Tarih, çoğu zaman güncel siyasi kavganın zemini, tarafların birbirine karşı meşruiyet devşirme aracıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısında milliyetçiliğin yükselişi ve 20. yüzyılın ilk yarısında diktatörlüklerin çöküşüne kadar dünyanın pek çok yerinde durum böyleydi. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok yerde sönümlenen bu alışkanlık Türkiye’de sürüp gitti. II. Dünya Savaşı öncesinde Kemalizm, tarihsel söylemini adeta yarı tanrı bir Atatürk imgesi üzerine oturtmuştu[1] (Bk. Şükrü Hanioğlu, Atatürk Entelektüel Biyografi). Bu durumun Kemalist değerleri paylaşmayan kesimlerde tepki yarattığı açıktır. Fakat bir popüler tarih kurgusu olan “muhafazakâr tarih anlatısı”ndaki gerçek dışılığın, bu anlatı tarafından “tüm kötülüklerin anası” olarak yansıtılan Cumhuriyet döneminin resmî tarih anlatısına tepki olarak doğduğunu söyleyenler yanılıyor. Zira bu anlatının kökenleri daha eskilere gidiyor.
Aslına bakılırsa muhafazakâr tarih anlatısı 3 temel ayaktan beslenir.
1-) Bunlardan ilki, Sultan II. Abdülhamid’i azizleştiren (evliyalaştıran) tarikat çevreli literatür ve sözlü gelenektir. Bu gelenek Sultan II. Abdülhamid’in iktidar döneminde başlamıştır. Saray tarafından himaye edilen tekke kökenli mistikler, özellikle Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî kutsal padişah imgesini beslemiştir. Anlatının popüler taşıyıcıları arasında Necip Fazıl Kısakürek ve Kadir Mısıroğlu sayılabilir. Mısıroğlu, “Bir Mazlum Padişah: Sultan Abdülhamid” adlı çalışmasında Nakşibendî Şeyhi Abdülhakim Arvasi ve yine Nakşi eğilimli Süleyman Hilmi Tunahan çevrelerinden Abdülhamid’i yücelten anlatılar duyduğunu yazar; II. Abdülhamid’e yönelik bazı gerçekdışı menkıbeleri Şâzelî çevresine ve sonraki yıllarda Süleymancıların lideri olan Kemal Kacar’a atfeder.
2-) İkincisi 1908 yılında yayın hayatına başlayan Volkan gazetesinin ve başyazarı (kendisi de bir dönem alaylı memurluk yapan) Nakşîbendî tarikatına müntesip olduğu söylenen Derviş Vahdeti’nin ortaya attığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) arkasında mason locaları olduğu ve partinin gizli bir pozitivist ajandası olduğuna dair komplo teorileridir. Bu jargon özellikle Cevat Rifat Atilhan’ın yazı geleneğinde modern-popüler bir karşılık bulmuştur. Atilhan, masonluk-pozitivizm merkezli komplo teorisini anakronik bir şekilde, 1948 sonrası Türkiye kamuoyunun nefret objeleri olan, Siyonizm ve İsrail imgelerini de ekleyerek devam ettirmiştir.
3-) Üçüncüsü ise başlangıçta İTC üyesi iken daha sonra çeşitli sebeplerle İTC’den çıkartılan Miralay Sadık ve Rıza Nur gibi kendini mağdur hissedenlerin intikam amaçlı tezviratlarıdır. Örneğin Kadir Mısıroğlu, Rıza Nur’un kişisel kişisel husumet eseri olan bir takım asılsız iddialarına belge muamelesi göstermiş, yazılı çalışmalarında ve sözlü sunumlardan bu iddiaları dile getirmiştir.
Muhafazakâr tarih anlatısının bu üç kaynaktan beslenerek gerçek dışı bir tarih anlatımını benimsemesinin ise başlıca birkaç sebebi vardı.
Ancak bunların en önemlisi Derviş Vahdeti ve etrafında toplanan çoğu Anadolu ve çevresindeki coğrafyanın taşra bölgelerinden gelen ve düzenli bir eğitimden yoksun kişilerin alaylı memurluk yoluyla elde ettikleri kamu kaynaklarından tensikat[2] yoluyla dışlanmasıydı. Zira II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber Sultan II. Abdülhamid döneminde istihdam edilen alaylı kadrolar tasfiye edilmeye, yerlerine liyakat esasına göre yetişmiş mekteplilere öncelik verilmeye başlandı. Ancak alaylılar, eğitimlerinin ve yeteneklerinin yetersizliğine rağmen memuriyette kalıp devlet kaynaklı gelir ve nüfuz imkânının sürmesini istiyordu. Bunlar II. Abdülhamid devrinde bir nevi lümpen-bürokrasi oluşturmuşlardı. Bunun devamı alaylıların geleceği için kritik önemdeydi. İTC ise bu yapıyı dağıtmaya kararlıydı[3].
Mekteplilerle rekabet edecek bilgi birikimine ve beceriye sahip olmayan, saray himayesini de yitiren bu kesimler için süreç ciddi bir maişet krizine dönüştü. Doğrudan mücadele edemeyince, İTC’yi zayıflatmanın yolu olarak komplo teorilerine yöneldiler. Bu amaçla Volkan çevrelerinde İTC’yi İslâm dışı gizli odaklarla ilişkilendiren asılsız iddialar üretildi. Tarikat–tekke çevrelerinde büyütülen Abdülhamid övgüleri de bu söyleme eklemlenerek daha bütüncül bir anlatı kuruldu.
Muhafazakâr tarih anlatısının gerçekdışı iddialarına birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. Mesela II. Abdülhamid’in Theodor Herzl’i huzurdan kovduğu anlatısı gerçek değildir. Osmanlı arşivlerindeki ayrıntılı belgeler, görüşmelerin kovma sahnesi olmadan sürdüğünü; hatta Herzl’e Filistin yerine Mezopotamya’dan toprak teklif edildiğini gösterir[4]. Emanuel Karasu’nun varlığı üzerinden İTC’yi Siyonizmle eşitlemek de kolaycılıktır; Meclis-i Mebusandaki konuşmaları incelenirse Karasu’nun o dönem itibarıyla Siyonizm karşıtı bir Yahudi olduğu görülür[5]. Bu anlatılara günümüzde Enver Paşa’nın Yahudi, Atatürk’ün ise Sabetayist kökenli olduğu gibi uçuk iddialar da eklenerek komplo repertuarı genişletilmeye çalışılmaktadır.
Muhafazakâr tarih anlatısının önemli özelliklerinden biri belgelerden ziyade hatırat türü eserleri merkeze almasıdır. Çünkü kişisel düşmanlıklar nedeniyle çarpıtılma ihtimali içeren hatıratlar (örneğin Rıza Nur’un hatıratı gibi) birçok asılsız ithamı (hatta iftirayı) barındırabilmektedir. Bu anlatı için hatırat türü eserler o kadar önemlidir bu akım, kendi argümanlarını güçlendirmek için sahte hatıralar basmaktan çekinmemiştir. Örneğin “Taşkışla’da 31 Mart Faciası” adlı hatıratın sözde yazarı “Mustafa Turan” adında bir askere dair ne dönemin kaynaklarında ne arşivlerde ciddi bir iz yoktur. Üstelik bu hatıratta, 24 Nisan 1909’da Taşkışla’yı ele geçiren Enver Bey’in, eski Bulgar eşkıyası Sandanski’ye emir vererek Taşkışla Kumandanı Miralay İsmail Bey’i kurşuna dizdirdiği yazılıdır. Oysa Osmanlı arşivi incelendiğinde Miralay İsmail Bey’in vakadan sonra yargılandığı, kendini savunduğu ve hakkındaki idam kararının 3 Temmuz 1909’da, idamın icrası için irade-i seniyyenin ise 6 Temmuz 1909’da çıktığı anlaşılmaktadır. Yani bu kitaptaki bu olay uydurmadır. Dahası dönemin hiçbir aslî kaynağında ya da olayı yaşayanların hatıralarında 31 Mart Vakası, bu sahte metindeki gibi Siyonizmle ilişkilendirilmez.
Muhafazakâr tarih anlatısının önemli ayırt edici özelliklerinden Rumeli karşıtlığıdır[6]. 1908’de II. Meşrutiyeti ilan ederek alaylıları tensikata tabii tutan İTC’nin, I. Dünya Savaşı’ndan sonra tesis edilen Cumhuriyet idaresinin önde gelen liderleri Rumeli veya İstanbul orijinliydi. Muhafazakâr tarih anlatısının iblisleştirdiği Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa gibi karakterlerin önemli bir bölümü ya Rumeliliydi ya da Rumeli’de yetişmişti. Muhafazakâr tarih anlatısının, Selanik’te sanki hiç Türk yaşamıyormuş gibi, buradaki sınırlı sayıdaki dönme ailelerin varlığı üzerinde tepinmesinin altında yatan sebep Selanik üzerinden Rumeli’yi dönmelikle özdeşleştirmektir. Atatürk’e “Sabetayistlik”, Talat Paşa’ya “çingenelik”, Enver Paşa’ya ise Gagavuz kökeni üzerinden “Hristiyanlık” ve “Yahudilik” isnatları, muhafazakâr söylemin Rumeli-karşıtı ve ırkçı alt metnini açığa çıkarır.
Muhafazakâr-popüler tarih anlatısı bugün de komplo üretimini sürdürüyor; ancak Kadir Mısıroğlu’nun vefatından sonra belirgin bir sürdürülebilirlik krizi yaşıyor. Mısıroğlu, çağdaş tanıklardan devraldığı sözlü malzemeye erişebiliyordu; halefleri bu kaynaktan yoksun. Boşluğu iki yolla kapatmaya çalışıyorlar.
1-) Olayların yaşandığı dönemde yazılarak Batı literatürüne girmiş daha önce az kullanılmış ya da hiç kullanılmamış hatıra ve komplo teorisi tarzı, dedikodu taşıyıcılığı yapan, yabancı kaynaklara başvuruyorlar. Çünkü, örneğin F. McCullagh ya da W. M. Ramsay gibi, bölgeyi iyi tanımayan yabancılar Osmanlı sokaklarında duydukları dedikoduları, bu dedikodulara İTC muhaliflerinin yaptıkları da dahil, kendi hatıralarına gerçek bir bilgiymiş gibi ekleyebiliyorlardı. Kendilerini Mısıroğlu’nun halefi olmaya aday gören bazıları, bu tip çalışmalardaki satır arası bilgileri bağlamından koparıp adeta “cımbızlayarak” gerçek bir bilgi hatta belge gibi ileri sürüyorlar.
2-) Sıfırdan, ayakları yere basmayan iddialar üretiyorlar. Bugünlerde sosyal medyada Atatürk dönemindeki tamamı Müslüman ahaliden olan kadın milletvekillerinin aslında Yahudi ve Rum olduğuna dair tezviratlar bu ikinci tip komplo üretimine örnek sayılabilir.
Ancak muhafazakâr tarih anlatısının esas irdelenmesi gereken yanı sonuçlardır. Bu anlatı lider figürünü (II. Abdülhamid’i) toplumun babası, toplumu ise bir türlü büyüyemeyen çocuk kipine sokar. Çocuk hayatın zorluklarına karşı yetersizdir ve babasının himayesi olmaksızın var olamaz. Toplum, kendisine söz ve inisiyatif verilmediği için zihinsel olarak büyüyemeyen bir çocuk gibidir. Muhafazakâr tarih anlatısı sadakati erdem, özgür düşünce ve itiraz kültürünü ise günah olarak kodlar. İttihat ve Terakki’nin tarihsel karşı çıkışını, himayeci baba figürüne karşı bir itiraz, dolayısıyla bir ahlaksızlık olarak görür. Bu anlatı lümpen nitelikli bir patrimonyal ütopyaya duyulan özlemi yansıtır. Lidere sadakat ve kişisel menfaat, özgür düşünce ve erdemin önüne geçmiştir. Örneğin Sultan II. Abdülhamid’in, dönemin mafyatik bir figürü olan Serhafiye Fehim Paşa’yla ya da dönemin en büyük yolsuzluklarına imza atmış Melhamelerle girdiği ilişkiler irdelenmez, hatta “nizam-ı alem” için hoş karşılanır. Şüphesiz ki bu nizam; liyakatlilerin ezildiği, liyakatsizliğin ödüllendirildiği lümpen karakterli bir rejimden başka bir şey değildir. Gelinen noktada, muhafazakâr kesim nitelikli üretim alanlarında -örneğin bilim ve sanat- Kemalist ya da diğer Batı orijinli toplum kesimlerine rakip olamamıştır. Bu geri kalmışlık durumuna katkı sunan sebeplerden biri de işte bu muhafazakâr-popüler tarih anlatısıdır.
[1] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Şükrü Hanioğlu, Atatürk Entelektüel Biyografi, (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2023)
[2] Sultan II. Abdülhamid döneminde istihdam edilen kadro fazlası ve görevin gerektirdiği nitelikleri taşımayan memurların işten çıkarılması.
[3] Yedi Sekiz Hasan Paşa, Şemsi Paşa, Kabasakal Mehmed Paşa gibi örnekler düşük eğitimli oldukları hâlde Sultan II. Abdülhamid döneminde makam ve güç elde edebilmiş “lümpen” bürokrasiye bir örnek sayılabilir.
[4] Vahdettin Engin, Pazarlık, (İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2024)
[5] Örneğin Emanuel Karasu’nun 1 Mart 1911 tarihli Meclis-i Mebusan tutanaklarına yansıyan konuşması.
[6] Her ne kadar muhafazakar yazarların Rumeli düşmanlığı bu iki isimle sınırlanamayacak kadar geniş olsa da Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl Kısakürek ve Nureddin Topçu’nun “Rumeli düşmanı” olduğunu söyler. Kadir Mısıroğlu, Üstat Necip Fazıl’a Dair (İstanbul: Sebil Yayınevi, 1993).
