Parlamentonun 11 Kasım 2025’te oy kullanmasının planlandığı Irak, bu oylamanın çok ötesine geçen bir dönüm noktasında bulunuyor. Bu dönüm noktasının özünde iki temel soru yatıyor: Bağdat, Halk Seferberlik Güçleri’ni (PMF) ve Tahran’a olan bağımlılığını ortadan kaldırarak güvenlik aygıtı üzerinde gerçek bir egemenlik elde edebilir mi ve mevcut siyasi yapıyı ortadan kaldırarak onu kontrol eden yozlaşmış siyasi elitlerden kurtulabilir mi? Bu soruların yanıtları yalnızca Irak’ın geleceğini değil, aynı zamanda genel bölgesel düzeni de yeniden tanımlayacaktır.
Paralel Bir Devletin Anatomisi
Halk Seferberlik Güçleri’nin (PMF), acil durum milislerinden kökleşmiş iktidar yapılarına evrilmesi, Irak’ın egemenlik krizinin vücut bulmuş hâlidir. 2014 yılında Büyük Ayetullah el-Sistani tarafından DEAŞ’a karşı görevlendirilen bu güç, bugün 238.000 askeri kontrolü altında tutuyor—ve bunların arasında İran Devrim Muhafızları’yla pervasızca ittifak kurmuş sertlik yanlısı unsurlar da bulunuyor.
PMF, Irak’ın siyasi ve ekonomik yapısına metastaz yapmış durumdadır. Kontrol noktalarını işletir, bakan atar ve devlet bütçesinden her yıl 3 milyar dolar yutar. Bir güvenlik gücü, siyasi makine ve kleptokrasi—hepsi bir arada. Milisler özel işkence ve kayıp hapishaneleri işletir, cezasızlıkla öldürür; din adamları erdem vaazları verirken petrol gelirlerini Tahran’daki villalara ve Zürih’teki banka hesaplarına aktarırlar. Chatham House’tan Dr. Renad Mansour’un dediği gibi, PMF “Irak’ın güvenlik sektörüne dış müdahaleyi kurumsallaştırmış” ve egemenliği bir illüzyona dönüştürmüştür.
Washington’ın Stratejik Hamlesi
Washington, Ağustos 2025’te, Bağdat’ın Halk Seferberlik Güçleri’ni (PMF) kendi komuta yapısına ve bütçesine sahip bağımsız bir askeri güç olarak tanıyacak yasayı rafa kaldırmasıyla taktiksel bir zafer kazandı. Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun “kapsamlı bir inceleme” tehdidi ve olası yaptırımlar uyarısı yeterli oldu.
Amerikan baskısı, diplomatik nezaket sınırlarını aşmaktadır. Haziran ayında ABD, Al-Rafidain Bankası’nı PMF işlemlerini onaylamaktan vazgeçmeye zorlayarak bir ödeme kesintisi uyguladı; bu, fanatik bir yolsuzlukla mücadele kampanyası kisvesi altında yürütülen ekonomik bir boğma hamlesiydi. Britanya’nın temsilcisi Irfan Siddiq, IŞİD’in yenilgisinin ardından PMF’nin barış zamanı faydasını sorgulayarak Washington’ın çizdiği hattı harfiyen tekrarladı. Washington Enstitüsü’nden Michael Knights bu stratejiyi şöyle özetliyor: PMF fraksiyonlarını sıfır toplamlı bir tercihe zorlamak—ya Bağdat’ın nominal otoritesini kabul et ya da izolasyon ve ekonomik boğulmayla yüzleş—artık “entegrasyon”, “boyun eğme”nin örtülü bir ifadesi olarak kullanılmaktadır.
İran’ın Zayıflayan Eli
Bölgesel dayanakları çökerken, Irak Tahran’ın geriye kalan tek işlevsel ayağı hâline gelmiştir—Esad’ın düşüşü Suriye kara köprüsünü koparmış, Hizbullah ateşkes taleplerini kabul etmiş, Husiler geri çekilmiştir. Ancak İran’ın ekonomik kan kaybı—rival %62 oranında değer kaybetmesi ve enflasyonun %32’ye ulaşması—Irak’ı stratejik bir varlıktan mali bir can simidine dönüştürmektedir. PMF içindeki yolsuzluk şebekeleri, acil ihtiyaç duyulan dövizi Tahran’a akıtırken, milyarlarca dolar offshore kasalara karışıyor ve Iraklı çocuklar kolayca tedavi edilebilecek hastalıklar nedeniyle hayatlarını kaybediyor. Carnegie analistleri, PMF fraksiyonlarının artık ideolojik yayılma yerine himaye sistemi yoluyla hayatta kalmaya odaklandığını belirtiyor—bu da Washington’ın istismar edebileceği bir zayıflıktır.
Kasım Ayının Belirsiz Kararı
Kasım ayındaki seçimler—38 parti, 31 koalisyon ve 79 bağımsız adayın katılımıyla—bu çakışan baskılar ortamında gerçekleştiriliyor. War on the Rocks, “Şii çoğunluk içinde benzeri görülmemiş bölünmeler” yaşandığını ve bunun PMF’nin etkisini sınırlayacağını belirtiyor. Buna rağmen Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani, PMF’nin egemen olduğu bir koalisyonun içinden yönetiyor ve sadakatlerini Washington ile yerel güç tabanı arasında dengelemek zorunda kalıyor.
Paul Bremer’den bu yana tüm Irak başbakanları—orduya bir kalem darbesiyle son veren, devleti içten çökerten ve patlama duvarlarının arkasında hükmeden seçilmemiş genel vali—başarısızlığın birer dipnotu hâline geldiler; bakanlıkları ise çıkar şebekelerine dönüştü. Hesap acımasız: PMF’nin dağıtılması kanlı bir tepkiyi ve mezhep temelli bir yangını tetikleyecektir; varlığını sürdürmesi ise egemenliğin kalıcı şekilde içinin boşaltılmasını ve Amerika’nın bitmeyen öfkesini garanti edecektir. Irak, felaketle sonuçlanacak seçenekler arasında sıkışmış durumda.
Bölgesel Yansımalar
Irak’ın gidişatı, Orta Doğu genelinde geniş kapsamlı sonuçlar doğuracaktır. Özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar ile Irak arasındaki ilişkiler, bu ülkelerin İran hegemonyasına alternatifler aramasıyla birlikte daha da yakınlaşmıştır. Türkiye’nin ekonomik ve diplomatik katılımı da, Ankara’nın daha eşitlikçi bir Irak arzusu doğrultusunda daha belirgin hâle gelmiştir.
Ürdün’ün merhum Kral Hüseyin’i tarafından popülerleştirilen ve İran’ın bölgesel hakimiyetine karşı bir uyarı niteliği taşıyan “Şii Hilali” kavramı, en ciddi sınavını Irak’ta vermektedir. Bağdat, güvenlik aygıtı üzerindeki kontrolünü başarıyla pekiştirebilirse, bu sadece Tahran için taktiksel bir yenilgi olmakla kalmayacak, aynı zamanda Lübnan, Suriye ve Yemen’i de kapsayan stratejik bir yeniden hizalanma anlamına gelecektir.
İleriye Dönük Yol
Irak, nominal bir egemenlik ile kurumsallaşmış bir bağımlılık arasında gidip geliyor. Kasım ayındaki seçimler bu paradoksu ortadan kaldırmayacak, ancak ülkenin yönünü belirleyecek. Kan dökülmeden gerçekleşecek bir dönüşüm, PMF gruplarının entegrasyonu kabul etmesine, Tahran’ın isteksizce güç kaybını kabullenmesine ve Washington’ın reformlar için bedel ödemeye razı olmasına bağlı.
Mesele, Irak’tan daha büyüktür. Bir zafer, İran’ın vekâlet paradigmasının tersine çevrilebileceğini gösterebilir; ancak bir yenilgi, devlet kurumlarının dış güçlerce geri döndürülemez biçimde ele geçirilmesini kesinleştirir. Yeşil Bölge, yasaların bir illüzyon, adaletin ise öldüğü, tasarlanmış sefaletten yalıtılmış asalak bir saray olmaya devam ediyor. Iraklılara sunulan sadece partizan bir seçim değil, egemenliklerinin kendisi üzerine bir referandumdur—Irak kendi geleceğini mi belirleyecek, yoksa bölgesel yırtıcıların savaş alanı olarak mı kalacak? Bu, önümüzdeki on yıllar boyunca Orta Doğu’yu meşgul edecek bir sorudur.
Tarih Ağlıyor, Iraklılar Hiç Dinleyecek ve Öğrenecek Mi?
Onlar, sol ellerinde bayraklar, sağ ellerinde içi boş vaatlerle, erdemin çalınmış giysilerine bürünmüş özgürlükçü kılığında geldiler—özgürlük elçileri gibi davranan emperyalist misyonerlerdi. Emperyal kibirin büyük ustaları Bush ve Blair, uydurma kitle imha silahlarıyla felaketi ateşlediler, ardından Irak’ı demokrat olarak vaftiz edilmiş savaş ağalarına, din adamlarına ve hırsızlara teslim ettiler.
Milisler—İran etkisindeki ve Bağdat tarafından finanse edilen gruplar—özel işkencehaneler ve kayıp hapishaneleri işletiyor. Din adamları erdem vaazları verirken, petrol zenginliklerini Tahran’daki villalara yönlendiriyor ve Zürih’teki banka hesaplarına park ediyorlar. Yeşil Bölge, tasarlanmış sefaletin dışına kapatılmış ayrıcalıklı bir yer olmaya devam ediyor.
Iraklılar bir zamanlar tek bir zorbanın zulmüne katlanmıştı. Şimdi ise sayısız surete bürünmüş, üniformalı ve başlıklı, kimlikli ve silahlı binlerce tiranın boyunduruğundalar. Irak halkı ihanete uğradı, ama kırılmadı; susturuldu, ama sessiz değil. Öfkeleri kaynıyor, hesap vaktini bekliyor. Özgürlük vaadi bir lanete, demokrasi hayali ise bir kâbusa dönüştü. Kasım ayının sorusu şudur: Geçmişi geride bırakmak mı, yoksa başarısızlığıyla tanınan yüzleri yeniden seçmek mi? Tarih, yanıtını talep ederek haykırıyor.