Üretken yazarın bu yıl dört kitabı sinemaya uyarlandı — tek bir yıl içinde ulaştığı en yüksek sayı bu. Üstelik bu filmler, birden fazla açıdan ortak bir temayı paylaşıyor.
Stephen King ölüm üzerine çok düşünmüştür. 78 yaşındaki yazarın kaçınılmaz yok oluşla ne ölçüde meşgul olduğu bir yana, ölümlülük meselesine defalarca geri dönmüştür. The Shining? Hayalet kaynıyor. The Stand? Kıyamet sonrası bir destan. Pet Sematary? Daha kasvetli ve morbid bir bestseller saymak zor. King korkudan sapsa bile, zihni mezarın pek uzağına gitmez. “Ya yaşamaya bak ya da ölmeye,” der en sıcak, en içli hikâyelerinden birinde — sonradan TNT’nin vazgeçilmezlerinden biri haline gelen, sevilen hapishane öyküsü The Shawshank Redemption’a uyarlanmıştır.
The Running Man’de bolca ölüm var — bu film, King’in bir hikâyesinin sinemaya uyarlanmış en son ve sayısını unutturan örneği. Geçtiğimiz hafta sonunda sinemalarda gösterime giren yapım, yazarın aynı adlı romanına dayanıyor; ilk olarak King’in emekliye ayrılmış takma adı Richard Bachman imzasıyla yayımlanan bu metin, bir tür proto–Hunger Games ve daha önce 1980’lere özgü aşırı stilize edilmiş, Arnold Schwarzenegger’li bir filme uyarlanmıştı. Edgar Wright (Baby Driver, Hot Fuzz) tarafından yönetilen yeni versiyon ise kaynak metnin planına daha sadık kalarak, distopik bir Amerika boyunca avlanan bir yarışma programı yarışmacısının (Glen Powell) hikâyesini anlatıyor; karakter, peşindeki eğitimli katillerden sağ kurtulduğu her gün için para kazanıyor. Bu küstah aksiyon-satir filminin vardığı sonuç şu: Ölüm, iyi bir ticarettir. King’den gelince, bu sert tespit biraz da ironik sayılır. Sonuçta bu adam, ölümün korkusu ve cazibesi üzerinden para kazandığı yarım yüzyıllık bir kariyer sürmedi mi?
The Running Man, King’in yazılarına dayanan filmler açısından verimli geçen bir yılı tamamlıyor. (Henüz HBO’nun dizisi It: Welcome to Derry’yi bile saymıyoruz.) Bu, 2025 yılında vizyona giren dördüncü King hikâyesi — modern çağın en sık uyarlanan romancılarından biri için bile etkileyici olan bir sayı, ki bu tek bir yıl içinde ulaşılan en yüksek rakam. Üstelik ne kadar eklektik bir hasat! King’i yalnızca canavar tüccarı olarak görmek istemeyen biri, The Running Man’in temposuna ek olarak The Monkey’nin çarpık kara mizahını, The Life of Chuck’ın parıltılı yaşam derslerini ve The Long Walk’un kasvetli ve metodik alegorisini de mutlaka vurgulamalı. Bunların hiçbiri King’in yüzeyde tanındığı türden, sırf havaalanında okunacak heyecan romanı kategorisine girmiyor. Birlikte düşünüldüğünde, bu eserler onun bir hikâye anlatıcısı olarak ne denli çok yönlü olduğunu ortaya koyuyor — belki de bu, 1970’lerden beri durmaksızın ürettiği muazzam iş hacminin bir yan ürünüdür.
Bu dört filmin ortak paydası, King’in The Long Walk’ta “hiçliğin kenarı” olarak tanımladığı şeye duyulan takıntıdır. Ölüm, onun en sık işlediği tema olabilir (her korku ustasının külliyatında sıkça karşımıza çıkar), fakat bu birbirine tematik olarak yakın, görünürde alakasız dört yapım, sadece cesetlerin yere düştüğü bir ucube gösterisinin çok ötesine geçiyor. Her film, kendi tarzında, ölümün kesinliğinin yüküyle felsefi düzlemde nasıl başa çıktığımızı anlatıyor. Her biri, ölümü bir albatros gibi sırtımızda taşıdığımız bir yük olarak ele alıyor.
Tesadüfen, The Running Man bu hafta sonu, yazar-yönetmen Oz Perkins’in yeni korku filmi Keeper ile aynı anda vizyona girdi. O da oldukça yoğun bir yıl geçiriyor. Bu, 2025’te gösterime giren ikinci filmi ve birkaç ay önce kendi yorumunu getirdiği bir başka King eseri, grotesk slapstick yapısı ile öne çıkan The Monkey’den sonra geliyor. Kâğıt üzerinde, “The Monkey”, bu yılın King merkezli film seçkisini doğuran dört öykü içinde en geleneksel anlamda ürkütücü olanı. 1980’de yayımlanan kısa öykü, kesinlikle yazarın en korkutucu çalışmalarından biri sayılır: Pek çok King kahramanında olduğu gibi, geçmişin travmasıyla yüzleşen bir babayı konu alan, kısa ama geniş kapsamlı bir gerilim. Bu öyküde, lanetli bir oyuncak — zilleri her aniden çaldığında tuhaf kazalara yol açan oyuncak maymun — ardında cesetlerden oluşan bir iz bırakır.
Son dönem King uyarlamalarının çoğu metne saygılı bir sadakatle yaklaşırken, The Monkey buna dahil değil. Perkins öykünün temelini koruyor ama onu, hayatın ne kadar zalimce ve anlamsız bir şekilde sona erebileceğini anlatan çılgın bir “splatter” komediye dönüştürüyor. Açılış sahnesinde Adam Scott, bir alev makinesi ve bir bağırsak boşaltma sahnesi yer alıyor; bu, kaynak öykünün sessiz dehşetinden (ve hatta Perkins’in özellikle geçen yılki Longlegs filmindeki iğneleyici huzursuzluğundan) çok farklı, delice bir ton belirliyor. Sanki romanda King’in hayali ve alaycı bir ses verdiği maymun (“Cang-cang-cang-cang, bu sefer kim öldü?”) bu filmin senaryosunu kaleme almış gibi. Her birkaç dakikada bir kanlı bir espriyle karşılaşıyoruz: Elektrikle dolu bir yüzme havuzuna atlayıp paramparça olan bir kadın; komşusunu biçen çim biçme makinesini izlerken kayıtsızca birasını yudumlayan ağzı açık bir köylü. The Monkey, Final Destination’ın darağacı mizahını doğrudan fars düzeyine taşıyor. Şaka, karmaya karşı güçsüz ve mahvolmuş olanların — yani herkesin — pahasına yapılıyor.
Ancak filmin Rube Goldberg tarzındaki canavarca cinayet sahnelerinin yüzeydeki laubaliliği, altındaki gizli içtenliği perdelemektedir. Perkins’in eğlence muhabirlerine sıkça hatırlattığı üzere, annesini 11 Eylül saldırılarında kaybetmiştir — 21. yüzyılın belirleyici Amerikan korku hikâyesi. Bu gerçek trajedi, The Monkey’nin acı yüklü ailevi gerilimlerinde ve (King’e değil, Perkins’e ait) ikiz kardeşlerin annelerinin ani, tuhaf ölümünün üstesinden gelmeye çalıştıkları hikâyesinde yankılanır. Sonunda, filmin bu çılgın kahkahalarının aslında bir tür ilaç olduğu netleşir: Ölüm o kadar rastgele ve korkunçtur ki, Perkins’e göre, yapabileceğiniz tek şey hafifçe gülümsemektir. Bir de, bu kadar kafaya takmayı bırakmak.
The Monkey, kelimenin tam anlamıyla solgun bir atlıyla sona erer; ama aynı zamanda, çok erken aramızdan ayrılan bir kadını onurlandırmak için dans etmeye karar veren bir baba ve oğulla da biter. Bu tuhaf biçimde içten son nota, bahar aylarında Neon tarafından dağıtılan bir diğer King uyarlamasıyla — The Life of Chuck ile — beklenmedik bir paralellik taşır. Aslında bu film, Perkins’in yapımının duygusal ve iyi hissettiren zıddıdır: Aynı temel bilgeliği — yani hayatı dolu dolu yaşamak gerektiğini, çünkü ne zaman sona ereceğini asla bilemeyeceğimizi — alaycı bir sırıtışla değil, tuhaf ve şefkatli bir tebessümle işler. Bu, ruh için tavuk çorbasıdır, kasığa atılmış alaycı bir tekme değil.
Yönetmen-yazar Mike Flanagan, görünüşe göre kendini tamamen “uyarlanamaz” King hikâyeleriyle uğraşmaya adamış durumda (daha önce Gerald’s Game ve tartışmalı The Shining devam filmi Doctor Sleep’i de sinemaya uyarladı). Dünyanın en popüler yazarlarından biri için bile görece bilinmeyen bu novellanın yapısal iddiasını koruyor. The Life of Chuck, üç bölümlük metafizik bir masal: İlkin evrenin kelimenin tam anlamıyla istikrarlı çöküşüyle başlıyor, ardından geriye sararak yabancılar arasında yarı ilham verici, doğaçlama bir dans partisine, sonra da minyatür bir ergenlik dramasına ulaşıyor. Evet, bu King’in “vay be dostum” kafası güzel filozof modundaki hali: Okuru ya da izleyiciyi korkutmaya çalışmak yerine, derin düşüncelerini aktarıyor.
Film, açılış bölümüyle zirveye ulaşır: Tuhaf biçimde rahat bir kıyamet vizyonu sunan bu bölüm, 2025 yılına özgü “her şeyin dağılmakta olduğu” hissine dokunur. Matthew Lillard birkaç dakikalığına belirip gündelik ama derinlikli bir monolog sunar; varoluşun son günlerindeki gerçeküstü sükûneti, yas sürecinin son aşamasına benzetir. Bu, kabul kavramının büyük harflerle yazılmış hâlidir: tüm dünyanın, geçiciliğiyle ve yaklaşmakta olan sonuyla topluca yüzleşmesi.
Ancak The Monkey nasıl duygusallığını kanlı ve saygısız bir mizahın arkasına saklıyorsa, The Life of Chuck da Charlie Kaufmanvari kavramsallığını, oldukça sıradan ama hayatı onaylayan bir mesaja ulaşmanın dolambaçlı bir yolu olarak kullanır. Tuhaf bir şekilde, bu yapı Perkins’in filminde izlenen akışla aynıdır: Olayların kronolojisini tersine çevirin, bu da ebeveyn kaybıyla sarsılan ve sonunda her günü son günüymüş gibi yaşaması gerektiğini fark ederek zenginleşen bir çocuğun başka bir hikâyesi hâline gelir — çünkü öyle olabilir.
The Long Walk’ta da ölüm her adımda peşinizi bırakmaz. Bu eser, yılın “Kingoloji” maceraları arasında hem en yalın hem de duygusal olarak en güçlü yankıyı yaratanıdır. Roman, yazarın tamamladığı ilk kitaptır; Carrie’den sonra yayımlanmış, fakat ondan önce yazılmıştır. The Running Man gibi, ilk kez kitapçılara Bachman adıyla ulaşmıştır. Bu roman, ölümden kaçışı bir rekabet yoluyla konu alan sonraki vizyonun manevi kuzeni gibidir: Burada da, daha iyi bir yaşam umuduyla neredeyse kesin felaketi göze alan, mali açıdan çaresiz bir gönüllü vardır — esasen bu, bir intihar görevidir. Ancak The Long Walk’ta ne televizyon kameraları vardır ne de rengârenk kostümler giymiş rakipler. Sadece sonsuz bir açık yol uzanır önlerinde; hayali umutlarla dolu bir grup erkek çocuk ve genç adam yürür bu yolda, yürüyemeyecek hâle gelene kadar. Hepsine değilse bile, neredeyse hepsine yazılmış birer kurşun vardır.
Yazıldığı döneme bağlı olarak, The Long Walk sıkça bir Vietnam alegorisi olarak okunmuştur — gençliğin boş yere harcanmasına, hayatların trajik biçimde bir bataklıkta yok oluşuna dair metaforik bir anlatı. Film, bu popüler yorumu yankılayarak, umutsuz bir yarını 1970’lerin silik bir portresiyle çizerken, aynı zamanda daha genel (ve güncel) bir düzlemde, özellikle insanları birbirine düşürmek isteyen açıkça faşist bir hükümetin baskısı altında, Amerikan tarzı yaşamın çaresiz önlemleri hakkında bir hikâyeye dönüşür. Ancak politik bağlamının ötesinde, The Long Walk, King için başka bir sarsıcı sembole dönüşür: Hayat, en başından belli olan sona doğru yapılan zahmetli bir yürüyüşten başka nedir ki? Tüm karakterler, hem mecazi hem gerçek anlamda bir ölüm yürüyüşüne hapsolmuştur; attıkları her adım, sonları olabileceği bilinciyle yüklüdür.
Kitapta, The Long Walk kaderci düşüncelerle doludur. Yazarlık kariyerinin en başında bile King, daha sonra Christine’de “ölmeyi öğrenmek” diye tanımlayacağı yetişkinlik meselesi üzerine düşünmeye hazırdı. Ana karakterin düşüncelerine doğrudan bir erişim sunmayan film versiyonu, bu derin iç sesin bir kısmını kaybeder. (Neyse ki The Life of Chuck’taki gibi sayfalarca düzyazıyı Nick Offerman anlatımına dönüştürmüyor.) Yine de oldukça keskin bazı diyaloglar ve istekli bir genç oyuncu kadrosu, King’in senaryosunun kasvetli gücünü görünür kılmayı başarıyor. Ray Garraty’nin (Cooper Hoffman) zihninden geçen her şeyi duymamıza gerek yok; onun içinde bulunduğu çıkmazın veya hikâyenin zamanın acımasız akışını taklit eden yapısının ağırlığını anlamak için bu yeterli. Devam edersin, ta ki edemez hâle gelene kadar. Hayatın acı gerçeği budur.
Birbirinden oldukça farklı yollarla da olsa, The Monkey ve The Life of Chuck, izleyicilere durup yoldaki gülleri koklamalarını öğütler. The Long Walk’un asıl kâbusu ise, durmanın mümkün olmadığı, durmazsan öleceğin bir hayat versiyonunda yatar. Bu anlamda, mesele yalnızca ölüm korkusunun her şeyin üzerine gölge düşürmesi değil; kapitalizmin hayatı bir hamster çarkına çevirmesiyle de ilgilidir. Çünkü hayatta kalmak her şey olduğunda (Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağında sonsuza dek sıkışıp kaldığında), yürüyen bir ölüye dönüşmüşsün demektir.
The Running Man, Kingville’da bir yıl süren zahmetli yürüyüşümüzün son durağı olarak, The Long Walk kadar üzerinde durmaksızın benzer bir hissiyatı ortaya koyar. Powell’ın adını taşıyan, bahtsız ünlü kaçağı, bu hayatın ne için olduğunu sorgulayacak zamana sahip değildir — çünkü çeşitli suikastçılar ve girişimci siviller, onun yaşamını dramatik biçimde kısaltmaya çalışmaktadır. Aynı şekilde Wright da, Arnold’lu versiyona kıyasla romana çok daha sadık kalınarak uyarlanan hikâyeyi, dikkat süresi en kısa izleyici için üretilmiş reality TV hızında anlatır. Film, Thanatos üzerine düşüncelerini hafifçe taşır; bu, ölüm kalım maçına dönüşen bir gerilim filminden çok, Mr. Beast çağında bir yarışma programı başkanının yönetimindeki Amerikan yaşamının deliliğiyle ilgilidir.
Elbette, hayatın bu kadar ucuz olduğu bir ülkede ve dünyada ölüm, gündelik bir gerçekliktir. The Running Man, ölüm kokusunun keskin olduğu bir yıl için alaycı bir seyirlik — Batı Şeria’daki katliamlar, Doğu Avrupa’daki bitmek bilmeyen vahşet ve burada, ülkemizde kolluk kuvvetlerinin yol açtığı tarif edilemez acılarla lekelenmiş bir bugünde geçiyor. Wright’ın güncelliği yeterince zorlamadığı, bu malzemenin gerçekten çağdaş bir kâbus olarak potansiyelini açığa çıkarabilmesi için Paul Verhoevenvari bir delilik ve kabalık düzeyine ihtiyaç duyduğu öne sürülebilir. Ancak The Running Man’in açıkça ele almadığı ama yüzeyde dolaştığı her konu, filmin hedef tahtasına yerleştirdiği şeye bağlanır: 2025’te herkes, oligarşik makinenin öğütülmek üzere hazırlanmış hammaddesidir; parası olan azınlığın kaprislerine ve iştahlarına göre harcanabilir durumdadır.
“Yaşayabildiğin kadar yaşa,” diyor bu filmlerin yarısı. Diğer yarısı ise, “bu koşullar altında ne kadar yaşayabilirsin?” diye soruyor. Bu dört filmi izlemek, King’in kendi kendine yaptığı bir konuşmayı gizlice dinlemek gibiydi — çok katmanlı yaratıcı yorumlarla tercüme edilmiş, yazarın onlarca yıldır bizim kaygılarımızı takıntıyla okunur sahil kitaplarına dönüştürerek sürdürdüğü bir konuşma. Ölüm, Stephen King’in işidir; mezar sayfalarını çeviren halkçı şairimizin ışıklarını açık tutan konudur. Ve işler, 2025’te patlama yaptı.
* A.A. Dowd, Chicago merkezli bir yazar ve editördür. Yazıları The A.V. Club, Vulture ve Rolling Stone gibi yayınlarda yer almıştır. Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği üyesidir.
Kaynak: https://www.theringer.com/2025/11/17/movies/stephen-king-the-running-man-movie-adaptations-2025
