Mustafa Ekici: ‘PKK Yol Ayrımında, Kürtler ise Örgüt Vesayetinden Kurtulmayı Bekliyor’

Türkiye’de milliyetçilik bir mefkure milliyetçiliğidir, periferisinde ırkçı tonlar olsa da ne ülkücüler ne de diğer milliyetçi akımlar kendilerini ırkçılıkla tanımlamazlar, benzer şey yine Kürt milliyetçiliği için de geçerlidir. Bunun nedeni toplumun harcını karan İslam’dır. Bunu anlamamız lazım. Dolayısıyla ben Kürtlerin kendilerini ait hissettikleri, güvende hissettikleri, değerli hissettikleri bir Türkiye'nin bu temelde inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu, Irak, Suriye ve Türkiye'nin ortak geleceğinde, Türklerin, Arapların, Kürtlerin ortak kaderini belirleyecek bir tanzim edici irade gerektiriyor. Bu irade Türkiye'dir.
Ocak 29, 2025
image_print

-Bekir Gündoğdu: 

Gazeteci yazar Mustafa Ekici konuğumuz, TRT-Kürdî eski koordinatörü.”Sana benzemek” ve “Gerçek Ve Hayalin kavşağında Kürtler” kitaplarının yazarı.Bir yandan akademik çalışmalarına devam ederken, diğer yandan Kritik Bakış dergisinde de yazıları yayınlanıyor. Sayın Mustafa Ekici hoş geldiniz.

-Mustafa Ekici: 

Hoş bulduk, teşekkür ederim.

-BG: Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin açıklamasıyla başlayan ve PKK’nın silah bırakmasını talep eden süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çıkışın MHP’den gelmesinin anlamı ve önemi ne sizce?

-ME: Bekir Bey, malumunuz Türkiye 40 yılı aşkın süredir bir terör belasıyla boğuşuyor. 90’larda zaman zaman iç savaş olarak tanımlanabilecek görüntüler de oluştu. Ama son yıllarda Türkiye’nin aldığı tedbirlerle, sadece askeri değil, sosyal ve ekonomik tedbirlerle, PKK’nın ciddi güç kaybettiği, özellikle Türkiye’de ciddi askeri kapasite kaybı yaşadığı açık. Hatta bazı yöneticilerin ifadeleri var; Türkiye’de işte terörist sayısı 50’nin altına indi, 20’nin altına indi gibi. Dolayısıyla bazı çevrelerin Kürt meselesi diye tanımladıkları amorf dünya, belirsiz flu mevzuu artık bir sosyolojik, siyasal zemine oturmuş durumda. Ancak PKK’nın özellikle Suriye ve Irak başta olmak üzere Türkiye’de de hala bir terörist yapı olarak varlığı, kapasitesi düşmüş olsa bile bu mevzunun meşru siyasi zeminlerde ve sokakta özgürce konuşulmasında hala en büyük engel. Sayın Bahçeli’nin, Türk Milliyetçiliğinin temsilinde odak bir partinin başkanı ve bu alanda biraz da mitsel bir karakter olarak böyle bir açıklama yapması, PKK’ya ‘silahı bırak gel, mecliste konuşma yap’ düzeyinde açıklama yapması çok kıymetli gerçekten.

-Büyük bir risk aldı zaten.

-Tabii, büyük de bir risk aldı kesinlikle. 90’ların ortalarında o zaman İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü de yapan, Mehmet Ağar’ın, Ovada siyaset söyleminin daha gerçekçi, daha oturaklı, yeni bir versiyonu olarak okunabilir aslında. Sayın Bahçeli’den çıkmasının önemi şu; 40 yıllık terörle mücadele süreci boyunca Kürt coğrafyasında icra edilen faaliyetlerin, kimisi kriminal, gayri nizami, bir kısmı suç kategorisindeki faaliyetlerin büyük kısmı ülkücülere ya da ülkücü camiaya mal edildiği, onların adıyla yapıldığı, onlar içindeydi veya değildi bu ayrı bir tartışma konusu, ama toplumdaki algı bu, tarihsel olarak Sayın Bahçeli’nin temsil ettiği ideolojik aksı bu savaşın, bu çatışmanın tarafı olarak konumlamış durumda. Dolayısıyla Sayın Bahçeli’nin bu çıkışı, bu işin bir tarafı olarak, sahibi olarak konuşmasına cevaz veriyor, anlamlı kılıyor.

Ve çok kıymetli bir çıkış gerçekten. Çok ezber bozan bir çıkıştı. Grubu toplantısını canlı seyrettim. MHP grubunda Bahçeli’nin açıklamaları olduğunda grupta ilkin bir şaşkınlık oldu. Bir alkış kopmadı hemen ne dinliyoruz ne oluyor diye hakikaten belirgin bir şaşkınlık oldu MHP grubunda. Ama görüldüğü kadarıyla sayın Bahçeli’nin akil adam vasfı, devlet adamı karakteri ve Türk milliyetçisi bir lider olarak ağırlığı, muhtemel tepkileri kesmiş durumda.

Yani kendi kitlesi buna ikna olmuş durumda görüldüğü kadarıyla. Türk Milliyetçiliği tabanı yukarıda bahsettiğim saiklerle sanırım şöyle düşünüyor; Devlet Bahçeli böyle bir açıklama yaptıysa bunun arkası doludur, bir bildiği vardır.

Bu tavrın altında kitlesinin, Devlet bahçeliye duyduğu güven var kuşkusuz. Yani Sayın Bahçeli’nin toplumun genelinde ve kendi kitlesinde yarattığı, akil adam, devlet adamı imajı mitsel olduğu kadar bir gerçekliğe de oturuyor doğrusu.

Bu açıdan çok kıymetli Bahçeli’nin bu aşamaya gelmesi. Neye dönüşür konusu önemli. Çünkü benzer bir mitsel algı Kürt milliyetçisi tabanda Öcalan için de var aslında.

Kayda değer sayıda insan üzerinde Öcalan’ın da böyle bir mitsel etkisi var. Öcalan çıtayı Sayın Bahçeli’nin koyduğu yere kadar, belki daha üstüne çıkaracak mı göreceğiz. Ben çıkaracağı kanaatindeyim.

Çünkü aslında mevzu sadece teknik olarak PKK’nın silah bırakması değil. Zaten PKK’nın Türkiye’de eylem kapasitesi sınırlarda, kayda değer değil.

Ama buradaki esas mevzu PKK’nın, bir terör örgütünün gölgesinin hala siyasetin üzerinde var olması, hala toplumu etkileyecek düzeyde varlık göstermesidir. Bu da sosyolojik ve siyasal bir meseledir.

Dolayısıyla Öcalan’ın yapacağı açıklama ve o açıklamanın dozu ve içeriği, elbette PKK’nın silah bırakmasına dair çağrısı önemli olacaktır, ama esas önemli kısım bence, Sayın Bahçeli’nin kendi kitlesi üzerinde yarattığı etkinin bir benzerinin Öcalan’ın kendi kitlesi üzerinde de olacağı konusudur. Olumlu sonuçlanırsa, hayırlara vesile olacağını düşünüyorum. Her iki açıklamanın toplam sonucunun iyi bir yere çıkacağını düşünüyorum.

-Bahçelinin DEM’lilerle görüşmesi sonrası oluşan pozitif iklim, Abdullah Öcalan’ın yapacağı konuşmayla birlikte pekişecek gibi hocam ancak kamuoyunda ihtiyatlı bir hava var. Bir yandan önceki tecrübelerin akamete uğraması, öte yandan örgütün silah bırakmayacağına dair inanç oluşan bu pozitif havayı etkiliyor. Siz ne bekliyorsunuz? Bu süreç nasıl gelişir?

 –Çok risk var, katılıyorum. Toplumdaki bu ihtiyatlı duruş haksız değil. Çünkü malumunuz bir önceki süreçte çok çıta oldukça yüksek tutuldu, çok cesur adımlar atıldı hem devlet tarafından hem de yetkili kurumlar tarafından ama günün sonunda örgütün bunu bir şova dönüştürmesi, farklı beklentilere yol açacak şekilde yorumlaması maalesef süreci akamete uğrattı. Ama bu sefer şöyle bir durum var; birincisi bir kere PKK’nın eylem kapasitesi hakikatten Türkiye’de dip seviyelerde. İkincisi siyasi alan daha güçlü, daha oturaklı ve devlet kadrolarında daha yekpare, daha yeknesak bir yaklaşım var. Bu kritik bir şey. Ama daha da önemlisi, Sayın Bahçeli gibi bir devlet adamının, bir karakterin topa girmiş olması, sahiplenmesi ve öncülük ediyor olması gelişmelerin karakterini hakikaten değiştiriyor ve dönüştürüyor. Dolayısıyla evet PKK içerisinde bir takım çatlak sesler çıkacaktır. Böyle bir gelişme şaşırtıcı değil kanımca. Çünkü PKK dediğimiz çok sponsorlu bir şirket artık. Bir terör şirketi.

Son tahlilde ideolojik meşruiyet zemini Kürt milliyetçiliği ama hepimiz biliyoruz ki bir yandan Batılılar, bir yandan Amerika, bir yandan işte yıkıldı ama Esad Suriye’si, İran faktörü ve diğerleri. Birçok farklı aktörün içinde etkin olduğu bir yapı bu. Dolayısıyla birbirleriyle çatışan ve çakışan birçok hesabın görüldüğü bir alan PKK alanı. O yüzden PKK’dan yekpare bir ses çıkmayabilir ya da çatlak sesler çıkabilir. Ayrıca Abdullah Öcalan 20 yıldır örgütüyle direkt bağlantısı olmayan biri. Örgüt üzerindeki etkisi mitsel bir etki bu artık. Dolayısıyla Öcalan’ın yapacağı açıklamaların da direk olarak askeri kadrolara yani örgütün askeri kanadına ne kadar etki edeceğini göreceğiz. O ayrı bir tartışma konusu. Teknik bir konu. Bence çok da önemli bir konu değil aslında. Konunun sosyolojik, siyasi ve psikolojik yönleri çok daha önemli.

-Yani örgütün kurucusu ve hala lideri olan bir şahsın örgüte silah bırakın dediği zaman bunun örgütte bir karşılığı olmayabileceğini mi düşünüyorsunuz?

-Yani yekpare bir etki olmayabilir, onu kastediyorum. Nedeni de şu; 2019’du galiba bir açıklaması vardı Öcalan’ın ama başta DEM olmak üzere örgüt o açıklamayı sümen altı etmişti. Zaten o günden beri Öcalan parti ve örgütüyle görüşmüyor. Her ne kadar örgüt kendi iç evreninde tecrit gibi bir propaganda argümanını sürekli canlı tutuyorsa da açık ki aslında parti ya da örgüt de ‘hadi gidip görüşelim’ demedi, Öcalan da onlara ‘buyurun gelin’ demedi, böyle bir ilişki uzun zamandır yoktu doğrusu. Öcalan uzun zamandır o teması kopardı. Çünkü o sümen altı edilmeyi, itibarsızlaştırılmayı, o önemsizleştirilmeyi gördü. Ama ben Öcalan’ın, Türkiye’de ve daha çok Suriye’de kendi kitlesi üzerinde, askeri kadrolar da dahil ama esas olarak toplum üzerinde mitsel bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla örgütün silah bırakması konusu kıymetli tabii. Ne derece etki edecek onu fiilen görmemiz lazım. Çünkü Cemil Bayık ve örgüt ileri gelenlerinin baştan beri Öcalan’ın konumuna dair yapageldikleri açıklama; ‘sürecin muhatabı biziz, Öcalan’ın içinde bulunduğu hapishane koşulları buna çok uygun değil’ anlamındaki sözleri, muhtemel bir açıklamanın örgüt üzerinde ya da içinde yaratacağı etkiye dair ip ucu vermektedir kanımca. Ama dediğim gibi PKK’nın içinde tek bir kanat yok, birçok kanat var ve bu kanatların yekpare hareket edeceği tezi Öcalan’ın açıklamasıyla sınanacaktır.

-Örgütün tavanıyla tabanı arasında bir görüş farklılığı olabilir Öcalan’ın açıklamasına rağmen. Yani örgütün tavanının direneceğini mi düşünüyorsunuz?

-Direnenler çıkabilir evet.

-Bu bir menfaat ilişkisiyle alakalı bir şey midir?

-Şüphesiz. Unutmayalım yani, örgütün ilk nesil kadroları şu anda 70’li yaşlardalar. Yani Duran Kalkan’dan Cemil Bayık’a, Murat Karayılan’dan diğerlerine. Bunlar 70 yaşını geçtiler. Ve ayrıca 1970’lerin dünyasındalar. Çünkü 70’ten beri gerçek hayatla bağları yok bu adamların, dağda ve tamamen bir askeri çatışma ortamında izole haldeler. Ama aynı zamanda bu süreçte geliştirilen bir ilişkiler ağı içinde yaşıyorlar. İçinde ekonomi de var, siyaset de var, başka bir hayat tarzı var. Örgütün kendi kurduğu bir aurası var, bir dili var, bir dünyası var. O dünyanın yarattığı konfordan kurtulmak da zor bir şey. Çünkü siyaset dediğiniz şey gerçekle yüz yüze kalmaktır. Bunları hepimiz defalarca tecrübe ettik, Mesela Türkiye’de kayyum uygulaması buna dair çok şey söyler. Bunu muhtemelen ilk kez ben dile getirdim, HDP’ye oy verilir, belediyeler kazanılır ama kayyum atanır. Fakat bu atamalar karşılığında toplumda kayda değer bir tepki yoktur. O zaman yazdığım bir yazıda halkın buna dair yaklaşımını şöyle formüle etmiştim: HDP kazansın ama kayyum atansın. Nedeni şu, HDP’nin ve bugün ki DEM’in ya da PKK’nın işi çok büyük, çok maksimalist. Yani duruşu, yaklaşımları, argümanları, siyasetleri çok maksimalist. Dolayısıyla halkın gündelik sorunlarıyla, çöpüyle, suyuyla, asfaltıyla, yoluyla uğraşmak, bu evrende yaşayanlar için biraz zül konular.

-Yani devlet kurmaya uğraşırken çöpünüzle mi uğraşacağız gibi bir yaklaşım mı var ?

-Evet ama halkın da gerçeği var. Hayat devam ediyor, çöplerin toplanması lazım, iyi bir standartta hizmet almak istiyor insanlar. Belediye hizmeti almak istiyor. Bu anlamda kayyum politikası, HDP’nin ya da PKK’nın beklediği oranda bir tepki oluşturmadı Kürt Sokağı’nda. Nedeni de buydu. Yani HDP kazansın ama kayyum atansın. Halkın, gerek devletin asimilasyoncu, yok sayıcı bakışına gerekse PKK’nın maksimalist duruşuna karşı bulduğu yol buydu. Benzer şey bugün de olacak muhtemelen. Yani PKK tamam sahneden çekilsin, silahları bıraksın, feshedilsin, tamam. Ama Kürtlerin, bir siyasal talep olarak Kürt kimliğine, Kürt varlığına saygı, bunun yasal zeminde tesciline dair beklentisi sürüyor olacak. Aslında onu da ifade edeyim. Yani hem AK Parti, genel olarak sağ ya da sol Partiler hem Türkiye kamuoyu hem de PKK, DEM’e verilen oyu yanlış yorumluyorlar bence. PKK mesela Kürtlerin %70-80’lere varan oranda DEM’e veya HDP’ye verdiği oyu, PKK’nın silahlı çatışmasına, terör faaliyetine destek olarak yorumluyor ve öyle kullanıyor. Benzer şekilde sağı ve soluyla Türk kamuoyu da Kürtlerin HDP’ye veya DEM’e verdiği bu kadar yüksek oyu, PKK terörüne destek olarak yorumluyor. Halbuki ciddi bir yanlış bu.

-Aynı oranlardaki oyları daha önce AK Parti’de almış o illerde.

-Evet, onu söylüyorum. Yani yekpare bir Kürt sokağı yok. Ayrıca bu oyun bir anlamı var. Anlamı da şu, biz Kürt kimliğine, Kürt varlığına bir saygı bekliyoruz, yasal zeminde bir tescil bekliyoruz. Aslında devletin meşru gördüğü, meclise taşıdığı, resmi, tanınmış bir parti olarak oraya oy vermek, ben Kürdüm ve varım demektir. Başka bir anlamı yoktur. Sonra da gelin kayyumu atayın, hizmetini yapsın demektir bu. Nitekim öyle de oluyor. Biliyorsunuz %70 oranında oy alıyor DEM’li başkan adayı ama 3 gün sonra kayyumla değiştiriliyor ve sokaklar yanmıyor. Halbuki 90’ları hatırlayın. Yani 90’lardaki olayları ve toplumun tepkisini hatırlayın. Sokaklar yanardı, insanlar, kitleler hareketliydi. Halbuki şimdi gerçekle yüz yüzeyiz. Gerçek nedir? Ekmektir, sokaktır, elektriktir, sudur, yoldur, iştir. Bu gerçekleri sağlamamız lazım. Ve şimdi hem hükümet hem devlet bu anlamda daha sağlıklı bir iletişim kuruyor toplumla. Dolayısıyla Sayın Bahçeli’nin ve ümit ederim terör örgütü lideri Öcalan’ın açıklamaları da bu seviyede, bu düzeyde gelirse, ben toplum düzeyinde bu meselenin daha siyasal, daha sosyolojik, daha barışçıl bir ortama taşınarak konuşabileceği bir zemin oluşmasına vesile olacağını düşünüyorum.

-Yani PKK devreden çıkıp silahlar susarsa, makul bir konuşma, tartışma zemini oluşursa, bu sorun çözülebilir yani diyorsunuz, öyle mi? Yani PKK’nın silah bıraktığı…

-Sorun diye tanımlıyoruz ya, orası çok amorf bir şey, çok flu bir alan orası. Çünkü Kürt sorunundan ne anladığımız konusu neredeyse yelpazenin bütün tayfalarına, bütün alanlarına yayılmış bir çeşitliliktedir. En sağından en soluna, en fanatiğinden en liberaline kadar. Her anlamda yorumlanabilir bir amorf alandır Kürt sorunu alanı. Dolayısıyla biraz daha sosyolojik bakalım dememin nedeni o. Yani bu iş fanatiklerin elinde kalırsa, bu iş teröristlerin, maksimalistlerin eline, insafına kalırsa, işimiz zor. Onların elinden alınması lazım bu argümanların. Hepimizin toplumun gerçekleriyle yüzleşmemiz lazım. 2019’da konu ile ilgili yayınladığım kitabın adını Gerçekler ve Hayallerin Kavşağında Kürtler koymuştum. Kürtlerin bir gerçekleri var, bir de hayalleri var. Üstelik bu gerçekler ve hayaller de asla yekpare değil, sınıfsal, bölgesel, ideolojik, sosyoekonomik vs. çok farklı temelde ayrışan hayal ve gerçekler var. Şimdi garip bir psikolojide yaşayan bir kitle var, sanki devlet işte bir Kürdistan kuracak ve onlara hediye edecek. Bu çok naif bir yaklaşım, çocukça, çok ergence bir yaklaşım. Ya da işte Kürtler bir devlet kuracak, bir Kürdistan kuracak, buna Türkiye engel oluyor. Bunlar çok çocukça yaklaşımlar, naif yaklaşımlar. Birincisi bu zihnin arka planda devletin varlığına, devlet kavramının, devlet mefhumunun yapısına dair ciddi bir bilgisizlik var. Devletlerin doğasını, yapısını anlamamaktır bu aynı zamanda. İşte Hendek olaylarında Kürtlere dayatılan, ucu nereye çıkacağı belli olmayan karanlık bir tünele sokulmaya çalışıldığını Kürtler gördü. Ve çok ciddi kayıplar verdi örgüt. Bekledikleri tepkiyi ya da desteği kendi tabanından bile bulamadılar. Çünkü toplum gerçekle yaşıyor ama örgüt bir maksimalist bir hayaller dünyasında yaşıyor.

-Yani halk örgütün yapmaya çalıştığını gördü ve oyunu bozdu.

-Evet, onu söylemeye çalışıyorum. Benzer bir tartışma bugün de olacak. Dolayısıyla Kürt sorunu nereye evrilir, nasıl çözülür konusu çok tartışmalı, çok amorf ve flu bir alandır. Dolayısıyla bunu siyasete taşıyarak, gerçek siyasetçilerin korkmadan, ürkmeden konuşulabileceği bir vasat yaratılması lazım. Açıkça bir vesayet düzeni var konunun üstünde. Geçmiş dönemde oligarşik baskının, askeri vesayetin baskısı altında konuşamayan Türk siyaseti gibi, bugün de Kürt siyasetinde benzer boğucu bir vesayet var. Kandil’den talimat gelmeden konuşmuyorlar, konuşamıyorlar. Çünkü kendi fikirleri yok, bir siyasi argümanları yok. Flu bir alan orası, orada bir itaat kültürü var. Halbuki aradan silah çekildiğinde, örgütün silah ve baskıyla oluşan vesayeti çekildiğinde daha gerçekçi, daha makul düzeyde konuşabileceğimiz bir siyasi aktör tipi çıkacaktır. Bu da meseleyi daha konuşulabilir düzeyde tutar, ki zemini de açıklamalara yansıdığı gibi hakikaten meclistir ve tabii toplumdur, medyadır. Buralarda daha rahat konuşulabilir bir hale gelecek meselelerimiz. O zaman herkes çuvalındakini ortaya dökebilecek. Heybende ne var? Görelim. Yani şimdi herkes, karşılıklı niyet okumaya çalışıyor. Niyet okuyoruz yani. Peki ne yaparsak bu iş çözülür? Ne olursa Kürt sorunu çözülmüş olur? Bunlar çok flu alanlar, serinkanlılıkla çokça tartışılması gereken alanlar. Dediğim gibi en fanatiğinden en liberaline kadar bu alanda farklı görüşlere sahip, her meşrepten , görüşten insanı barındıran bir toplum Kürt toplumu.

 –Kürtler arasında farklı inanç ve meşrepler, farklı unsurları var. Partiler, ideolojik çevreler. Bu bağlamda konuyu Kürtler diye bir kavrama indirgeyerek konuşmanın hem muhatapları hem de sorunları ve çözümlere dair farklılıkları da indirgemeci bir zemine döken boyutları var. Nasıl bir zeminde, nasıl bir usul ve usulü konuşmanın daha sonuç alıcı olduğunu düşünürsünüz? 

-Bu kıymetli bir soru gerçekten. Biliyorsunuz bu bir tür entegrizm aslında. Yani her şeyi indirgeyerek, yekpare bir çuvalın içine doldurarak, herkes aynı, benzer ve bütünmüş gibi hareket etmek faşizan bir yaklaşımdır. Kürtler uzun zamandır bu çift taraflı entegrist, faşizan baskı altında yaşıyor. Benzer şekilde Türk siyaseti bunu vesayet döneminde yaşadı. Yani neredeyse ihanet, sadakat ikileminde hareket eden bir siyaset dayatıldı Türkiye’ye vesayet döneminde. Vasilerin, askeri bürokrasinin ortaya koyduğu vizyonun dışında bir milim kaydığınızda hain oluyorsunuz ya da sadakatsiz oluyorsunuz gibi. Benzer bir dayatma Kürt siyasetinde de var, üstelik çift taraflı, bir yandan örgütün dayattığı bir makbul Kürtlük var diğer taraftan terör algısıyla oluşmuş tekinsiz Kürt. Bu da bütün Kürt toplumunu yekpare, tek parça, tek renk, faşizan bir algıya zorluyor. Bu doğru değil. Gerçek de değil. Yani Türk toplumu gibi, Kürt toplumu da Müslüman bir toplum, ama içinde ateisti de var, solu da var, sağı da var, dincisi de var, şeriatçısı da var. Var da var yani çünkü hayat böyledir, rengarenktir. Dolayısıyla Kürt toplumundaki bütün bu renkliliğin, bu farklı görüş ve yaklaşımların, bu farklı siyasaların ortaya çıkması, konuşabilmesi, kendi programlarını sunabilmeleri ve toplumdan onay almaları kıymetlidir. Böyle yaklaşması lazım. Dolayısı ile bu açıklamaların, bu iyi niyetli yaklaşımların meseleyi daha gerçekçi bir zeminde konuşulabilir hale getirmesi bile başlı başına çok büyük bir iyilik bence.

-Hocam PYD’ye gelelim mi? Suriye’deki PYD, YPG. Bunların silah bırakması ve yeni Suriye düzenine entegre olması gündemde. Bugün en çok konuşulan konulardan bir tanesi bu. Ahmet Şara yönetiminin Suriye’deki PYD’ye silah bırakması, bölgeleri Suriye Devleti’ne mevcut yeni sisteme devretmesi konusunda talebi var. Buradaki PKK sorunu aslında artık Türkiye, Irak, Suriye ülkelerinin ve bu ülkelerdeki Kürtlerin ortak sorunu durumunda. Suriye devrimi sonrası oluşan İransız, Rusyasız, ve muhtemelen Amerikasız -veya daha az etkili Amerikalı-yeni Orta Doğu denkleminde Türkiye’nin attığı bu adımın hem bütün orta doğu ülkeleri hem de halkları açısından anlamı ne sizce? Nasıl bir gelecek içermekte?

-Bu Türkiye için hem bir sorumluluk hem de kaçınılmaz, yani gerçeklerin dayattığı bir kaçınılmazlık aslında, bahsettiğimiz bu vizyon. Bölge siyasetini üç ülkenin, Türkiye, Irak ve Suriye’nin ortaklaşa hareket edebileceği bir çerçeve içine oturtma vizyonu. Bilindiği gibi PKK uzun dönem Baas Yönetimi’nin Türkiye’ye karşı kullanmak üzere bir koruma sağladığı bir örgüttü. Bu koruma kalkanı için bir şartı vardı Hafız Esad’ın; buradan militan devşirebilirsin ama asla Suriye’de Kürtler için de bir faaliyet yapmayacaksın. Nitekim PKK uzun yıllar, neredeyse 20-30 yıl orada barındı ama hiçbir şekilde Hafız Esad yönetimine bir eleştiri getirmedi. Orada bir siyaset yapmadılar. Kürtlerin önemli bir kısmının kimliği bile yoktu. Bir hakka sahip değillerdi. Baas nasyonal sosyalizminin ağır baskısı altında yaşıyordu Kürt toplumu ama PKK Suriye’de Baas rejimine karşı bir faaliyet yürütmedi. Buna karşı hem hem finansal olarak desteklendi hem de koruma sağlandı. PKK Karargâhı uzun yıllar Şam’daydı. Baştan beri Suriye Kürtleri PKK içinde önemli bir kanat olmuştur. YPG işte bu koruma şemsiyesinin altında kurulmuş biraz hormonlu bir yapıdır. Suriye’deki gelişmeler, Irak-Kürdistan Bölgesel yönetiminin, Amerikan işgali sonrası ortaya çıkan şartlarda bir tür federasyon olarak oluşmasına benzer bir territorial bölge beklentisini Suriye’de de yükseltti. Bilindiği gibi, iç savaşın başında köşeye sıkışan Esad yönetimi, PYD’yi bölgeye kayyum olarak atadı. PYD Esad rejimi adına kayyumdu aslında. Kayyum olarak yönetti bir süre. Ama Esad bir süre sonra zayıflayınca orada bir kanton sistemi kuruldu. Bir yerel meclisler yapısı kuruldu filan. Sonra bölgeye Amerika da gelip denkleme girdi ve orası Amerika’nın koruması altına girdi. Ve gelişmeler bambaşka bir yere evrildi. Günün sonunda geldiğimiz yer şudur; esas olarak Kürtlerin yaşadığı Türkiye sınırındaki kuşak parçalı durumda. Yani tamamı PYD’nin yönetiminde değil. Geri kalan bölgelerde de kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu yerleşimler sınırlı. Genel olarak PYD’nin kontrolündeki bölgede Araplar çoğunluğu oluştuyor. Afrin Türkiye’nin kontrol ettiği veya desteklediği güçlerin. Kontrolünde vesaire. Geriye Kamışlı, Haseke ve Irak’a doğru Dêrika Hemo/Melke’ye doğru uzanan bölge kalıyor. Bir de Rakka ve Deirizor’a doğru petrol bölgelerine inen bölüm kalıyor. Kabaca buradaki nüfusun da 2 milyondan az olduğu varsayılıyor.

 –Buradaki PYD oranı ne?

-Şimdi buradaki esas Kürt nüfus PYD’nin kontrolündeki bölgede değil. PYD’nin kontrol ettiği bölgede Kürtler, toplumun belki yarıdan daha azını oluştuyor ama PYD Suriye’nin % 45’ine yakınını, % 43 küsürünü kontrol ediyor. Doğal kaynaklarının neredeyse yüzde 100’ünü kontrol ediyorlar. Petrolün, gazın vesairenin. Irak tarafına doğru ana ticaret yollarının önemli kısmını kontrol ediyorlar. Tarım alanlarının önemli kısmını kontrol ediyorlar. Ama eldeki nüfusun büyük bir kısmı Arap. Ve bu Kürt nasyonal sosyalizm ideolojisiyle sürdürülebilecek bir yapı değil. Dolayısıyla PYD’nin Irak-Kürdistan bölgesel yönetimi gibi bir teritoryal yapı projesi gerçekçi değil. Bilindiği gibi Irak’ta Kürtler, coğrafi olarak Arapların yaşadığı Irak çöl bölgesiyle büyük farklılık arz eden bir coğrafi alanda, Arap toplumuyla çok fazla iç içe geçmeden, kaynaşmadan yaşadılar. Tarihsel olarak da böyledir, kaynaşmadılar. Dolayısıyla hem coğrafi hem demografik olarak hem de kaynak olarak Irak-Kürdistan bölgesinin varlığı anlamlı ve sürdürülebilirdir. Ama Suriye’de PYD’nin kontrolünde Irak-Kürdistan bölgesi gibi bir territorial bölge gerçekten çok naif, epey gerçek dışı bir tasarım yani. Burada İsrail benzeri çok yüksek düzeyde bir koruma kalkanı lazım Amerika’nın veya başka güçlerin. Onlar da eğer Amerika giderse diye Fransa’nın gelip burayı korumasını talep ettiler. Benzer bir açıklama Fransadan da geldi malum, bunun üzerine Dış işleri Bakanı Hakan Fidan bir açıklama yaptı; ‘Biz Amerika’yla muhatabız. Amerika’nın gölgesi altında hareket edecek küçük ülkelerle muhatap değiliz.’ diye. Dolayısıyla bölgede PYD kontrolünde bir teritoryal bölge iddiası sürdürülebilir değil. Kürtler Suriye’de Türkiye’deki gibi çok iç içe bir yaşam sürmektedir. Şam’da iki mahallede, Şeyh Maksut’da ve Eşrefiye mahallelerinde ciddi bir Kürt toplumu var. Türkiye sınırındaki kuşakta yine Araplarla iç içe ciddi bir Kürt nüfus var. Dolayısıyla oradaki Kürtlerin demokratik bir ortamda, özgürlükçü, hakları tanınmış, tescillenmiş, saygı gördükleri bir devlet ortamında bir gelecekleri olacaktır diye ümit ediyorum. Ama bu haliyle yani bir PYD devleti şeklinde bir gelecek muhal duruyor.

-Hocam Türkiye’nin demokrasisini derinleştirmesi, hukuki düzenini eşitlikçi temelde geliştirmesi, beraberinde ekonomik refah ve dış politikada daha etkin bir ülke olabilmesinin bütün bölge ülkelerini örnek olacağı bir model olacağı söylenebilir mi?

-Olması gereken bu. Yani bölge gerçekleri bunu zorunlu kılıyor. Türkiye’nin bu zorunluluğa uyacağı görülüyor. Nitekim, Suriye’de oluşan yeni yönetimin Türkiye’ye müzahir bir yönetim olacağı açık. Benzer yaklaşımları, İran’ın bölgeden çekilmesiyle oluşan güç boşluğunda, Irak’ın da göstereceği açık. İki ülke arasında uzun zamandır müzakere edilen ve belirli bir mesafe de alınmış olan kalkınma yolu projesi var. Zamanında Esad yönetiminin Suriye’yi uzak tuttuğu bu projeye Suriye de dahil olacaktır kanımca. Güvenlik anlaşmaları yapılıyor bir yandan. Her iki ülke de hem Suriye’nin yeni hükümeti hem de şimdiki Irak hükümeti PKK’yı terörist olarak tanımlıyorlar ve önlem alıyorlar. Dolayısıyla her üç ülke de Türkiye’nin öncülüğünde yeni bir ekonomik kalkınma ve güvenlik mimarisi altında daha da yakınlaşacaklardır. Bunların daha derin ittifaklara dönmesi umulur. Ama ne kadar uygulanabilir onu göreceğiz. Çünkü bu Türkiye, Irak ve Suriye kadar, arka planda burada çıkarları olan ülkelerle de bağlantılı. Öncelikle Amerika bölgeden çekilecek mi? Göreceğiz. Rusya çekildi çünkü Ukrayna’da çok ciddi kapasite kaybetti. İran çekildi çünkü İsrail’le kapışmasında var olduğunu iddia ettiği kapasitesinin olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla baş başayız burada. Esasında Irak’taki Şii nüfusun da İranlıların zannettiği gibi bir Şiilik, yani İran’a meftun bir Şiilik olmadığı, tersine İran’la rekabet içerisinde bir Arap Şiiliği, yani Araplığı önde bir toplum olduğu açığa çıktı. Benzer şeyi Azerbaycan’da gördük biliyorsunuz. Türk kimliği Şiiliğin önündeydi. Burada da aynı şey oluyor. Dolayısıyla tekrardan söylüyorum meseleye sosyolojik yaklaşmak lazım. Sosyoloji eğer ciddi zorlayıcı aktörler olmazsa su akar kendi yolunu bulur deyiminde olduğu gibi sosyoloji kendi hükmünü icra edecektir. Bu da bu üç ülkenin kendi aralarında ciddi bir ekonomik, sınai, güvenlik iş birliğini zorunlu kılıyor ve bu olacaktır. Ama bunun olmaması için çabalayan çok ülke var. Başta İsrail, Amerika ve bazı Arap ülkeleri istemez. Çünkü sonuç itibariyle eğer Türkiye bahsettiğimiz düzeyde yüksek standartta bir demokrasi inşa edebilirse, bu Suriye’ye ve Irak’a etki edecektir. Ama aynı zamanda Arap monarşilerinin yapısına da bir risk teşkil edecektir. Nitekim Arap baharında bu gerici rejimlerin tavrı açıktı. Dolayısıyla onların da bazıları bunu istemezler. Suudi aydınların yorumlarını okuyorum hakikaten akla ziyan. Ama ne olursa olsun sonuçta güç oyunu bozuyor ve bütün bu bölgede adına devlet diyebileceğimiz cesamette bir varlık var; Türkiye. Türkiye, demokrasi deneyimi, sınai üretimi, siyasal ve toplumsal yapısı, askeri sanayi ve kapasitesiyle gerçekten bu işin temel aktörü olacaktır. Kısa zamanda üç ülke arasında beklendiğinden daha hızlı ve daha derin bir ilişkinin gelişeceğini ümit ediyorum.

 –Bu öngörülen demokratik Modelin inşasında, Kürtlerin her üç ülkede pozitif bir rol oynaması, aktif bir aktör olmasıyla, Kürtler adına davranan örgütlerin inisiyatifinde İsrail ve Batı destekliği zoraki bir ulus devlet olma çabası arasında iki ana yol görünüyor gibi. Sizin Gerçek ve hayalin kavşağında Kürtler kitabınız bu tarihsel dilemmayı ve kritik seçenekleri analiz ediyor. Şimdi oluşan bu süreçle birlikte tekrar değerlendirirken neler söyleyebiliriz hocam? Hangi seçenek neden daha makul ve mümkün görünüyor sizce?

-Devlet dediğimiz şey bir etnik yapı işi midir? Devlet dediğimiz şey bir etnik yapıyla bağlantılı bir konu mudur?. Ya da devlet dediğin şey etnik bir yapı üzerine mi kurulmalıdır? Bu büyük bir tartışmadır. Bizim tarihimizde kerim devlet diye bir kavram vardır. Devlet dediğiniz şey bir bölgede bir demografiyi idare eder, bir ekonomik alanda bir kapasite oluşturur vs. Burada insanların, o devletin içinde yaşayan insanların, vatandaşların kendilerinin huzurlu, güvenli, önemli, değerli hissetmeleri önemlidir. Ama bu şu demek değildir, Türkiye’de Türkler yaşar, Türkiye Türklerindir, Türkiye Türktür. Ya da Kürt diye bir devlet var, orası Kürtlerindir, orada Kürtler yaşar. Bu çok sınırlı bir devlet yaklaşımıdır, anlayışlıdır. Halbuki Türkiye, Türkiye’den çok daha büyük bir yerdir. Bakınız biz Osmanlı bakiyesi bir devletiz ve bizim devletimizden 63 tane devlet çıkmıştır. Bunların çoğuna devlet demek bile akla ziyandır. Birçoğu petrol şirketi düzeyindedir. 700 bin nüfuslu, 300 bin nüfuslu, dev paraları hükmeden şirketlerdir aslında. Devlet dediğimiz şey daha değer odaklı bir iştir. İçinde tabii ki ekonomi olacak, tabii ki demografi olacak. Ama değer odaklı bir mevzudur devlet dediğimiz şey. Dolayısıyla devletlerin değerleri olur. Yani Türkiye’de insanların güvende hissettikleri, değerli hissettikleri, ait hissettikleri bir değerler skalası lazım. Bunun da yolu demokrasidir dediğiniz gibi. İşlevsel bir hukuktur, gerçek işlevsel bir hukuktur. Oturaklı bir ekonomik yapıdır, özgürlükçü bir siyasal ortamdır. Türkiye bunları başarabilecek bir ülkedir. Geçmişimizde var, araya bir vesayet dönemi, darbelerle kurulan baskı dönemleri girmiştir o dönemin kalıntıları duruyor henüz ama aşılır bunlar. Açık ki Türkiye’nin öncülük ettiği bir vasatta artık etnikçi bir ulus devlet tanımı Türkiye’ye dar gelmektedir. Ülkücülük ya da Türkiye’de milliyetçilik bir mefkure milliyetçiliğidir, periferisinde ırkçı tonlar olsa da ne ülkücüler ne de diğer milliyetçi akımlar kendilerini ırkçılıkla tanımlamazlar, benzer şey yine Kürt milliyetçiliği için de geçerlidir. Bunun nedeni toplumun harcını karan İslam’dır. Bunu anlamamız lazım. Dolayısıyla ben Kürtlerin kendilerini ait hissettikleri, güvende hissettikleri, değerli hissettikleri bir Türkiye’nin bu temelde inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu, Irak, Suriye ve Türkiye’nin ortak geleceğinde, Türklerin, Arapların, Kürtlerin ortak kaderini belirleyecek bir tanzim edici irade gerektiriyor. Bu irade Türkiye’dir. Bu vizyonda Kürtler muazzam bir enerji kaynağı olabilir. Hem Irak’ta hem Suriye’de hem Türkiye’de Kürtler çoğulcu, özgürlükçü bir demokrasinin, kalkınmanın, birlikteliğin motoru durumundadır. Tersi bu büyük enerjinin, 30 milyon, 40 milyonluk bir nüfusun yarattığı büyük enerjinin terör örgütlerinin eliyle emperyalistlere peşkeş çekildiği, onların eliyle kullanıldığı bir vasattır.

-Yani Türkiye, Suriye ve Irak ülkelerinin yönetimlerine ortak olmaları anlamında söylüyorsunuz.

 –Elbette. Değil mi yani? Şunu söylüyorum, Kürtler Türkiye’nin demokrasisinin temel motorudurlar. Kürt sorunu dediğimiz şey bugün Türkiye’nin demokrasisinin derinleşmesi, hukukun işlevselleşmesi, ekonomik gelişiminin temel motorudurlar demografi olarak. Benzer bir şey, baskıyı, olumlu anlamda baskıyı Suriye’de de yapacaklardır. Yani yekpare bir örgütün, HTŞ örgütünün yönettiği bir Suriye’den ne bekleyebiliriz? Ama Kürtlerin demokratik talepleriyle, katkılarıyla, hatta baskılarıyla oluşmuş bir Suriye çeşitliliği başka bir şeye dönüşecektir. Benzer bir şekilde diğer azınlıklar da öyle. Türkmenlerin, Nusayrilerin, Dürzilerin, gayrı müslimlerin ve diğerlerinin hakları da böyle korunacaktır çünkü. Başka yolu yoktur. Dolayısıyla bütün bu çeşitliliklerin içinde yer alabileceği, kendini ifade edebileceği, kendini ait ve değerli hissedebileceği bir siyasal ortam ancak böyle oluşur. Bu aktörlerin sistemin içine girmesiyle oluşur. Benzer şey Irak’ta da geçerli. Irak’ın şu anda parçalı yapısı ancak Kürtlerin daha öne çıkmasıyla, sosyal, ekonomik, kültürel alanda sisteme daha müdahil olmasıyla çözülecektir. Aynı şey Türkiye’de de oluyor biliyorsunuz. Yani Türkiye’de biz şu anda neyi konuşuyoruz? Sayın Bahçeli’nin yaptığı açıklamanın anlamı, 40 yıllık kanlı bir terör mevzusunu günün sonunda meclise getirecek kadar, daha siyasal bir alana, daha konuşulabilir bir zemine taşıma arzusudur. Bütün bunlar Kürtlerin varlığıyla direkt bağlantılıdır. Kürtlerin ortaya koyduğu dirençle direkt bağlantılıdır. O direnci, o direnç enerjisini biz pozitif bir enerjiye dönüştürüp ülkeye katkıya mı çevireceğiz? Yoksa terör örgütlerinin elinde birer emperyalist maşaya mı terk edeceğiz? Veya ona izin mi vereceğiz? Tartışma budur tam olarak.

Dolayısıyla ben Türkiye, Suriye ve Irak arasında her 3 ülkenin, Türkiye’nin kesişen sınırlarında yaşamakta olan bu 30-40 milyonluk nüfusun yaratacağı olumlu katkının çok büyük olduğunu, muazzam olduğunu düşünüyorum. Ve Türkiye’nin de bunu gördüğünü düşünüyorum. Sayın Bahçeli’nin açıklamaları biraz da bu anlama geliyor aslında.

Türkiye dışarıda dev ve imparatorluk gibi davranıyor. Amerika’dan sonra dünyada en çok üs bulunduran, en çok asker bulunduran devlettir Türkiye. Ama içeriye döndüğümüzde küçük bir ulus devlet gibi davranmaya kalkışıyoruz. Hayır, dışarıda kurmakta olduğumuz bu büyük yapının Türkiye’de siyasal dilini kurmamız lazım. Sayın Bahçeli’nin yaptığı şey bu. Dışarıda imparatorluk gibi davranan bir devletin dilini kuruyor. Siyasal dilini kurmaya çabalıyor, ön açıyor Sayın Bahçeli. Dolayısıyla Kürtler burada, bu denklemde çok önemli bir yer işgal ediyorlar. Çok kıymetli bir yer işgal ediyorlar. Ve ben devlet aklının bunun farkında olduğunu, bunu gördüğünü ve bunu devreye sokmak istediğini düşünüyorum.

-Sayın Mustafa Ekici şeref verdiniz. Ağzınıza sağlık. Çok teşekkür ederiz.

-Ben teşekkür ederim. Sağ olun.

1 Comment

  1. Röportajda yer alan özelde bölge Kürtlerinin genelde tüm Kürtlerin psikolojisi ve tutumları hakkında yapılan kıymetli değerlendirmelerin şu süreç boyunca daha fazla tartışılması, analiz edilmesi ve gündemde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Güçler dengesi olgusunun kitleleri nasıl yönlendirdiği, bunun ulusal ve uluslararası perspektifinin sorun alanlarının bilincine nasıl yansıdığı, toplumun öyle görünse bile aslında nasıl taraf değil bağımsız bir yol hatta bağımsız bir stratejik tutum içinde oldukları konuları konuşulmalı. Elinize sağlık.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır