Önce Kendi Bahçemizi Savunalım
On beş yıl önce, Londra’da bir sığınakta düzenlenen bir dış politika kahvaltısında, Britanya devlet yönetimini sekteye uğratan bir patoloji kendini gösterdi. “Küresel bir rolümüz olmalı,” diye ısrar etti kıdemli bir milletvekili. Odadaki herkes, sanki bu apaçık bir gerçekmiş gibi başlarını sallayarak onayladı. “Çıkarlarımız değerlerimizdir,” diye atıldı saygın bir gazeteci; dünya çapında güç yansıtımı ve neyin önemli olduğuna dair sınırsız bir algıyı savundu. Masanın etrafında daha fazla onay mırıltısı duyuldu. Gündem belirlendi. İş bitmişti. Geri kalan bir saat boyunca, yaklaşmakta olan bir kemer sıkma bütçesine rağmen Britanya’ya evrensel bir ağırlık kazandırmanın yollarını tartıştık. Kimse daha önce sorulması gereken en önemli soruyu sormadı: “Neden?”
Soru hâlâ geçerliliğini koruyor. Hatta artık çok daha acil bir hâle geldi. Her yerde önemli olmak, artık her zamankinden daha zor. Enerji artık daha pahalı. Krediler de öyle. Askerî teçhizat da. Çelik gibi hayati sanayiler ayakta kalmakta zorlanıyor. Okullardan elektrik santrallerine kadar uzanan fiziksel altyapı yaşlanıyor ve baskı altında. Ülke, sosyal bakım, ulaşım ya da emniyet hizmetlerindeki finansman açıklarını ve aksaklıkları yönetmekte zorlanıyor. Yine de, her dış politika krizi patlak verdiğinde, önemsiz görünme ve öyle hissetme kaygısı sürüp gidiyor. Tüm bu olan biten içinde Britanya nerede? Neden bu ülke olayların merkezinde değil? Bu kargaşanın ortasında Küresel Britanya nerede? Haziran 2025’te Başkan Donald Trump İran’ı bombaladığında, Britanya Uçak Gemisi Taarruz Grubu’nun Arap Denizi’nde başkanın ekibinin doğrudan bir parçası değil de yalnızca Britanya’nın varlığını vurgulamak amacıyla Singapur’a konuşlandırıldığını hatırlayın; o zamanki hayıflanmalara kulak verin.
Bu, iyi bir şeydi aynı zamanda — nitekim arkadaşım David Blagden da haklı olarak böyle savundu. Orta Doğu’daki krizlere bulaşmak her zaman akıllıca değildir. İran örneğinde Britanya, “Birleşik Krallık’ın düşmanını zayıflatma bedelini, daha fazla çıkarı olan müttefiklerine ustaca bırakarak, maliyetli bir karmaşadan uzak durdu ve misilleme tehlikesini azalttı.” Ancak bu sorgulamayı daha da derinleştirebiliriz. Kendi Avrupa çevresi son yıllarda hiç olmadığı kadar istikrarsız, tehdit altında ve çalkantılıyken, Britanya’nın Güneydoğu Asya’da deniz gücünü sergilemesi ne derece hayati olabilir?
Vladimir Putin’in Rusyası, kıtayı hızla işgal edebilecek kapasitede olan Hitler’in Almanyası ya da Stalin’in Sovyetler Birliği gibi değil. Ancak yine de biri dengeyi sağlamak zorunda. Avrupa hâlâ önemli bir güç merkezi ve bu dengeler kendiliğinden oluşmuyor. Ukrayna örneği bir yol göstericiyse, gelecekte Rusya’nın saldırganlığını (ya da beliren başka herhangi bir saldırganı) dizginlemek sadece ateş gücü ve insan gücüyle değil; sanayi kapasitesiyle, büyük mühimmat, yakıt, gıda ve teçhizat stoklarıyla, geniş ve teknik yeterliliği yüksek bir iş gücüyle, istekli ve yetkin müttefiklerle, inandırıcı bir nükleer caydırıcılıkla ve finansal verimlilikten çok dayanıklılık esasına göre organize edilmiş bir savunma sanayiiyle mümkün olacaktır.
Bütün bunlar yeterince zorlu değilmiş gibi, Avrupa’nın gelecekteki savunmasında Amerika Birleşik Devletleri geri planda kalabilir, hatta sahnede hiç yer almayabilir. Üstelik tüm bunlar, tarihsel olarak Britanya’nın hayatta kalması ve özgürlüğü için merkezi öneme sahip bir coğrafyada gerçekleşecektir. Bu nedenle, Asya gibi çok daha uzak bir bölgede bir miktar güç kullanabilme kabiliyeti “olsa iyi olur” türünden bir şeydir. Oysa Britanya’nın kendi bölgesinde fark yaratabilme yetisi “olması şart” olan bir şeydir. Üstelik Hint-Pasifik bölgesi artık, düşmanların gemileri tespit edip batırma konusunda uzmanlaştığı, yoğun rekabetin yaşandığı bir yerdir; dolayısıyla, bu bölgede kısa süreli ve sınırlı bir varlık göstermek, tek yarımkürelik bir donanmayla iki yarımkürelik bir strateji yürütmek yeterli olmayacaktır. Mesele, Amerika Birleşik Devletleri’ne eli kolu doluyken yardım etmekse, Britanya’nın deniz ve hava yaklaşımlarında ve Avrupa kıtasında savunma hattını tutabilme kapasitesini geliştirmesi, böylece ABD’nin kıt kaynaklarını daha fazla serbest bırakması daha yerinde olacaktır.
Genel soruya geri dönelim. Neden, artık dünyanın başlıca güçleri arasında birinci sırada yer almayan — ama nükleer silahlı bir Belçika’dan ibaret de olmayan — Britanya gibi bir devlet, bir dünya devleti, bir “küresel oyuncu” olmak istesin ki?
Tarih boyunca en zengin ve en geniş etki alanına sahip süper güçlerden biri olan Amerika Birleşik Devletleri için bile dünya çapında bir varlık sürdürmek yeterince zordur. Bunu yalnızca, benzeri olmayan ve kısa ömürlü koşullarda — meydan okumaya cesaret eden denk ya da denkle yakın bir rakibin olmadığı zamanlarda — gerçekten başarabilmiştir. Son dönemde ise, çok sayıda dış kriz ve iç sorun, Amerika’nın kapasitesini zorlamış ve yürütme organının hareket alanını aşma tehlikesi yaratmıştır. Kasım 2022’yi hatırlayın: Gazze ve Ukrayna yangın yeri olmuşken, İran ABD güçlerine saldırılar düzenlerken, sınırda kaos hüküm sürerken, tersanelerde acil onarım gerektiren açıklar varken ve COVID sonrası toparlanma hâlâ baskı yaratıyorken, dönemin Başkanı Joe Biden, “Beyaz Saray’ın enerjisini İsrail, Ukrayna ve yaklaşan yeniden seçim kampanyasına odaklayabilmesi için Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile olan çalkantılı ilişkisini dengelemeye çalıştı” — üç üst düzey yönetim yetkilisine göre. Biden’ın “dünya tarihinin en güçlü ülkesi” olarak tanımladığı bu ülke bile fiilî küresel hâkimiyete ulaşamıyorsa, Britanya için küresel bir duruş sergileme söylemi gerçekçi değildir.
Gerçek anlamda küresel devletler tarihsel olarak oldukça nadirdir. Tarihin büyük bölümü aslında imparatorlukların tarihidir. Ancak çoğu imparatorluk yeryüzünü boydan boya kuşatmamıştır. Eski Pers İmparatorluğu’nun hükümranlığı geniş bir alana yayılmıştı; ancak Hellen dünyasında şiddetli sınırlara çarptı — Herodot’un anlatısında, İmparator Xerxes’in otoritesine karşı gelen dalgalı suların kırbaçlatıldığı hikâyede, Çanakkale Boğazı kibirli bir aşırılığın sınır noktası olarak belirir. Orta çağ Ming Çin’i, kara ve deniz üzerinde Asya’nın devasa bir gücüydü; ancak bu alanın ötesinde nadiren şartlarını dayatabilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu küresel değil, Akdeniz merkezli bir güçtü; Tuna ya da Fırat boyunca dış sınırlarına dayanmıştır. Bizans kuzeni ise, gücünün yayılımından çok dayanıklılığıyla daha etkileyiciydi ve sık sık sınırlarının geri çekilişini yönetmek zorunda kalmıştır. Britanya İmparatorluğu geniş bir coğrafyaya yayılmıştı; ancak bu daha çok erişim bakımındandı, kapsama açısından değil. Kıta Avrupası’nda ya da hatta Avrasya’da güç dengesini sarsabilirdi ama asla egemen olamadı; iki dünya savaşı ve acımasız Amerikan politikaları — Süveyş’in de gösterdiği gibi — onun bağımsız, bölge dışı gücüne son verdi. Ve Amerika Birleşik Devletleri, savaş sonrası dönemde önde gelen devlet olarak geçirdiği zamanın büyük bölümünde, gücünü ve taahhütlerini periyodik olarak yeniden dengelemiş; pahalı çevresel savaşlardan çekilmiş, düşmanlarının sayısını diplomatik yollarla azaltmış ya da onları yeniden hizaya sokmuş; müttefiklerinden daha fazla yarar sağlamıştır. Dünya hâlâ, bölge dışı fatihlere karşı elverişsiz, büyük ve ürkütücü bir yerdir.
Dolayısıyla Britanya’nın küresel bir güç olmadan da uluslararası bir güç olabileceğini kabul etmek, hiçbir şekilde bir utanç kaynağı değildir. Ancak bu tartışma kolay kolay sona ermiyor. Britanya’nın 2021 tarihli savunma ve strateji incelemesi, ulusal çıkarların ne olduğu ve bunların en iyi nasıl izleneceği konusundaki “açık denizci” (blue water) ve “kıtacı” (continentalist) yaklaşımlar arasındaki tartışmayı yeniden gündeme getirdi. Küresel bakış açısına sahip açık denizciler, bizim gibi kuşkuculara, Britanya’nın gücünü aynı anda birden fazla cephede kullanabileceğini ve kullanması gerektiğini; bunun da Britanya’nın önemi açısından hayati olduğunu temin ettiler. Ortaya çıkan nihai ürün, Avrupa’ya stratejik öncelik tanırken aynı zamanda “Hint-Pasifik Eğilimi”ni de benimseyen bir yaklaşım oldu ki bu, argümanı değilse bile mücadeleyi kaybettiğimizi gösteriyordu. O dönemin Savunma Komuta Belgesi’nde şöyle deniyordu: “Gelecekte yetenek, insan ve platform sayısından çok, bilgi merkezli teknolojiler, otomasyon ile yenilik ve deneyimleme kültürüyle tanımlanacaktır.” Ancak Rusya-Ukrayna savaşı bu mantığı yerle bir etti. Uzun süreli çatışmalarda kitle, sayı ve her ikisinin sürdürülebilirliği hâlâ kritik önemdedir. Dolayısıyla, gücü yaymadan ve böylece zayıflatmadan önce, en önemli cepheye yeterli ağırlığın zamanında verilmesi gerekir.
Küresel ölçekte varlık gösteren bir devlet vizyonuna tutunmanın, yanlış olmaktan daha kötü bir yanı vardır. Dış politika söylemi olarak bu vizyon, özgüven değil; statüye dair nevrotik bir güvensizlik yansıtır. Ayrıca dış politikanın sadece güç üretmek ve böylece önemli yerlerde önemli olmakla değil, kılıçların çekildiği her zaman ve her yerde herkese önemli hissettirmekle ilgili olduğu fikrini teşvik eder. Statü arzusu ve iyi hissetme isteği, farklı bağlamlarda farklı biçimlerde kendini gösteren doğal bir insan arzusudur. Ancak diğer tüm arzular gibi, bu da dizginlenmelidir. Saygın bir “küresel” güç olmaktan ziyade, en fazla önem arz eden yerlerde gücünü uygulayabilen ve sürdürebilen ciddi bir güç olmayı hedeflemeliyiz. Ciddi bir güç olmanın bir parçası da, ülkenin sadece yardım etmek için değil, görünür olmak için de “bir şeyler yapmasını” talep edenlerin şikayetlerine kulak asmamaktır. Her şeyi savunmak, hiçbir şeyi savunmamak demektir. Her yerde olmak, bir yerlerde ağırlık eksikliği demektir.