Yeni Sınıf Savaşı

Avrupa'yı kasıp kavuran “yeşil tepki” ya da “greenlash”, elit politikaların sıradan vatandaşlar üzerindeki maddi etkileri dikkate alınmaksızın dayatıldığında kaçınılmaz olarak siyasi direniş doğurduğunu ortaya koyuyor. İklim politikalarının getirdiği maliyetlere dair ekonomik kaygılar, siyasetçilere ve bilimsel otoritelere duyulan güvensizlikten kaynaklanan kültürel şikâyetlerle birleşerek güçlü bir muhalefet hareketi yaratıyor. Araştırmalar, yeşil politikalara yönelik memnuniyetsizliğin hem ekonomik hem de kültürel köklere sahip olduğunu ve otomotiv sanayisindeki dönüşümlerden veya enerji kullanımına yönelik kısıtlamalardan etkilenen bölgelerde muhalefetin arttığını gösteriyor.
Kasım 1, 2025
image_print

Dünya genelinde tektonik bir değişim yaşanıyor — büyüklüğüne ve önemine rağmen ana akım medyada neredeyse hiç yer bulamayan kitlesel bir halk protestosu dalgası. 2019’da Hollandalı çiftçilerle ve 2022’de Kanadalı kamyon şoförleriyle başlayan hareket, 2025’in siyasi manzarasını şekillendirmeye devam eden daha geniş bir işçi sınıfı isyanına dönüştü. Hollanda’da on binlerce çiftçi, sektörlerini yok etme tehdidi taşıyan hükümet politikalarına karşı yürüyüş düzenledi. Kanada’da ise kamyoncuların banka hesapları donduruldu, bağış toplama faaliyetleri kısıtlandı; hükümetin dayatmalarına karşı direnişleri tartışma ile değil, mali cezalarla karşılandı. Sri Lanka’da ise organik dönüşüm için hazırlanan ütopik planlar, sert gerçeklik ve halkın öfkesiyle çarpışınca hükümet devrildi.

Bunlar münferit olaylar değil; giderek daha fazla sıradan insanların aleyhine işleyen çevresel ve ekonomik gündemleri dayatan küresel elitin hırslarına karşı daha geniş çaplı bir isyanın belirtileri. 2025’in son aylarına girerken bu eğilim daha da derinleşmiş durumda. Göçmen karşıtı gösteriler, Birleşik Krallık, Hollanda, İrlanda ve Almanya’da olağan hâle geldi; Avrupa toplumlarındaki derin fay hatlarını gözler önüne serdi. Tanıklık ettiğimiz şey, bu kez geleneksel sol-sağ tartışmalarıyla değil; yönetici elit ile alt-orta sınıf ve işçi sınıfı arasındaki mücadeleyle tanımlanan yeni bir tür sınıf çatışmasıdır.

Bugün bu dinamiği dört grup yönlendiriyor: Kıyamet senaryolarıyla meşgul ve medya, siyaset ile akademide orantısız biçimde temsil edilen aktivistler; özellikle Twitter gibi platformlarda toplumsal onay için erdem gösterisi yapmaya hevesli politikacılar; samimi bir inançtan bağımsız olarak kâr uğruna moda trendlere yönelen şirketler; ve son olarak, vergilerini ödeyen, huzurlu bir yaşam sürmek isteyen ancak dünyalarının yukarıdan dayatılan talimatlarla giderek daha fazla ihlal edildiğini gören sessiz çoğunluk.

Almanya’yı ele alalım: burada nükleer enerjiden tek taraflı vazgeçme kararı, pratik değil ideolojik gerekçelerle alındı. Rüzgâr ve güneş enerjisinin enerji açığını kapatacağına ikna edilen vatandaşlar, şimdi artan maliyetler ve azalan güvenilirlik gibi acı bir gerçekle karşı karşıya. Yenilenebilir enerji kullanımında önemli ilerlemeler kaydedilmiş olmasına rağmen, Güney ve Doğu Avrupa hâlâ kriz öncesi seviyelere göre %40 ila %70 daha yüksek olan perakende enerji faturalarıyla boğuşuyor. Benzer örüntüler Avrupa genelindeki tarım politikalarında da görülüyor; Avrupa Komisyonu, çiftçilerin süregelen protestoları karşısında Yeşil Anlaşma kapsamındaki çeşitli yükümlülükleri geri çekmek zorunda kaldı. Her durumda, demokratik toplumlar kendilerini çoğunluk tarafından değil, son derece aktif ve görünür çıkar gruplarından oluşan dar bir koalisyon tarafından yönetilirken buluyor.

Siyasi sonuçlar artık inkâr edilemez durumda. 2025 yılında, modern tarihte ilk kez, popülist partiler Avusturya, Almanya, Fransa ve Britanya’da aynı anda anketlerde ilk sıraya yerleşti. Almanya için Alternatif (AfD) partisi, %26 oranında destekle ülkenin en popüler partisi hâline geldi. Hollanda’da Geert Wilders, göç politikası nedeniyle hükümetin düşmesine ve erken seçime gidilmesine yol açtı. Polonya, muhafazakâr sağa geri dönerken; Portekiz, Avusturya ve Çek Cumhuriyeti’nde popülist hareketler kayda değer kazanımlar elde etti.

Bu arada, Batı’daki sözde ilerici hareketler, savunduklarını iddia ettikleri işçi sınıfından giderek daha fazla uzaklaşıyor. Gerçek şu ki, insanların çoğu uygun fiyatlı enerji, gıda güvenliği, iyi okullar, yönetilebilir düzeyde göç ve ulusal kimliklerinin korunmasını istiyor. Arzuladıkları şey, akademik teorisyenler ve devlet destekli aktivistler tarafından dayatılan sonsuz bir yeşil devrim değil.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Başkan Trump’ın 2024 yılında yeniden iktidara gelişi büyük ölçüde işçi sınıfı seçmenler tarafından sağlandı; ancak bu, onların daha muhafazakâr hâle gelmelerinden kaynaklanmıyordu. Araştırmalar, üniversite diploması olmayan işçilerin 1990’lardan bu yana çoğu politika konusunda aslında daha ilerici hâle geldiklerini, ancak buna rağmen Demokrat Parti’yi terk etmeye devam ettiklerini gösteriyor. Trump, işçi sınıfı seçmenlerini yalnızca ideolojiyle değil, rakiplerinin göz ardı ettiği ekonomik acılarına seslenerek kazandı. Otomasyon ve sanayi çöküşünden ağır darbe alan bölgelerde zemin kazandı ve düşük gelirli, sosyal yardıma bağımlı ilçelerde açık çoğunluğu elde etti.

Sonuçlar yalnızca seçim sonuçlarında değil, elit önceliklerin sistematik olarak geri çekilmesinde de görülüyor. Trump’ın yeniden seçilmesinin ardından Amazon, Meta, Google ve IBM gibi büyük şirketler, çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık (ÇEK; İng. DEI) programlarını hızla geri çekti. Bir zamanlar kurumsal politika açısından vazgeçilmez kabul edilen bu uygulamalar, artık siyasi açıdan zehirli sayılıyor; şirketler geri adımı hukuki baskılar ve değişen siyasi rüzgârlarla gerekçelendiriyor. Bu arada, seçkin üniversiteler, geçmişe dayalı kontenjan uygulamaları ve Trump seçmenlerinin çocuklarına yönelik algılanan ayrımcılık nedeniyle artan tepkilerle karşı karşıya.

Bu sessiz savaşın merkezinde bilgi kontrolü yer alıyor. Büyük çaplı protestolarla ilgili haberleri bastırarak ya da muhalifleri marjinal aşırılıkçılar olarak yaftalayarak, elitler etkili örgütlenme ve direnişi engellemeyi umuyor. Kanada’daki kamyon şoförlerine verilen tepki, Hollandalı çiftçilerin radikal olarak etiketlenmesi ve protesto hareketlerinde en uç seslerin öne çıkarılması, meşru demokratik şikâyetlerin marjinalleştirilmesine hizmet ediyor.

Bu sınıf mücadelesi yalnızca bir iç politika meselesi değil; aynı zamanda jeopolitik açıdan da önem taşıyor. Avrupa, stratejik uyumun en çok ihtiyaç duyulduğu anda içsel çelişkilerle kendi kendini kösteklemiş durumda. Çin Kuşak ve Yol Girişimi’ni teşvik ederken, Avrupa Birliği liderleri uluslararası kalkınma stratejilerinde iklim ve toplumsal cinsiyet eşitliğine öncelik veriyor. Avrupa sanayisi, 2021’den bu yana ağırlıklı olarak enerji maliyetlerindeki artış nedeniyle bir milyondan fazla iş kaybına uğradı. Uzun vadeli temiz enerji anlaşmaları ve verimliliği artıracak girişimler olmaksızın Avrupa, rekabet gücünü tamamen yitirme riskiyle karşı karşıya.

İktidarda olanlar, hizmet ettikleri insanların gerçek arzularını yansıtan politikalar üreterek bunu kanıtlamalıdır. 2025 yılına ait anketler, marjinal bir aşırılığı değil, sesini duyurmak isteyen demokratik çoğunluğu temsil ediyor. Bu değişim gerçekleşmediği sürece, elitlerin hırsları ile işçi sınıfının gerçeklikleri arasındaki uçurum daha da büyüyecek; bu da huzursuzluğu körükleyerek demokratik meşruiyetin temellerini aşındıracaktır. Savaş artık sessiz değil; çoğunluğun sesini bulma zamanı geldi — ve 2025 yılında, Amsterdam’dan Dublin’e, Berlin’den Washington’a kadar bu ses her geçen hafta daha da yükseliyor.

Kaynak: https://brusselssignal.eu/2025/10/the-new-class-war/

SOSYAL MEDYA