Ya dünyanın dinleri birbiriyle rekabet etmiyor da, tek bir gerçeğin aşamalı tezahürleri ise?
Farklılıkları tartışmaktan ortak anlamlar aramaya geçmek yalnızca teorik bir düşünce değil. Bunun işe yaradığını bizzat gördüm.
1979 İslam Devrimi’nden sonra, dinin kamusal yaşamın mimarisine dönüştüğü İran’da doğdum. Ancak inançla iktidarın tam da bu birleşimi, ailemin ülkeyi terk etmesine neden oldu. Yasaları çiğnediğimiz için değil, azınlık bir dini topluluk olan Bahailere mensup olduğumuz için zulme uğradık – ve bu zulüm bugün hâlâ sürüyor. Bu deneyim bana dinin dışlayıcı, insanlıktan uzaklaştırıcı ve tahakküm kurucu bir araç olarak nasıl kullanılabileceğini gösterdi. Ama aynı zamanda, dini görmezden gelmenin de çözüm olmadığını öğretti.
Dünya nüfusunun %80’inden fazlası bir dine bağlı olduğunu belirtiyor. Ancak dünyanın birçok yerinde – özellikle Batı’da – din özel bir mesele olarak görülüyor; kibar sohbetlerden uzak tutulması gereken bir konu, ya da en kötü ihtimalle, bölünme ve tehlike kaynağı olarak algılanıyor. Derin bir dindarlığa sahip bir dünyada yaşıyoruz, fakat bu dünya giderek din hakkında nasıl konuşacağını bilemez hale geliyor.
Bu sessizlik tarafsız değil. Özellikle dinin, dini milliyetçiliğin yükselişinden inanç temelli insani kriz tepkilerine kadar jeopolitiği, toplumsal hareketleri ve bireysel yaşamları şekillendirmeye devam ettiği bir dönemde, bir tür kültürel okuryazarlık eksikliği yaratıyor. Amerika Birleşik Devletleri gibi yerlerde ise din, kamuoyu tartışmalarında giderek daha merkezi bir rol üstleniyor – üstelik genellikle yüksek siyasi çıkarlarla birlikte.
Peki, ahlaki netliğe ihtiyaç duyan ama ahlaki dili kullanmaktan çekinen bir dünyada din hakkında nasıl konuşmalıyız?
Ortak bir miras olarak din
Din hakkında konuşma biçimimizi yeniden şekillendirmeme yardımcı olan düşüncelerden biri, kendi inancımdan geliyor – Bahai inancındaki “aşamalı vahiy” (progressive revelation) kavramı. Bu anlayışa göre, dünyanın büyük dinleri aynı manevi hakikatin farklı zamanlarda ortaya çıkmış ifadeleridir; insanlığın değişen ihtiyaçlarına yanıt olarak ortaya konmuşlardır. Bunlar birbirine rakip ideolojiler değil, tek bir hikâyenin farklı bölümleridir. Farklı gerçekler değil, tek bir gerçeğin farklı yansımalarıdır.
Dini, savunulacak ya da karşı çıkılacak kamplar olarak değil de, ortak bir miras olarak ele alsaydık ne olurdu? Hangi dinin “doğru” olduğunu sormayı bırakıp, bize adalet, alçakgönüllülük, bağışlama, ruh ve yaşamın kutsallığı hakkında neyi göstermeye çalıştıklarını sormaya başlasaydık?
Farklılıkları tartışmaktan ortak anlam arayışına geçiş sadece teorik bir fikir değil. Ben bunun işe yaradığını gördüm.
Orta Doğu’daki mülteci topluluklarında, tabandan gelen dinler arası çabaların, karşıt dini geçmişlere sahip yerinden edilmiş insanların iyileşmeye başlamalarına nasıl yardımcı olduğunu bizzat gördüm. Ürdün’deki bir kampta, Hristiyan ve Müslüman kadınlar Ramazan ve Paskalya dönemlerinde birlikte yemek pişirmeye başladılar ve sonunda daha geniş topluluk için ortak ziyafetler düzenlediler. Bunlar kurumsal programlar değildi; inanca ve etiketlerin ardındaki insanı görme iradesine dayanan, sessiz ama onurlu ve onarıcı eylemlerdi.
Bağlantı kurmak
Berlin’deki Suriyeli dini azınlık mülteciler üzerine yaptığım doktora araştırmamda, seküler entegrasyon politikalarının, dinin insanların kimlik, aidiyet ve iyileşme duygularındaki merkezi rolünü çoğunlukla göz ardı ettiğini gördüm. Entegrasyon, dinin görmezden gelindiği zaman değil, dinler arası diyalog, ortak manevi alanlar ya da dini bayramların tanınması gibi yollarla dinin dahil edildiği zaman başarı gösterdi. Bu yaklaşımlar farklılıkları ortadan kaldırmadı. İnsanların birlikte ilerlemesine yardımcı oldu. Din, bölücü bir çizgi olmaktan çıkıp bağlayıcı bir ipliğe dönüştü.
Burada, Aotearoa Yeni Zelanda’daki banliyö mahallemde bile, bunun izlerini her hafta görüyorum. Sokağımızda Müslüman, Hristiyan, Sih, Hindu, Bahai ve başka çeşitli geçmişlere sahip aileler yaşıyor. Her cuma öğleden sonra mahalledeki çocuklar için basit bir ders veriyorum. Şarkılar söylüyor, hikâyeler anlatıyor ve nezaket, doğruluk ve insan ruhunun soyluluğu gibi temaları birlikte keşfediyoruz. Burası, çocukların manevi kimliklerini ve çevrelerine katkı sunma kapasitelerini keşfedebilecekleri bir alan. Zamanla bu, topluluğumuzu sessizce birbirine bağladı. Ebeveynler de bağlantı kurdu – bu bağlantı benzerlikten değil, çocuklarının adil ve şefkatli bireyler olarak büyümelerini isteme ortak arzusundan kaynaklandı.
Merakınızı koruyun
Ruhsal hakikatin zaman içinde ortaya çıktığı fikri, hayatımı değiştirdi. Çocuklarımı nasıl yetiştirdiğimi, farklı inançlara sahip komşularımla ilişkilerimi ve kamusal hayata katılım biçimimi şekillendirdi. Bu fikir, savunmacı olmak yerine merak duygumu korumama yardımcı oluyor; başkalarına sabit kategorilerle değil, birbirimizden öğrenebileceklerimize açık bir yaklaşımla yaklaşmamı sağlıyor.
Ve aslında mesele tam da bu: Ahlaki hayal gücü – yalnızca olanı değil, olabilecek olanı da görebilme yetisi. Bu bizi yeni türden sorular sormaya davet ediyor:
Anlamlı bir hayat yaşamak ne demektir?
Hem saygıyı hem aklı aynı anda nasıl taşıyabiliriz?
Geleneklerimiz, dünyanın hâlâ ihtiyaç duyduğu hangi gerçekleri içinde barındırıyor?
Din hakkında konuşmayı bırakıp onunla dinlemeye başladığımızda ne olur?
Bunlar kolay sorular değil. Ama çok önemli sorular. Seküler çerçeveler birçok araç sunsa da, çoğu zaman insan ruhunun en derin özlemlerini ifade etmekte yetersiz kalıyor. Din kötüye kullanılmış olsa da, açıklığın, şefkatin ve ortak amacın kaynağı olarak yeniden kazanılabilir.
Dindeki bilgeliği kabul etmek, onun yol açtığı zararı inkâr etmek anlamına gelmez. Bu, hikâyenin tamamını anlatmak demektir – inancı fanatizmden ayırmak ve sessizliği değil, daha iyi bir dili tercih etmek: Alçakgönüllülüğe, sorgulamaya ve umuda dayanan bir dil.
Kamusal yaşamda daha az dine değil, din hakkında daha iyi konuşma yollarına ihtiyacımız var – hem inananların hem de inanmayanların dürüstlük ve derinlikle anlamlı şekilde katılım sağlayabileceği yollar.
Belki bu, basit bir bakış açısı değişikliğiyle başlar: Ya dünyanın dinleri birbirine rakip iddialar değil de, tek bir gelişen gerçeğin yansımalarıysa? Ya tüm farklılıklarımızın altında, birçok dille anlatılan tek bir hikâye varsa?
Eğer buna inanırsak, kimin haklı olduğunu sormayı bırakıp, neyin mümkün olduğunu sormaya başlayabiliriz. Ve belki o zaman, hepimizin içinde yaşamak istediği dünyayı kurmaya başlayabiliriz.
- Dr Kat Eghdamian, insan hakları uzmanı, yazar ve din, etik ile sosyal adalet konularında danışmandır. Birçok kıtada çalışma deneyimine sahip olan Eghdamian, inanç ve ahlaki çerçevelerin kimliği ve toplumu nasıl şekillendirdiğini araştırmaktadır.