Kaynak: Foreign Policy
Tercüme: Ali Karakuş
Onlarca yıldır Siyonist Proje kendini savunma konusunda gittikçe kötüye gidiyor.
İsrail’in başı ciddi şekilde beladadır. Vatandaşları derin bir şekilde bölünmüş durumda ve bu durum iyileşecek gibi durmuyor. Gazze’de kazanılamayacak bir savaş bataklığına gömülmüş durumda, ordusunda gerginlik belirtileri görülüyor ve Hizbullah ile daha büyük bir savaş, ihtimal olarak varlığını devam ettiriyor. İsrail ekonomisi son derece kuvvetli bir sıkıntının içinde. Timez of İsrael’in son zamanlarda yayınladığı habere göre bu sene İsrail’de en az 60.000 işletme kapanabilir.
Dahası, İsrail’in küresel imajı ölümcül darbeler yedi ve İsrail daha önce hayal edilmesi bile mümkün olamayacak şekilde bir parya devlete dönüşüyor. Hamas’ın maruz kaldığı şartlara mukabele niteliğindeki 7 Ekim 2023 aldırısından sonra İsrail, dünyada dikkate değer ve kendisi için kullanıma müsait bir sempati uyandırdı ve İsrail’in bu saldırıya şiddetli bir şekilde cevap verme hakkı olduğu yaygın bir şekilde kabul edildi. Ancak olayın üzerinden on ayın geçtiği bu günde İsrail’in Gazze’de Filistinlilere uyguladığı soykırım kampanyası ve Batı Şeria’da giderek artan yerleşimci şiddeti 7 Ekim’de uyanan destek dalgasını boşa çıkardı. Uluslararası Ceza Mahkemesi başsavcısı, İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu ve savunma bakanı Yoav Gallant’ın savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle tutuklanmalarını talep etti. Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in eylemlerini doğası ve niyeti itibariyle soykırımcı olarak tanımlanmasını mümkün kılacak ön bulguları yayınladı ve Mahkeme, uzun bir ihmale son vererek İsrail’in Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgal ederek sömürgeleştirmesinin uluslararası hukukun açık bir ihlali olduğunu ilan etti.
Gazze’de olup bitenlere bakıp ta dehşete düşmezse bile rahatsız olmayacak birileri varsa onlar ancak başlarını çok fazla kuma gömmüş Siyonizm savunucuları olabilir. Amerika’da, İsrail’in yaptıklarına destek keskin bir şekilde düşüyor ve aralarında pek çok genç Amerikalı Yahudininde bulunduğu Amerikalı gençler Biden yönetiminin İsrail’in yaptıklarına yönelik pasif tutumunu reddediyorlar. İsrail eski Ulusal Güvenlik Konseyi’nin başkan yardımcısı Eran Etzion’un tweetini okursanız İsrail’in kendi kendisine verdiği zarara ilişkin iyi bir fikir sahibi olabilirsiniz. Sonrasında, dünyanın soykırım alanında çalışmalar yapan öncü bilim adamlarından olan Ömer Bartov’un kısa süre önce gerçekleştirdiği İsrail ziyaretine ilişkin yazdıklarını okuyun, problemin ne kadar derin olduğunu farkedeceksiniz.
Bütün bu problemlerden dolayı Netanyahu’yu suçlamak cazip gelebilir ve o, açıkçası hem içerde hem de İsrail dışında kendisine yönelen eleştirileri fazlasıyla hakediyor. Ancak bu tutum; İsrail’in son 50 yıllık aşamalı stratejik düşünce erimesi şeklindeki daha derin bir problemin gözden kaçırılarak bütün yükün Netanyahu’ya yüklenmesi anlamına gelecektir. Ülkenin kuruluşundan sonraki 20 yılındaki taktik maharet ve başarılar; özellikle yaşı büyük olan İsrailliler arasında 1967’den beri İsrail’in stratejik tercihlerinin ülke güvenliğini ne derecede zayıflattığını görmeyi engellemeye yarıyorlar.
İlk dönem siyonistler ve İsrail’in ilk nesil liderleri dirayetli, ferasetli stratejistlerdi. 1900’lü yıllar başladığında hatta İsrail’in kurulduğu 1948 yılında Filistin’deki çok küçük Yahudi nüfusuna rağmen nerdeyse imkansız gibi görünen bir şeye, Arap dünyasında bir İsrail devleti kurmaya giriştiler. Kurucular; uygun fırsatları kullanma, sonrasında çok iyi bir orduya ve iyi bir hava kuvvetlerine dönüşecek kabiliyetli bir paramiliter güç oluşturma, dünyanın hakim güçlerinden destek alabilmek için çok yoğun çalışma gibi taviz vermez bir gerçekçilikle bunu başardılar. Bu başarılara örnek olarak, hem Amerika Birleşik Devletlerinin hem de Sovyetler Birliğinin 1947 BM bölünme planını desteklemelerini ve İsrail’in kurulmasından hemen sonra her ikisinin de İsrail’i tanımasını hatırlayabilirsiniz. David Ben-Gurion ve arkadaşları Siyonist liderler; çoğunlukla kendilerinin uzun vadeli hedeflerinin gerisinde kalan düzenlemeleri kabul etmeye en azından geçici bir süreliğine hevesli göründüler. Bu tutum onlara, kendilerini nihai amaçlarına yaklaştıran anlaşmalar sağlıyordu.
Devlet olmayı başardıktan sonra yeni hükümet aralıksız bir propoganda aracılığıyla uluslararası destek oluşturmak ve Fransa, Güney Afrika ve diğer bir kaç ülke ile işleyen ittifaklar kurmak için harıl harıl çalıştı. Daha da önemlisi, ABD ile öncelikle büyüyen gücüne ve ABD’deki “İsrail Lobisi”ne dayanan “özel bir ilişki” kurdu. İsrail’in ilk liderleri etrafı düşman güçler tarafından kuşatılmış küçük bir ülkenin çok dikkatli davranması ve uluslararası destek kazanmak için çok uzun bir yol yürümeleri gerektiğini biliyorlardı. Akıllı diplomasi ve büyük yalanlar İsrail’in gizli bir nükleer silahlar cephanesi oluşturmasına ve Benny Morris, Ilan Pappe, Avi Shlaim, Simha Flapan ve diğer “yeni tarihçilerin” 1980’lerdeki ufuk açıcı çalışmalarına kadar yaygın olarak bilinmeyen İsrail’in kuruluşunun acımasız gerçeklerini gizlemesine yardımcı oldu.
Hiç bir hükümet kusursuz değildir, İsrail’in ilk dönem liderleri zaman zaman hatalar da yaptılar. Ben-Gurion 1956 yılındaki Süveyş Krizi’nde Mısır’a saldırma ve sonrasında İsrail’in askerlerini çekmeme konusunda İngiltere ve Fransa ile iş birliği yaptığında hata yaptı. Sonrasında, Eisenhower yönetiminin sebebsiz tırmandırmaları tölere etmeyeceğini açıkça ifade etmesi üzerine hızlıca bu tutumunu terketti. Fakat toplamda kuruluşundan sonraki ilk dönemlerinde siyonist devletin stratejik yeteneği özellikle düşmanlarıyla mukayese edildiğinde etkileyiciydi.
Dönüm noktası 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndaki büyüleyici zaferiydi. ABD istihbaratının diğer şeylerin yanısıra İsrail’in kolayca kazanacağını öngörmüş olmasına karşın zaferin hızı ve kapsamı pek çoğunu şaşırttı ancak zaferin çıktısı; o zamandan beri İsrail’in stratejik çıkarım yönetiminin altını oyan bir kibir duygusunun güçlenmesine neden olarak zaferin kendisi gibi mucizevi olmadı.
Aklı başınca İsrailli bilim insanlarının sürekli öne sürdüleri gibi temel hata; “Daha Büyük Bir İsrail” kurmak adına uzun süredir yürütülen çabaların parçası olarak Batı Şeria ve Gazze’nin elde tutularak, işgal edilerek ve en nihayetinde kolonileştirilmesidir. Ben-Gurion ve takipçileri yeni kurulmuş İsrail devleti içindeki Filistinlileri minimize etme arayışında idiler ancak Batı Şeria ve Gazze’nin elde tutulması demek İsrailli Yahudi nüfusu ile aynı oranda hızlıca yükselen bir Filistinli nüfusu demektir. Bu strateji yaygın olarak adlandırıldığı gibi işgalin, İsrail’in Yahudi karakteri ile onun demokratik sistemi arasında bir gerilim üretilmesiyle sonuçlanmasına neden olacaktır: bu stratejiyi devam ettirmesi durumunda bir Yahudi devleti olarak kalmasının tek yolu, böylesi siyasi düzenlerin dünyada giderek daha çok artan insan tarafından lanetlendiği bir çağda aparteid bir sistem yaratarak Filistinlilerin politik haklarını ellerinden almasıdır. Böylesi bir sistemi devam ettirebilmesinin bir diğer yolu da etnik temizlik/soykırımdır ancak bu çözümlerin her ikisi de hiçbir gerçek İsrail dostunun onaylayamayacağı insanlığa karşı suçlardandır.
Hemen sonrasında, Daha Büyük İsrail davasını sürdürme adına diğer hatalar ortaya çıktı. İsrailli liderler ve Henry Kissinger’ın aralarında olduğu Amerikalı meslektaşları; Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın, İsrail’in 1967’de işgal ettiği Sina Yarımadası’nın geri verilmesi karşılığında bir barış anlaşması yapmaya hazır olduğunun gösteren işaretleri kaçırdılar. Dahası İsrail istihbaratı, yanlış bir şekilde Mısır ordusunun Sina’da İsrail ordusuna mukabele edemeyecek derecede zayıf olduğunu ve böylece Mısır’ın savaşa girmekten gözünün korktuğunu farz etti. Bu yanlış yargının sonucu 1973 yılının Ekim Savaşı oldu. Savaşın başındaki başarısızlıklara karşın İsrail savaş meydanında üstünlük kurdu ancak savaş sonrasında kurulan masada bu üstünlüğünü devam ettiremedi. Amerikadan gelen baskılar eşliğinde savaşın maliyetleri İsrailli liderleri, Sina’yı Mısır’a bırakma konusunda ciddi görüşmeleri başlatma konusunda ikna etti. Bu tutum değişikliği Enver Sedat’ın tarihi Kudüs ziyareti, Camp David Anlaşması ve en nihayetinde o zaman ABD başkanı olan Jimmy Carter’ın ısrarlı ve maharetli arabuluculuğunda Mısır-İsrail barış anlaşması ile sonuçlandı. Maalesef o zaman İsrail başbakanı olan Menachem Begin Daha Büyük İsrail hedefine bağlı olduğundan ve işgale son vermek istemediğinden bu umut verici fırsatı Filistin sorununu kesin olarak çözmek için kullanmadı.
Stratejik muhakemenin aşındığına dair bir diğer işaret İsrail’in 1982’deki talihsiz Lübnan işgaliydi. Bu plan, Begin’i; askeri bir saldırının Lübnan’da ciddi bir varlığı olan FKÖ’yü böleceği, Beyrut’ta İsrail yanlısı bir hükümeti tesis edeceği ve Batı Şeria’da İsrail’e tam selahiyet sağlayacağı konusunda ikna eden o dönem İsrail savunma bakanı şahin Ariel Sharon’un parlak buluşuydu. İşgal kısa süreli bir askeri başarıydı ancak İsrail’in 2000 yılında Lübnan’dan çıkmasını zorlayacak derecede güçlü bir direnç gösteren Hizbullah’ın oluşumuna öncülük etti. FKÖ’nün Lübnan’dan çıkarılması Filistinlilerin direnişini durdurmadı aksine Filistinlilerin topraklarını terk etmeyeceklerinin, kalıcı bir İsrail tahakkümünü asla kabul etmeyeceklerinin bir diğer açık işareti olan 1987’deki İntifada’ya giden yolun taşlarını döşedi.
Uzak görüşlü İsraillilerin Filistin sorununun ortadan kalkmayacağını bilmelerine karşın birbirini izleyen İsrailli hükümetler sorunu daha da kötüleştirecek bir şekilde davranmaya devam ettiler. Örneğin, FKÖ 1993 yılında ilk Oslo Anlaşmasını imzalayarak İsrail’in varlığını kabul etmesine karşın hiç bir İsrailli lider Filistinlilere kendilerine ait olacak bir devlet vermeye asla gönüllü değillerdi. 2000 yılındaki Camp David zirvesinde o zaman başbakan olan Ehud Barak tarafından önerilen sözde cömert teklif o zamana kadar yapılan bütün İsrail önerilerinin önüne geçse de Filistinlilere yaşayabilir bir devlet vermenin çok gerisinde kalıyordu. İsrail’in en iyi önerisi; İsrail’in yeni siyasi varlığın sınırlarına, hava sahasına ve su kaynaklarına yönelik mutlak kontrolü elinde tutacağı şekilde Batı Şeria’da birbirinden ayrı ve silahtan arındırılmış iki veya üç kanton oluşturacaktı. Bu, bırakın herhangi bir Filistin liderin kabul etmesini, yaşayabilir bir devlet değildi. Eski İsrail dışişleri bakanı Shlomo Ben-Amir’in “Eğer ben bir Filistinli olsaydım Camp David’i reddederdim” demesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Filistinlilerle barış yapmak; İsrail’in İşgal Edilmiş Bölgelerde yerleşimleri genişletmeyi (Filistinlilerin topraklarını ve evlerini çalmayı) durdurmasını ve yetkin, etkili ve meşru bir hükümet kurmak için Filistinlilerle çalışmasını gerektirmektedir. Bunun yerine İsrailli liderler özellikle de Sharon ve Netanyahu tarafından kurulan hükümetler bunun tam tersini yaptı. Yerleşimlerin genişlemesini (Filistinlilerin topraklarını ve evlerini çalmayı) durdurmayı reddediyorlar, zımnen Hamas’ı desteklemek ve iki devletli bir çözüm için ortaya konan ABD çabalarını sabote etmek anlamına gelse de Filistinlileri zayıf ve bölünmüş tutmak için canhıraş bir şekilde çalışmaktadır. Bu gayretlerin sonucu; 2008-09’daki Dökme Kurşun Operasyonu, 2014’teki Koruyucu Kenar Harekatı gibi yenilenen yıkıcı fakat sonuçsuz saldırılar serisidir. Bu sürekli tekrarlanan “çim biçme” çabaları Filistinlilerin direncini kırmadı ancak on yıllar içinde İsrail’e yönelik gerçekleştirilen en korkunç saldırılardan biri olan Hamas’ın 7 Ekim’deki sınır aşan saldırısıyla sonuçlandı.
İsrail’in stratejik miyopluğunun bağıran son bir örneği, İran’ın nükleer programını sınırlamaya yönelik uluslararası çabalara gösterdiği tutkulu muhalefetidir. İsrail, kendisi için iyi olan stratejik nedenlerden dolayı Orta Doğu’daki tek nükleer güç olarak kalmak istiyor ve en önemli bölgesel rakibinin nükleer bomba elde etmesini istemiyor. Bundan dolayı Netanyahu ve diğer İsrailli liderlerin, ABD ve dünyanın diğer önemli güçlerinin İran’ı 2015 yılında oluşturulan Ortak Kapsamlı Eylem Planı anlaşmasını imzalamaya ikna etmelerine memnun olmaları ve rahatlamaları gerekiyor. Neden? Çünkü bu anlaşma; Tahran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini azaltmayı, zenginleştirilmiş uranyum stoğunu azaltmayı ve İran’ın bir on yıl içinde veya daha uzun süre boyunca bir nükleer bombaya erişimini engelleyecek Uluslararası Atom Enerjisine programsız denetim yapma imkanını sağlıyor. Emektar pek çok İsrailli güvenlik yetkilisi makul olarak bu anlaşmayı destekliyor ancak Netanyahu ve onun fanatik destekçileri, AIPAC ve ABD’deki İsrail lobisi içinden bazı şahin gruplar bu anlaşmaya ikna olmaz bir şekilde karşılardı. Fanatik destekçiler o zaman başkan olan Donald Trump’ı 2018 yılında anlaşmadan uzaklaşması konusunda ikna etmede kilit rol oynadılar ve bu gün İran bir nükleer bombaya sahip olmaya her zamankinden daha yakındır. Bundan daha sığ görüşlü bir İsrail politikası düşünmenin imkanı yok.
İsrail’in stratejik maharetindeki bu dramatik düşüşü ne izah edebilir? Önemli faktörlerden biri; kibir ve ABD’nin İsrail’i korumasından ve İsrail’in arzularına itaat etmesinden kaynaklanan dokunulmazlık duygusudur. Eğer dünyanın en güçlü devleti arkanızdaysa ne yaptığınızın bir önemi yoktur, hareketleriniz hakkında dikkatlice düşünme ihtiyacınız kaçınılmaz olarak azalır. Dahası, İsrail’in kurban olarak sadece kendisini görme ve kendi politikalarına yönelik muhalefeti anti-semitizm olarak yaftalama eğilimi fayda getirmemektedir çünkü İsrailli liderlerin ve İsraillilerin karşılaştıkları öfkeyi kendi yaptıklarının nasıl tetikleyebildiğini görmelerini zorlaştırmaktadır. İsrail’de en uzun süre başbakanlık Netanyahu yönetimi problemin başka bir boyutudur özellikle de kendi ülkesi için neyin en iyisi olduğu duygusundan değil de kendi çıkarına (yani yolsuzluktan dolayı hapis yatmaktan kurutlmak için) iyi olan şeylere yönelmesinden dolayı problemin parçası olmuş durumdadır. Buna ek olarak messiyanik görüşleri Haretz tarafından ürpertici bir makalede özetlenen dindar aşırı sağın artan etkisi ve al sana felaket tarifi! Bir ülke kıyamet kehanetlerine dayanarak ve kendi lehlerine ilahi müdahale beklentileri üzerine stratejik kararlar almaya başlamışsa aman dikkat!
Bu neden önemli? Çünkü ABD’nin 11 Eylül’e verdiği cevapta gösterdiği gibi stratejik seçenekleri hakkında akıllıca düşünmeyen ülkeler kendilerine ve başkalarına ciddi zararlar verebilirler. İsrail’in hareketleri kendi uzun vadeli beklentilerini tehdit etmektedir dolayısıyla İsrail’in parlak bir geleceğe sahip olmasını isteyen herkes özellikle onun gerileyen stratejik muhakemesinden endişe duymalıdır. İntikamcı ve öngörüsüz davranışları onlarca yıldır masum Filistinlilere büyük zarar verdi ve bu gün de vermeye devam ediyor ancak bu zararın Filistinlilerin direncini kırma şansı çok az. Dengesiz ve düşüncesiz bir ortağa sıkı sıkıya bağlı olmak ABD için de ciddi bir sorundur çünkü; zaman, dikkat ve kaynakları tüketmeye devam eder ve ABD’nin hem etkisiz hem de iki yüzlü görünmesine neden olur. Aynı zamanda yeni bir anti-Amerikan terörizmi dalgasına ilham kaynağı olabilir ki bu sonucun yol açacağı açık zarar ortadadır.
Maalesef bu durumun nasıl düzeltileceği de çok açık değildir. İsrail’in ABD’deki destekçilerinin yapabileceği en iyi şey; hem Demokratlara hem de Cumhuriyetçilere Yahudi devletine sert bir sevgi göstermeleri için baskı yapmak ve böylece İsrail’in mevcut yörüngesini yeniden gözden geçirmesini sağlamaktır. Elbette bunun için AIPAC gibi lobi gruplarının da İsrail’in bu gün içinde bulunduğu çıkmaza girmesi konusunda kendi rolleri hakkında düşünmelerini sağlamayı da gerektirmektedir. Ne yazık ki bunun yakın zamanda gerçekleşebileceğinin herhangi bir işareti görünmemektedir. Aksine İsrail ve ABD’deki destekçileri inatçı bir şekilde durdukları noktada durmaktadırlar. Bu felaket değilse bile sonu gelmeyen bir belanın tarifidir.
*Stephen M. Walt Foreign Policy’de bir köşe yazarı ve Hardvard Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Profesörüdür.
SOSYAL MEDYA