Solun Ütopik Düşünceye İhtiyacı Var

Solun da kendi karşı önerilerine ihtiyacı var: hem bugün atılması gereken adımları belirlememize yardımcı olacak hem de uzun vadede motivasyonumuzu koruyacak, dönüştürülmüş bir topluma dair zengin anlatılar. Bütün solcuların tek bir ütopya etrafında birleşmesi gerektiğini savunmuyorum; ancak toplumsal dönüşüm için iddialı hedefler etrafında yürütülen tartışmaların ve deneylerin yalnızca akademik bir mesele değil, acil bir siyasal proje olduğunu düşünüyorum. Marx ve Engels ne derse desin, ütopyanın radikal potansiyeli henüz tükenmemiştir.
Eylül 21, 2025
image_print

Mevcut durumu savunan muhafazakârlar, sıklıkla muhaliflerini “ütopik” olmakla damgalar. Ancak sosyalistlerin ve feministlerin bu terimden korkmasına gerek yoktur, zira ütopik düşünce, pratik alternatifler geliştirmemize yardımcı olmak açısından önemli bir rol oynayabilir.

“Bireysel zenginlik uğruna bireyler arası rekabete dayanan hiçbir toplumsal düzenleme sistemi altında kadınlar, erkeklerle eşit mutluluğa erişemez.” İrlandalı sosyalistler William Thompson ve Anna Wheeler, 1825 yılında James Mill’e karşı kaleme aldıkları kitap uzunluğundaki feminist yanıtta bu sözlerle toplumsal cinsiyete dayalı baskıyla ekonomik baskıyı birbirine bağladılar. Bu tür argümanlar, sonraki kuşak Marksistler için temel, hatta apaçık hale gelecekti.

Ancak Karl Marx, Thompson ve Wheeler’ın çıktığı hareketi bizzat eleştirmişti. Onlar, Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da ele aldığı 19. yüzyıl “ütopik sosyalistlerinden” Robert Owen’ın takipçileri arasındaydı. Manifestoya göre, Owen gibi figürler, gerçek sınıf mücadelesine dayanmak yerine “gelecekteki toplumun fantastik resimlerini” üretmişlerdi.

Barbara Taylor’ın klasik tarih çalışması Eve and the New Jerusalemda gösterdiği üzere, Marx ve Engels’in bu değerlendirmesi Owen’cılara karşı haksızdı. Zira Owen’cıların kadınların özgürleşmesi gibi hayati meselelere dair düşünceleri, dönemin ilerici çağdaşlarıyla ve hatta sonraki sosyalist hareketlerle karşılaştırıldığında, bugünün ikna edici feminist görüşlerine şaşırtıcı ölçüde yakındı. Daha genel olarak ifade edersek, Engels’in terminolojisini kullanarak “bilimsel” sosyalizmin “ütopik” sosyalizmden üstünlüğüne dair argüman, tartışmalı varsayımlara dayanır ve nihayetinde toplumsal dönüşüm projesi açısından ütopik düşüncenin değerini gölgede bırakır.

Ütopyanın Nesi Yanlış?

Anti-ütopyacılığı anlamak için iki tür argümanı ayırt etmek faydalı olabilir. Marx ve ütopya üzerine çalışan akademisyen David Leopold, temel (foundational) ve temele dayanmayan (nonfoundational) itirazlar arasında yararlı bir ayrım sunar. Temel itirazlar, var olmayan ideal toplumların tüm ayrıntılı tanımlarını (Leopold’un ütopya tanımını ödünç alarak) reddederken; temele dayanmayan itirazlar, ütopik düşüncenin belirli örneklerine veya belirli özelliklerine karşı çıkar. Leopold’un gösterdiği gibi, Marx ve Engels, ütopik sosyalizmi her iki açıdan da eleştirir.

Ütopyacılıkla ilgili belki de en çarpıcı sorun, onunla ilişkili değişim teorisidir. Marx ve Engels’in savunduğu gibi, Owenizm’in merkezi stratejisi örnek olma gücü ve ahlaki ikna yoluyla hareket etmekti ve bu, hâlihazırda iktidarda olanların ikna edilmesini gerektiriyordu. Eğer hareket, ezilen çoğunluğun iktidarı nasıl ele geçireceğine dair bir teoriye sahip değilse, önerdiği toplumsal kurumları inşa edebilmek için kapitalizm altında maddi kaynaklara sahip olan kritik bir kesimi ikna etmesi gerekiyordu.

Ancak Owen’ın sanayici dostlarının ütopya inşa etmeye dair pek az motivasyonu vardı; zira mevcut sistem onlara, gerçek anlamda eşitlikçi bir dönüşümün kendilerinden esirgeyeceği türden bir zenginlik ve statü sağlıyordu; oysa işçiler kazanacak daha çok şeye sahipti. Bu nedenle, maddi çıkarlar ile sınıf mücadelesine daha merkezi bir rol veren bir teori tercih edilebilir; yine de ahlaki ikna da önemli bir rol oynamaya devam etmelidir (örneğin Marx ve Engels gibi “sınıf hainlerini” üretmekte ve işçileri ikna etmekte).

Leopold’un terminolojisinde, ütopik düşünceye yönelik bu itiraz ikna edici olsa da temele dayanmayan bir itirazdır. Ütopyacılığın doğasında, sınıf mücadelesini görmezden gelip yalnızca ahlaki iknaya odaklanan bir değişim teorisi olması gerekmez. Ayrıntılı bir sosyalist taslak oluşturmanın değerini görmek için, bu taslağın salt akılcılığının onu yaygın biçimde hayata geçireceğine inanmamız gerekmez.

Leopold, Marx ve Engels’in ütopyacılığa yönelttiği üç temel eleştiriyi belirler. “Normatif iddia”, ütopyacılığın antidemokratik olduğudur: gelecekteki toplumda insanlar nasıl yaşayacaklarına kolektif olarak kendileri karar vermelidir; bunu onlar adına önceden belirleme cüretini göstermemeliyiz. “Epistemolojik iddia”, ütopyanın bilinemez olduğudur: bulunduğumuz noktadan iyi bir toplumun doğru resmini çizemeyiz (ve yalnızca tamamen doğru bir resim işe yarayabilir). “Ampirik iddia” ise ütopya inşasının gereksiz olduğu yönündedir: tarihsel materyalist analiz, kapitalizmin yerini alacak bir devrimin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyar.

Bu tür itirazlar uzun süre yaşamaya devam etti. Başarılı bir devrimin kaçınılmaz olduğuna hâlâ inanan az sayıda insan kaldıysa da — zira kapitalizmin birçok krizi atlatmak için uyum sağladığı görülmüştür — epistemolojik ve ampirik itirazların çeşitli biçimleri, siyasi ve kuramsal tartışmalarda hâlâ etkisini sürdürmektedir. Ütopik düşünceyi savunanlar bile, iyi bir toplumun parçalı ve belirsiz vizyonlarının erdemlerini övme eğilimindedir. Hatta bazı yazarlar, bu parçalı ve belirsiz yapıyı feminist ütopyacılığın ayırt edici özellikleri olarak onaylar.

Leopold’un temel itirazların geçerli olmadığı yönündeki görüşüne katılıyorum. Epistemolojik iddiaya karşı Leopold, kusurlu hedeflerin dahi yararlı yol gösterici ilkeler olarak işlev görebileceğini ikna edici biçimde savunur. Planlar yapıp bunları hayata geçirmeye çalışmak yoluyla, hem bireysel hem de toplu olarak yapıcı edimimizi kullanırız. Planlarımızı mükemmelleştirmek için tüm ilgili koşulları hiçbir zaman bilemeyecek olsak da, hataya açık hedef belirleme çabaları yine de değerlidir.

Normatif kaygıya gelince; bir kuramcının özerkliğini korumak isteyebileceği insanlar, o kuramcının iyi topluma dair görüşlerini onaylayıp onaylamayacaklarına kendileri karar verebilir ve gerekirse bu görüşleri değiştirebilirler. Nitekim, tartışmaları ya da gelecekteki olasılıkları engelleme korkusuyla arzulanan sonuçları belirtmekten kaçınan yazarlar, farklı türden bir antidemokratik seçkincilik riski taşır: kendi entelektüel otoritelerini abartırlar. Leopold’un da haklı olarak belirttiği gibi, gelecekteki toplum için planların “salt varlığı”, toplumu dönüştürmeye girişen bireylerin özerkliğini sınırlamaz.

Elbette, ütopya taslaklarının arkasındaki antidemokratik güç bazen daha maddi bir niteliğe sahip olabilir. Robert Owen’ın kendisi böyle bir güç uygulamış ve takipçilerinin Queenwood’da kurduğu topluluğun başarısızlığa uğramasına yol açmıştır. Ağırlıklı olarak işçi sınıfından gelen ve kolektif biçimde yönetilen bu topluluk mali sıkıntı yaşarken, Owen ve “Home Colonisation Society” (Ev Kolonileştirme Derneği) olarak bilinen bir grup burjuva reformcu, finansman karşılığında yönetim üzerinde denetim talep etmişti.

Barbara Taylor’ın aktardığına göre, Owen “binlerce pound harcayarak gömme yürüyüş yolları, gezinti alanları ve ünlü mutfağı inşa etti ve böylece hareketin tüm merkezî fonlarını tüketti.” Topluluk sonunda ayaklandı ve kendi işlerinin üzerindeki demokratik denetimini geri kazandı. Ancak Queenwood nihayetinde mali durumunu düzeltemedi ve 1845’te dağıldı. Daha geniş Owen’cı hareket de kısa sürede aynı akıbeti paylaştı.

Ancak bu örnek temele dayanmayan bir itirazı gündeme getirir. Queenwood deneyimi, bizi ütopyaya karşı değil, ütopik vizyonların bireysel kurucular tarafından tahakküm altına alınmasına karşı uyarmalıdır. Owen’ın projesini demokrasiyle karşı karşıya getiren şey, ütopyacılığın doğasında bulunan bir gerçek değil, Owen’ın oldukça sıradan bir iktidar hırsıydı.

Owencı Radikalizmini Geri Kazanmak

Eğer Owenizm kusursuz bir örnek değilse de, yine de Marx ve Engels’in verdiğinden daha fazla değeri hak eder. Marksizmin kurucuları, ilk nesil ütopik sosyalistlerin ortaya koyduğu toplumsal eleştiriyi saygıyla karşılamış; ataerkil aile yapıları, ücret sistemi ve özel kazanç amacıyla yürütülen sanayiye karşı çıkışlarını paylaşmışlardı. Ancak bu kurumların yerine geçmesi amacıyla ütopiklerin sunduğu yapıcı önerileri hayalci bularak reddetmişlerdi. Tarih ilerledikçe ve sınıf mücadelesinin imkânları açığa çıktıkça, Marx ve Engels, ütopik sosyalizmin radikal etkisini yitirdiği sonucuna vardılar:

“Bu sistemlerin yaratıcıları birçok bakımdan devrimci olsalar da, onların takipçileri her durumda yalnızca gerici mezhepler oluşturmuşlardır. Ustalarının özgün görüşlerine sıkı sıkıya bağlı kalarak, proletaryanın ilerici tarihsel gelişimine karşı çıkmışlardır.”

Bu gözlemde bir miktar doğruluk olabilir, ama kesinlikle “her durumda” değil. Taylor’ın gösterdiği gibi, Owen’ın ağırlıklı olarak işçi sınıfından oluşan takipçileri, hem radikalizm düzeyinde hem de Marx’ın savunduğu stratejilere daha yakın yaklaşımları benimseme bakımından, Owen’ın kendi görüşlerinin ötesine geçmiştir — 1820’ler ve 1830’larda Owencıların işçi militanlığı bunun kanıtıdır.

Özellikle Owencı feminizm belirgin biçimde radikaldi. Owen ve takipçileri cinsiyetler arası eşitliği savunuyorlardı (bazen bu savunu teoride pratiğinden daha güçlü olsa da). Bireysel çıkar peşinde koşan atomize ailelerin teşvik ettiği antisosyal eğilimleri kınadılar ve özverili, topluluk bilinciyle hareket eden toplum üyeleri yetiştirmek için ortak çocuk yetiştirme önerisinde bulundular. Owen’ın önerileri başlangıçta kadın emeğini bir kategori olarak sorgulamakta başarısız olsa da, Thompson ve Wheeler, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün kadınların eşitliğini engellediği fikrini Owencı düşünceye kazandırdılar.

Owenizm, işçi sınıfı kadınların siyasi katılımı için bir çerçeve ve platform sundu. Owencı örgütlenmenin üst kademeleri erkeklerce domine edilse de, kadınlar da yoğun şekilde yer aldı. Taylor, kadınların militan işçi eylemlerine nasıl katıldıklarını, popüler konferanslar verdiklerini ve Viktorya dönemi cinsiyet normlarına meydan okuyan bir uygulama olarak karma masalarda yemek yiyerek eşitlikçi ilişkileri nasıl önceden canlandırdıklarını anlatır.

Owen, özel mülkiyetin ve dinin yanı sıra evliliği de kınamış, onun yerine duygusal temelli özgür birliktelikler önermişti. Takipçileri arasında cinsel özgürlük konusunda anlaşmazlıklar çıktı; evliliği terk etmenin (hareketin kendi diliyle) “Eski Ahlaksız Dünya”da mı yoksa yalnızca “Yeni Ahlaklı Dünya”da mı uygun olduğu üzerine hararetli tartışmalar yaşandı. Taylor şöyle der:

“Bu anlaşmazlığın baskısı altında, başlangıçta yalnızca Owen’ın Konferansları’nda temsil edilen Owencıların evlilik konusundaki ‘çizgisi’, onun özgürlükçü felsefesinin çeşitli yeniden yorumlamaları ile özellikle evli olmayan kadınların kırılganlığının geç fark edilmesi arasında gidip gelen bir dizi pozisyona dönüşmeye başladı.”

Owen’ın takipçileri böylece feminist bir bilince sahip bir işçi sınıfı hareketini temsil ettiler. Canlı tartışmalar ve muhalefet yoluyla, onun fikirlerini kendi gerçekliklerine ve hoşnutsuzluklarına uyarladılar. Owen, cinsiyetler arası eşitlik dâhil olmak üzere eşitliği savunmuş olsa da, işçi sınıfının kendi baskılarına karşı mücadeledeki etkin rolünü yeterince vurgulamamıştı — bu rol, hareket içindeki işçi sınıfı kadınlarının siyasi faaliyetleriyle fiilen hayata geçirildi.

Toplumsal eleştiri için Marksist fikirlere yaslanan bizler yine de ütopya söz konusu olduğunda Marx’a başvurma eğilimine direnmeliyiz. Marx ve Engels’in değişim ve liderlik konusundaki Owen’a dair fikirlerini reddedebilir ve Owen’ın antidemokratik eğilimlerini kınayabiliriz; ancak buna rağmen, Owencıların doğru yaptığı noktalar da dâhil olmak üzere, ütopik düşüncenin faydalarından yararlanabiliriz.

Ütopya Ne İşe Yarar?

Eğer Marx ve Engels’in özellikle Owen’cılara ve genel olarak ütopyacılara karşı haksızlık ettiklerini kabul ediyorsak, yine de bugün ütopyacı düşüncenin bize ne sunabileceği sorusu karşımızda duruyor.

İlk olarak, Mark Fisher’ın da belirttiği gibi, felaket duygusuna kapılmak statükoyu pekiştirir. Parlak bir geleceğe dair ayrıntılı bir vizyon, doğallığı ortadan kaldırıcı, moral verici ve harekete geçirici etkiler yaratabilir; işlerin yalnızca oldukları gibi (ya da daha kötü) olabileceği yönündeki hissi sarsmaya ve insanları kolektif eyleme teşvik etmeye yardımcı olabilir. İkinci olarak, sağ zaten alternatiflerin resmini çizme konusunda iyi bir iş çıkarıyor; solun da bu alanda rekabet etmesi gerekiyor.

Üçüncü bir cevap ise şu olabilir: feminizm için ütopyalara ihtiyacımız var. Hatta bazıları, feminizmin doğası gereği zaten ütopyacı olduğunu öne sürer. Örneğin, Anne Mellor 1982’de yazdığı feminist ütopya kurgu makalesinde, feminist kuramı “doğası gereği ütopyacı” olarak nitelendirmiştir; çünkü “cinsiyetler arası eşitlik” tarihsel geçmişte hiçbir zaman var olmamıştır. Feminist hedefler, 1980’lerdeki bu oldukça dar tanıma göre bile hâlâ gerçekleşmemişse, bugün cinsellik, cinsiyet normlarına uymama ve translık temelli baskıdan kurtuluş gibi taahhütler, feminizmi daha da zorunlu biçimde ütopyacı kılar.

Bu, meseleye hem doğru hem de yanlış bir bakış açısıdır. Feminizmin gerçek hedeflerinin hiçbir yerde tam anlamıyla gerçekleşmediği kesinlikle doğrudur — ne eşitliği savunan ama yine de temizlik, yemek pişirme ve çocuk bakımını kadınlara yüklemeye devam eden Owencı komünlerde, ne de 1970’lerin radikal feministlerinin tarihe yazmaya çalıştığı efsanevi eski anaerkil toplumlarda. Feminizmin ütopyaya ihtiyaç duyduğu tartışmasızdır, çünkü cevaplarını gelecekte aramak zorundadır.

Ancak bu yalnızca tanımsal düzeyde — yani feminist olan her şeyin zaten ütopyacı olduğu — bir doğru değildir. Feminizm, ütopyaya geleceğe yönelik muğlak bir yönelim olarak değil, yansıtıcı bir yöntem olarak ihtiyaç duyar: Feminist hedefleri doğru biçimde formüle edebilmek için yalnızca geçmişe ya da bugünkü çelişkilere bakamayız — nasıl bir gelecek toplum istediğimizi ve bunu makul ve arzu edilir kılacak unsurların neler olduğunu belirlememiz gerekir.

Marksistler ve Owencıların, feminist meseleleri daha geniş bir toplumsal dönüşümle ilişkilendirme yönündeki ortak taahhütleri kritik önemdedir. Gerçek bir sosyalist feminist şunu bilir: Gerçek feminizm kapitalizmle bağdaşmaz. Bunun bir nedeni de, kadınların özgürleşmesinin, kapitalizm altında mümkün olmayan (ya da en azından, çözümün hastalığın kendisinden daha kötü olmamasının garanti edilemeyeceği) biçimlerde, üreme emeğinin toplumsallaştırılmasını gerektirmesidir.

Ütopik düşünceyi, devrimle ilgili tek boyutlu bir Marksist anlayışla karşılaştırmak, onun kendine özgü yararını netleştirmeye yardımcı olur. Toplumun bir unsurunun dönüşümünün — örneğin üretim araçlarının proletarya tarafından ele geçirilmesi yoluyla — kaçınılmaz biçimde ve önceden tasarlamaya gerek kalmaksızın diğer tüm unsurların arzu edilen şekilde dönüşmesine yol açacağına inanmak için elimizde güçlü bir neden yoktur.

Ütopik düşünce, hedefleyeceğimiz bir toplumsal dünyayı tahayyül etmemize yardımcı olabilir. Bunu, hangi arzu edilen unsurların birbirini güçlendirebileceğini, hangi kurumların diğerlerinin varlığı veya istikrarı için ön koşul olduğunu ve zorlamayı olabildiğince ortadan kaldırmak için neler yapılabileceğini düşünerek yapabiliriz. Bu nedenle, ideal bir toplumu — ekonomik, siyasal ve üreme kurumlarından tutun da beslediği psikolojik deneyimlerin ve kişisel ilişkilerin dokusuna kadar — ayrıntılı biçimde hayal etmek özellikle değerlidir.

Taylor’ın belirttiği üzere Owencı kadınlar ve kadın dinleyiciler arasında evliliğe dair görülen kararsızlık, katı planların bu tür tartışmaları engellediği düşünüldüğünde, ütopya aleyhine bir nokta gibi görünebilir. Ancak ütopyanın yapıcı yönünü anlamanın daha farklı ve daha iyi bir yolu vardır. Ütopyacılık, bir siyasal düşünce biçimi olarak, radikal siyasi kuramcıların ve hareketlerin, ortadan kaldırılması gereken kurumların yerine ne tür kurumlar ve pratikler inşa etmek istediklerini tartışmalarına ve bunların her birini toplumsal bütünlük bağlamında ele almalarına imkân tanır.

Örneğin, 19. yüzyılda evliliği terk etmek, erkeklerin çocuklara karşı maddi sorumluluğunu azaltarak kadınlara zarar vermiş olabilir; ancak evlilik sözleşmesinin olmadığı bir dünya, yine de daha iyi bir dünya olurdu — sadece kadınlar için değil, queer bireyler için de yeni olanaklar yaratırdı. Bu daha iyi dünyanın ön koşulu, çocuk bakımının toplumsallaştırılması ve özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Owen ve birçok takipçisi, bu değişikliklerin babalara mali sorumluluk yükleme ihtiyacını ortadan kaldıracağı gerekçesiyle bu önlemleri savunmuştur.

Yine de, bugün radikal görünen bir hedefin birkaç yıl ya da on yıl sonra gerici hale gelebileceği konusunda Marx haksız mı? Ve kimin ütopyasını takip edeceğimizi nasıl bilebiliriz? Yakın tarihli bir makalesinde siyaset kuramcısı Titus Stahl, Leopold’u takip ederek ütopyacı tasarıma yöneltilen temel itirazları reddeder. Ancak Stahl, daha zayıf bir çekinceye katılır: İçinde yaşadığımız adaletsiz toplumsal yapılar içinde şekillenmiş kavramlarla dünyayı anlamaya ve hedeflerimizi formüle etmeye çalıştığımız için, bu kavramlarla şimdiden ideal bir toplum tasavvur edemeyiz.

Ne var ki, ütopyacı vizyonlar, tek bir kişinin zihninden tam şekillenmiş biçimde doğmak zorunda değildir. Owencı hareketin gösterdiği gibi, tasarımını dayatmaya çalışan bir liderin varlığına rağmen, bir hareketin merkezinde yer alan ütopyacı vizyon, ütopik niteliğini yitirmeksizin çeşitliliğe ve anlaşmazlığa evrilebilir. Ütopyacı hedeflerin demokratik tartışmalar yoluyla kolektif olarak yeniden şekillendirilmesi, bu çelişkiyi çözebilir.

Stahl, ütopyanın statik bir nihai durak değil, koşullar değiştikçe ve deneyler sonuç verdikçe sürekli olarak tartışacağımız ve yeniden tasarlayacağımız bir hedef olması gerektiğini savunur. Ayrıca, ütopyacı önerileri, mevcut toplumu sarsan sorunları çözme başarılarına göre değerlendirebileceğimizi öne sürer. Ütopyacı vizyonları bu biçimde tasarlayıp değerlendirmek, tarihsel bakış açımızdan imkânsız bir sıçrama gerektirmez. Elbette, uygulama nihai sınamadır; ancak kuramı kullanarak öngörülerde bulunabilir ve bu öngörülere dayanarak ütopyacı hedefler arasında seçim yapabiliriz.

Daha Parlak Bir Gelecek

Taylor’ın kitabı, Owencı feminizmin yitirilen radikal potansiyelini göstermek için hafif melankolik bir son sunar. Yazar, işçi sınıfının taleplerini parlamento temsiliyetini genişleterek karşılamayı amaçlayan çağdaş bir hareket olan Chartizm ile karşılaştırma yapar. Chartistler arasında, kadınların yerinin evi olduğu yönündeki görüş yaygındı ve kadınlara oy hakkı tanınmasına yönelik çağrılar marjinal kaldı. Chartizm’in kitle tabanı, Owenizm’in çöküşünün ardından, 1850’lerde dağılmaya başladı.

19.yüzyılın geri kalanında Britanya’daki işçi örgütlenmesi, erkek egemen bir yapı kazandı ve “kadın meselesine” dair muhafazakâr yaklaşımı zaman zaman köklü bir anti-feminizm düzeyine ulaştı. Taylor şöyle yazar:

“Owencıların cinsel hiyerarşi de dâhil olmak üzere tüm toplumsal hiyerarşi biçimlerine karşı çok yönlü saldırı çağrısı ortadan kalktı — bunun yerini sınıfa dayalı meselelerin önceliği konusunda dogmatik bir ısrar, ortak sınıf düşmanı karşısında cinsel birlik talebi ve ‘devrimden sonra’ kadınların statüsünün iyileştirileceğine dair belirsiz bir vaat aldı.”

Bu sırada, Chartizm’in ve Owenizm’in çöküşü sosyalist dönüşümle kadın hakları arasındaki bağı zayıflatmışken ve harekete saygınlık endişesi taşıyan daha fazla orta sınıf kadının katılmasıyla birlikte, kadın örgütlenmesi alanında reformist bir perspektif zemin kazandı. 1850’lerde ve 60’larda, yeni ortaya çıkan ve büyüyen feminist gruplar, John Stuart Mill’in kadınların erkeklerle eşit şartlarda serbest rekabete katılmasının önündeki engellerin kaldırılması çağrısını sahiplendi. Bu tutum, rekabete dayalı toplumsal sistemleri ortadan kaldırmayı amaçlayan Owencı hedefle çelişiyordu.

Bu tür hayal kırıklığı yaratan alternatifleri andıran siyasal seçenekler bugün de hâlâ geçerliliğini koruyor. Tüm toplumsal sorunların tek bir temel nedeni olduğu varsayımıyla, bu nedenin ortadan kaldırılmasının diğer tüm baskı biçimlerini de otomatik olarak çözeceği inancı, hâlâ mevcut. Aynı şekilde, daha geniş bir toplumsal dönüşüm projesinden kopuk, mütevazı feminist iyileştirme talepleri de yaygın. Buna karşılık, ütopik düşünce feminizm ile anti-kapitalizm arasındaki bağı yeniden canlandırmamıza yardımcı olabilir.

Sağ kanat bu durumu fark etti. Günümüz muhafazakârları yalnızca değişime direnmekle kalmıyor. Örneğin 2025 Projesi, birçok açıdan ütopik düşüncenin ders kitabı niteliğinde bir örneğidir; belirli politika önerilerini temellendiren etik bir vizyona sahiptir ve toplumun her alanına — aileden ticarete, toplumsal cinsiyetten vergilere kadar — dokunur. Bu tahayyül edilen dünya, gelenekselci ideolojiyle örtülü olsa da, onların korumak değil, inşa etmek istedikleri bir dünyadır.

Solun da kendi karşı önerilerine ihtiyacı var: hem bugün atılması gereken adımları belirlememize yardımcı olacak hem de uzun vadede motivasyonumuzu koruyacak, dönüştürülmüş bir topluma dair zengin anlatılar. Bütün solcuların tek bir ütopya etrafında birleşmesi gerektiğini savunmuyorum; ancak toplumsal dönüşüm için iddialı hedefler etrafında yürütülen tartışmaların ve deneylerin yalnızca akademik bir mesele değil, acil bir siyasal proje olduğunu düşünüyorum. Marx ve Engels ne derse desin, ütopyanın radikal potansiyeli henüz tükenmemiştir.

Kaynak: https://jacobin.com/2025/09/utopia-socialism-marxism-feminism-owen/