze’de soykırım uyarısı” yaptılar. Bu bildirilerde, Nazi döneminde Yahudilerin maruz kaldığı soykırımın anısını yaşatmanın ancak bugün başka bir halka yönelik benzer imha risklerine karşı çıkmakla mümkün olduğu vurgulandı. Yani bu akademisyenler, “Bir daha asla” sözünün evrensel olduğunu, yalnız Yahudiler için değil hiçbir halk için yeni bir soykırıma izin verilmemesi gerektiğini hatırlattılar. Nitekim aralarında Nazi soykırımından sağ kurtulanların veya soykırım kurbanı ailelerin çocukları olanlar, bugün Gazze’de yaşananlar karşısında susmanın Holokost’un mirasına ihanet olacağını dile getirmektedir. Bu keskin uyarılar, soykırım kavramının siyasî veya etnik aidiyete göre değil, olgulara göre kullanılmasının bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.
Tüm bu tespit ve suçlamalar karşısında İsrail rejimi kendisini mazur gösterebilmek için yoğun bir “mağduriyet” söylemine başvurmaktadır. İsrail, kurulduğu 20. yüzyıl ortalarından bu yana tarihsel olarak Yahudilerin maruz kaldığı zulümler (özellikle Holokost) ve sürekli düşman tehdidi altında olduğu argümanını, uluslararası kamuoyundan destek almak için sıkça kullanagelmiştir. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın gerçekleştirdiği Aksa Tufanı da bu söylemi güçlendirmek için öne çıkarılmış; İsrail liderleri dünya kamuoyuna “teröre karşı medeniyet mücadelesi” verdiklerini, dolayısıyla yöntemlerin sertliğinin meşru ve anlaşılır olduğunu savunmuşlardır. Ne var ki, bir yılı aşkın süredir Gazze’de yaşananların orantısız vahameti, İsrail’in bu mağduriyet merkezli meşruiyet iddiasını küresel ölçekte ciddi biçimde zayıflatmıştır. Başka bir ifadeyle, İsrail uluslararası arenada bir “meşruiyet savaşını” kaybetmektedir. Zira günümüzün iletişim çağında, yıkılmış şehirlerin görüntüleri, açlıktan ölmek üzere olan çocukların fotoğrafları, bombalanmış sığınaklarda parçalanan ailelerin trajedisi tüm dünyanın gözü önündedir. İsrail rejiminin “Hamas terörüyle mücadele” açıklamaları, 2 milyonluk bir sivil nüfusun toplu cezalandırılması karşısında giderek inandırıcılığını yitirmektedir. Bunun somut göstergeleri arasında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ezici çoğunlukla kabul edilen ateşkes çağrıları, sayıları giderek artan ülkenin (özellikle Küresel Güney’deki ve hatta bazı Batı ülkelerindeki parlamentoların) İsrail’e yaptırım uygulanması veya Filistin devletini tanıma yönünde adımlar atmaya başlaması sayılabilir. Örneğin İrlanda ve İspanya hükümetleri, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini alenen “soykırım” olarak tanımlayan cesur tutum sergilediler. Avrupa Birliği’nin eski Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell dahi Aralık 2024’te “Gazze’de olanların ismi konmalı: Bu bir soykırım” diyerek görevdeki pek çok siyasetçinin söylemeye çekindiği gerçeği dile getirdi. Bu gelişmeler, İsrail’in geleneksel müttefikleri nezdinde bile itibarının zedelendiğine işaret etmektedir.
Sonuç olarak, Netanyahu hükümetinin ve İsrail resmi mercilerinin Gazze’de olanları soykırım olarak görmemesi veya kabul etmemesi, uluslararası uzman çevrelerinde belirleyici bir önem taşımamaktadır. Soykırım faillerinin kendilerini temize çıkarmak için inkâra başvurmaları yeni bir olgu olmadığı tarihsel bir örüntüdür. Dünyanın dört bir yanındaki soykırım araştırmacıları, hukukçular ve hatta bizzat soykırım trajedilerini yaşamış insanların torunları, Gazze’de Filistin halkına reva görülen muamelenin tarifinin “soykırım” olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu tespit, bir siyasi slogan olmaktan ziyade uluslararası hukukun tanımlarına dayanarak yapılan oldukça tarafsız bir analizdir.