Kapitalizm ve Sonsuz Savaş

Militarizm, çağdaş kapitalizmin temel bir bileşenidir ve savaş, soykırım ve mülksüzleştirme ekonomilerinde ortaya çıkan bu kötü niyetli ortaklığı hedef almak, acil bir öncelik olmalıdır. Ancak zorluk bundan çok daha ötededir; çünkü kapitalizm, giderek daha sömürücü birikim ve israf edici artı değer emme araçlarını geliştirmeye devam etmektedir. Kapitalizm bu şekilde bu kadar uzun süre ayakta kalmıştır. Gerçek değişim, kapitalizm Küresel Güney ve Küresel Kuzey’deki kolektif mücadelelerle ortadan kaldırılmadıkça gerçekleşmeyecektir.
Ekim 4, 2025
??????????????????????????????
image_print

Avrupa, Amerikan askeri-sanayi kompleksine benzer bir savaş ekonomisi inşa etmeye yönelik görkemli planlarla savaş yolunda ilerliyor. Her zaman olduğu gibi, savaşa kamuoyu desteği sağlamak – rıza üretmek – için, içeride ‘büyümeyi’ teşvik etmekten, Batı’nın sonsuz sermaye birikimi üzerindeki tekelini engelleyen yabancı rejimlerin yarattığı tehditlerle mücadeleye kadar uzanan anlatılar gerekmektedir. Her halükârda, Avrupalı liderlerin artan saldırganlığı, tekelci kapitalizmin çıkarlarını korumakla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır; öte yandan Avrupa, ABD’ye koşulsuz itaatiyle kendini lüzumsuz hâle getirmiştir.

Fazlalık Emilimi, Sonsuz Savaş ve Boşa Harcanan Hayatlar

Tekelci kapitalizm, Paul Baran ve Paul Sweezy’nin tekelci sermaye üzerine kaleme aldıkları öncü incelemede gösterildiği gibi, ekonomik fazlanın – hem mutlak olarak hem de toplam üretim içindeki payı itibarıyla – artma yönünde güçlü ve sistematik bir eğilim göstermesiyle karakterize edilir. Samir Amin ise gelişmiş kapitalist ekonomilerde ekonomik fazlanın 19. yüzyılda GSYİH’nın %10’undan, 21. yüzyılın ilk on yılında %50’ye yükseldiğini tahmin etmiş, bunun önemli bir bölümünün Küresel Güney ülkelerinden elde edilen emperyalist ranttan kaynaklandığını belirtmiştir. Bu nedenle kapitalizm, bu aşırı birikimi dengeleyebilmek için sürekli olarak yeni fazlalık emilim biçimleri bulmak zorundadır. Genel olarak fazlalık, (1) tüketim, (2) yatırım ve (3) israf edici faaliyetler yoluyla emilebilir. David Harvey de kapitalizmin giderek artan ölçüde israfçı hale gelen fazlalık emilim biçimlerini sıkça ele almış; bunların en yıkıcı olanının savaş olduğunu vurgulamıştır. Hükümetler, aksi takdirde üretilmeyecek olan fazlayı emme sürecinde önemli bir rol oynar – örneğin, savaş yoluyla daha fazla kâr elde etmeyi mümkün kılmak için silah sanayisini sübvanse ederek (askeri Keynesçilik aracılığıyla); ve böylece bu süreç sonsuz bir felaket döngüsüne dönüşür.

Yanis Varoufakis ve başkalarının da belirttiği üzere, savaş sonrası dönemde uygulanan askeri Keynesçilik kapsamında, askeri-sanayi kompleksi ABD’nin ana sanayi politikası olmuştur. Bugün Avrupa da aynı yolda ilerlemekte; devlet kaynaklarını, toplumsal olarak faydalı sektörlerde istihdam son derece yetersiz kalmışken, “meşru müdafaa” ve istihdam fırsatları gibi söylemler altında yaşamı, toplumu ve çevreyi yok eden silah üretimine yönlendirmektedir. Katma değer yaratmayan, sadece israf ve yıkıma neden olan bir “büyüme” söz konusudur. Michael Roberts’ın sözleriyle: “Keynesçilik, iş yaratmak için çukur kazıp doldurmayı savunur; askeri Keynesçilik ise iş yaratmak için mezar kazıp cesetlerle doldurmayı.” Savaş makinesine milyarlar akıtılması, onu yağlayıp çalışır durumda tutmak için sonsuz bir savaş politikasını, bunun yanı sıra Avrupa’da çok sayıda insan için yeni bir kemer sıkma dalgasını işaret ediyor. Aksi takdirde, yaşanan büyüme patlaması tarihe karışacak – onu yaratan siyasal liderlerle birlikte, borç dağlarıyla boğuşan ülkeleri de.

Sermayenin savaş aracılığıyla elde ettiği kâr, silah üretiminin çok ötesine geçmektedir. Savaşın yarattığı yıkım, yaşam standartlarının düşmesine; doğal kaynakların ve emek gücünün – yani yaşamı sürdürebilmek için gerekli olan emeğin (gıda, barınma, ilaç, sağlıklı çevre) – değersizleşmesine yol açmakta; böylece kâr oranı artmakta, emperyalist rant elde edilmekte ve başta Küresel Güney olmak üzere savaşın yarattığı çorak topraklarda kaynaklara ve yeni pazarlara erişim sağlanmaktadır. Ali Kadri’nin atık birikimi analizinde belirttiği gibi, erken ölüm, harcanmış doğa ve boşa harcanan hayatlar savaş endüstrisinin ürünleri arasında yer almakta; kâr amacıyla üretilen ve bizim tükettiğimiz meta niteliğindedirler.

Savaşın birçok açıdan son derece kârlı olduğu ve gelişmiş kapitalist dünyanın son on yıllardaki temel meşguliyetlerinden biri olduğu açıktır. Avrupa devletleri şu anda onu ekonomilerinin merkezine yerleştirme sürecindedir. Düşman rejimlere karşı “meşru müdafaa” şeklindeki yaygın anlatı, bu tür düşmanların sürekli varlığını – hatta üretilmesini – zorunlu kılar. Bu anlatı defalarca yüzümüze patlamış, başka yerlerde insanların yaşamlarında kelimenin tam anlamıyla infilak etmiş olsa da, yeniden üretilmesini engellemiş gibi görünmüyor. Şu anda, Filistin’de tam teşekküllü bir soykırım ve tüm Ortadoğu’da bununla bağlantılı vekâlet savaşları biçiminde patlamakta ve Batılı silah şirketleri ile soykırım ekonomisine dahil olan diğer kurumsal şirketlere devasa kârlar ve daha fazla sermaye birikimi sağlamaktadır.

Askerî Keynesçilik ve Yeni Emperyalizm

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri-sanayi kompleksini ekonomisinin temel taşı hâline getiren iki partili Amerikan askeri Keynesçilik politikası, Ronald Reagan gibi, silah sanayisine büyük yatırımlar yapan, şiddetli neoliberal ve anti-Keynesçi aktörleri de içermekteydi; Reagan, Sovyetler Birliği’ne karşı silahlanma yarışını düzenlemek için Soğuk Savaş retoriğini kullanmıştır. Bu endüstriyi ayakta tutmak için savaşları sürdürmek ve kışkırtmak gerekir. Ve bildiğimiz gibi, bunda son derece başarılı oldular – yeni savaşlar başlatmakta, eskilerini tırmandırmakta ve sürdürmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak Amerikan silahlarının çoğu zaman her iki tarafta birden kullanıldığı çatışmaları teşvik etmekte. Küresel Güney’in muazzam kaynaklarını denetim altında tutma ve iş birliği içindeki siyasal rejimlerin devamlılığını sağlama yönündeki yeni-emperyalist misyon, bu çatışmaların çoğunun temelinde yatmaktadır.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce saldırılar çoğunlukla “komünist tehdit” söylemlerine dayanıyordu; özellikle ABD’nin “arka bahçesi” olarak görülen Latin Amerika’da. 1990 sonrasında ise odak yoğun biçimde Ortadoğu’ya kaydı. Burada, askeri-sanayi kompleksinin sürdürülmesi gereği; petrol endüstrisini tekelleştirme arzusu, petro-dolarların geri dönüştürülmesi yoluyla ABD dolarını güçlendirme hedefi ve bölgede ABD çıkarlarını güvence altına almak amacıyla soykırımcı yerleşimci-sömürgeci İsrail devletinin devamlılığını sağlama yönündeki çıkarlarla desteklendi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, yalnızca bir emperyalist Üçüncü Dünya Savaşı olasılığı (yakın zamandaki İran saldırısı bunun bir örneğidir) değil, aynı zamanda üçüncü dünya ülkelerine ve özel olarak Ortadoğu’ya karşı kesintisiz ya da aralıklı bir savaş anlamında, uzun soluklu bir “üçüncü dünya savaşı”nın sancılarını yaşıyoruz.

Sömürgeciliğin güdüleri, ‘sömürge sonrası’ ya da daha doğru bir ifadeyle yeni-emperyalist dönemde de tüm geçerliliğini korumaktadır: Kuzey’deki sermaye-emek çelişkisinin çözülmesi ve Güney’de mülksüzleştirme yoluyla birikim sağlanması yoluyla küresel kapitalizmin devamlılığını sağlamak. Kullanılan araçlar her ne kadar evrilmiş olsa da, askeri yöntemler ile ticaret yoluyla eşitsiz değişim ve yaptırımların uygulanması gibi çok sayıda ekonomik savaş biçimi hâlâ birbirine sıkı sıkıya bağlı ve karşılıklı olarak birbirini pekiştirici niteliktedir. DTÖ ve IMF gibi kurumların ticaret ve finans rejimleri, kaynak sömürüsüne ve piyasa erişiminin genişletilmesine yönelik eski sömürgeci kalıpları taklit etmekte ve bunları daha da genişletmektedir.

Refah Değil, Savaş: Avrupa’nın Tercihi

Avrupa’nın “dönüm noktası” niteliğindeki Readiness 2030 veya ReArm Europe planı, toplam 910 milyar dolara varan birleşik askerî harcamayı serbest bırakmayı hedefleyen büyük bir askeri Keynesçilik canlanmasının parçasıdır ve Avrupa ile Birleşik Krallık genelindeki liderler tarafından desteklenmektedir. Bu plan, artık ABD’nin Avrupa’nın askerî “koruması” için ödeme yapmayı bırakma isteği doğrultusunda, NATO ülkelerinin GSYİH’larının %5’ini askerî harcamalara ayırma taahhüdüyle daha da güçlendirilmektedir. Avrupa’nın askerî kapasitesi halihazırda Ukrayna savaşı tarafından zayıflatılmışken, ABD şirketleri için ortaya çıkan yatırım fırsatları muazzamdır; Ukrayna’ya yönelik milyarlarca dolarlık ABD üretimi silahlar halihazırda Avrupa tarafından finanse edilmektedir. Yeni anti-drone sistemleri, hava ve füze savunma kabiliyetleri ve en güçlü siber savaş sistemlerinin satın alınması, yapay zekâ ve kuantum bilişim sistemleriyle birlikte ufukta görünmektedir. Bunların tümü, Avrupa’nın “yarının dünyasına uygun” bir güç inşa etme taahhüdünün bir parçasıdır – ki şu anda “yarının dünyasını”, yani sonsuz savaş dünyasını yaratmakla meşguller.

Tüm bunlar, Hollanda refah devletinin geriye kalan izlerini ustaca yok ettikten sonra, dünyanın geri kalanında da azami yıkımı gerçekleştirmeye kararlı başarılı bir ultra-neoliberal savaş çığırtkanının liderliğindeki bir NATO’nun himayesinde gerçekleşmektedir. Bu şaşırtıcı değildir; neoliberalizm ve askeri Keynesçilik uzun süredir birbirine bağlıdır. Keynesçi politikalar, söz konusu askerî harcamalar olduğunda neoliberaller için kabul edilebilirdir. Ancak iş eğitim, sağlık hizmetleri ya da çevre koruması gibi kamu hizmetlerine geldiğinde, aslında temelsiz mitlerden ibaret olan “mali sorumluluk” veya “bütçeyi dengeleme” gibi kısıtlamalara başvururlar. Şimdi ise, Avrupa’nın adil geçişine yönelik kaynaklar, savaş yanlısı bir geleceğin gerçekleştirilmesine yönelme riskiyle karşı karşıya; yeşil işler için beceri geliştirme ve yeniden beceri kazandırma girişimleri askıya alınmakta, askeri sektördeki işlere yönlendirilmektedir.

Michael Roberts, askeri Keynesçiliğe yönelik son eleştirisinde, Avrupa kapitalizmini yeniden silahlandırmak adına liberal Keynesyen ekonomi uzmanları ile askerî devleti savunan diğer yorumcular tarafından öne sürülen argümanlara yer verdi. Bunlar arasında, Chatham House direktörünün savunma harcamalarının “tüm kamu yararlarının en büyüğü” olduğu, çünkü otoriter güçlere karşı “demokrasinin” hayatta kalması için gerekli olduğu yönündeki iddiası da vardır. Ayrıca “siyasetçilerin, hastalık yardımları, emekli maaşları ve sağlık hizmetlerinde kesintiler yaparak parayı geri kazanmak üzere kendilerini hazırlamaları gerekeceği”ni söylemektedir. Dolayısıyla burada daha fazla kemer sıkma, başka yerlerde boşa harcanan hayatlar ve küresel ölçekte çevreye yönelik daha yoğun bir saldırı beklenebilir. Savaş ekonomisinin destekçileri her ne kadar “büyüme”yi vurgulasa da, bu iddia bile temelsiz görünmektedir: Michael Hudson, Almanya’nın askerî harcamalarını %2’nin altından %3,5’e çıkaracağını duyurmasının ekonomiyi yılda %1 oranında, askerî olmayan kısmı ise yaklaşık %5 oranında küçülteceğini tahmin etmektedir. Bu da daha fazla işsizlik ve kesinti anlamına gelmektedir. Dahası, Yanis Varoufakis’in de belirttiği gibi, Avrupa’nın bunu gerçekleştirecek mali kapasitesi, ABD’ninkiyle kıyaslandığında yetersizdir.

Ancak Avrupa, savaş yanlısı bir gelecek peşinde koşma kararlılığını çoktan ilan etmiştir. Avrupa Konseyi’nin bir yıl önceki basın açıklaması, Avrupa’nın açıkça bir savaş ekonomisine geçmekte olduğunu belirtmiştir. Bu geçiş, Avrupa sanayisinden silah alımlarının 2030 yılına kadar iki katına çıkarılmasını ve “silah şirketlerine daha fazla öngörülebilirlik sağlamak için çok yıllı sözleşmeler de dâhil olmak üzere, üretim kapasitelerini artırmaları yönünde teşvik edilmesini” kapsamaktadır. Amaç, Avrupa savunma sanayisini güçlendirmek ve “savunma hazırlığını artırırken AB genelinde istihdam ve büyüme yaratmaktır.” Baslıkta belirtildiği gibi: “Barış istiyorsak, savaşa hazırlanmalıyız.” Bu ifadeye verilebilecek tek akılcı yanıt şudur: Kesin bir hayır. Barış istiyorsak, barışa hazırlanmalıyız.

Halkın Rızasını Üretmek

Savaş ekonomileri, varlıklarını sürdürebilmek için sonsuz savaşa dayanır. Bu, içerideki kamusal refahın pahasına gerçekleştiğinden, savaş makinesi, eylemlerini ve varlığını meşrulaştırmak için sadık müttefiki olan propaganda makinesini devreye sokar. Örneğin, yerleşimci-sömürgeci İsrail, Batı tarafından tayin edilen kararla işgal ettiği topraklardaki yerli halktan kendini ‘savunmak’ zorundaydı. Böylece soykırım gerçekleştirme, Lübnan ve Suriye’yi işgal etme ve İran’a saldırma konusunda sınırsız yetki elde etti. On yıllar boyunca, kaynak zengini Ortadoğu’daki rejimler hakkında sayısız sahte anlatıyla beslendik. ‘Otoriter’ rejimlerin devrilmesi gerekti, çünkü ya egemenliklerini ve kaynaklarını koruyorlardı ya da Batı’nın müttefik rejimlerinin yayılmasını engelliyorlardı.

Benzer şekilde, Avrupa’nın Readiness 2030 planı için kullanılan temel anlatı da, Ukrayna’yı ve Avrupa’yı kadim Rus “düşmanına” karşı savunmak üzerine kurulu – bu, NATO ülkelerinin Ukrayna-Rusya çatışmasını sürekli tırmandırmasına dair Orwellvari bir haber dili; bunu Jeffrey Sachs, John Mearsheimer ve Noam Chomsky dahil olmak üzere geniş bir uzman yelpazesi ve sahadaki uluslararası gözlemciler de doğrulamaktadır. 2008’den bu yana ABD/İngiltere/NATO ittifakı, Rusya ile Ukrayna arasındaki barış müzakerelerini defalarca engellemiş, nihayetinde 2022’de Minsk Anlaşmalarını sabote etmiştir. Cumhurbaşkanı Volodymyr Zelenskyy, görünüşte Ukrayna’ya yardım etmeyi değil Rusya’yı provoke etmeyi amaçlayan, güçlendirilmiş askerî yardımlar ve NATO üyeliği yönündeki boş vaatlerle defalarca caydırılmıştır. 2022’de Noam Chomsky, Batı’nın bu uzlaşmaz tutumunu “akılcı söylem alanının ötesine geçmiş” olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla, bu çatışmada Batı’nın rolünü daha yakından incelemek yerinde olacaktır.

Mevcut Rus rejiminin diğer yönleri bir yana, düşmanca bir askerî ittifakla çevrili olma konusundaki güvenlik kaygıları ve Ukrayna’daki Rus azınlığın güvenliğine ilişkin endişeler meşrudur. Volodymyr Ischenko dahil olmak üzere Ukraynalı akademisyenlerce iyi belgelenmiş şekilde, 2014 öncesinde Ukraynalıların çoğu tarafsızlığı destekliyordu; NATO üyeliğini destekleyen yalnızca küçük bir azınlıktı. Demokratik yollarla seçilmiş eski Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in tarafsız tutumu bu nedenle kamuoyuyla tamamen uyumluydu. Ischenko’nun da belirttiği gibi, Maidan katliamlarının hemen ardından NATO’ya destek yaklaşık %40’a yükseldi – bunun nedeni kısmen, Kırım ve Donbas’tan milyonlarca etnik Rus’un anketten dışlanmış olmasıydı. Yine de burada asıl önemli olan – ve çok yakın zamana kadar bastırılmış olan – Maidan’da yaşananlardır: Katliamlar, ABD destekli muhalefetin aşırı sağcı unsurları tarafından gerçekleştirilmiş ve ardından suçu Yanukoviç’e atmışlardır. Bu gerçekler, Ukraynalı-Kanadalı akademisyen Ivan Katchanovski tarafından 2023’te yapılan ayrıntılı analizlerde ortaya konmuş, ayrıca belgesel filmlerle de kayıt altına alınmıştır; yakın zamanda gizliliği kaldırılan Ukrayna belgeleri tarafından da doğrulanmış ve yıllarca Batılı yayınevleri, Ukrayna medyası ve devlet yetkilileri tarafından sansürlenmesinin ardından, akademik dergilerde ve kitaplarda yayımlanmıştır. Katchanovski’nin kişisel ve mesleki hayatı üzerinde ciddi sonuçlar doğuran bu ifşalara rağmen, bugüne dek katliamlar nedeniyle hiç kimse yargılanmamıştır.

Maidan’dan sonra yaşananlar daha iyi bilinir, ancak seçici bir şekilde yayılmıştır: Yanukoviç, bu düzmece iddialar temelinde, ABD destekli bir darbeyle görevden alındı ve yerine ABD destekli Arseniy Yatsenyuk getirildi. Etnik Rus nüfusun yoğun olduğu Donbas bölgeleri hemen ardından ayrıldı. Rusya, Kırım’ın bir NATO üssüne dönüşebileceği korkusuyla bu bölgeyi ilhak etti. Batı, Rusya’ya şimdiye dek başka hiçbir ülkeye uygulamadığı düzeyde yaptırımlar uyguladı; neo-faşist Azov taburu öncülüğündeki Ukrayna ordusu, BM’ye göre 14.000 kişinin öldüğü Donbas’a saldırdı. 2014 ile 2021 arasında Rusya, ayrılan Donbas bölgelerine siyasi özerklik tanınmasını talep etti, ancak bu talep Minsk sabotajı ile reddedildi. Rusya daha sonra 2022’de Donbas’a girdi ve ABD, Rusya’nın döviz rezervlerine el koydu. Savaş, özellikle Küresel Güney üzerinde büyük bir ekonomik etki yarattı. Bu arada Ukrayna, savaş borcunu ödemek için tarım arazilerini ve maden kaynaklarını Amerikan şirketlerine sattı ve Zelenskyy rejimine karşı her türlü muhalefet şiddetle bastırılmaktadır.

Bütün bunlar Avrupa’nın güvenliği ile ilgili değildir; 35 yıl önce, Almanya’nın birleşmesinin ve SSCB’nin dağılmasının gündeme geldiği dönemde başlayan sorunların devamıdır. Başkan Mihail Gorbaçov, Lizbon’dan Vladivostok’a kadar askerî blokların bulunmadığı bir Avrasya güvenlik sistemi önerdi. ABD bu öneriyi reddetti: NATO kalacak, dediler; ancak Varşova Paktı feshedilecekti. Ancak, ABD ve Avrupa liderlerinin karşılığında NATO’nun “bir santim bile” genişlemeyeceğine dair defalarca güvence verdikleri belgelenmiş bir gerçektir (ilginçtir ki, Cumhurbaşkanı François Mitterrand başlangıçta Gorbaçov’un teklifini tercih ettiğini belirtmişti). Batı, bu garantileri defalarca ihlal etti ve ardından Boris Yeltsin dönemindeki Batı yanlısı rejim aracılığıyla Rusya’nın ekonomisini yağmalayarak durumu daha da kötüleştirdi. Böylece bir rakipten, Rusya Batı sermayesi için bir yatırım alanına, bir hammadde kaynağına ve düşük ücretli, yüksek vasıflı işgücü deposuna indirgenmiş oldu: bu tür muamele genellikle Küresel Güney’e ayrılır. Başkan Vladimir Putin’in rejimi, birçok açıdan bu tarihin bir sonucudur. Diplomatik çerçevede bu gerçeğin dikkate alınması, bizi mevcut tırmanış yerine bir gerilimi düşürme sürecine sokabilir.

Avrupa’nın Amerikan çıkarlarına boyun eğmesi, Nord Stream sabotajı konusunda ABD’nin anlatısını papağan gibi tekrar etmesiyle alay konusu hâline geldi; Avrupa halkının, enerji güvenliğinin ve ekonomisinin zararına, Rusya’yı kendi boru hattını havaya uçurmakla suçladı – oysa olaydan büyük kârı ABD elde etti. Şimdi ABD geri çekilme sinyalleri verirken, çatışma Avrupa vergi mükelleflerinin yanı sıra Ukraynalı ve Rusların hayatına da mal olacak tam ölçekli bir Avrupa vekâlet savaşına dönüşebilir. ABD’nin mevcut önceliği Çin’i izole etmek ve bunun bir parçası olarak aynı anda Rusya’yı kazanmaya ve kontrol etmeye çalışmak – yani 1970’lerde Kissinger’ın böl ve yönet stratejisinin tersini uygulamak: Çin ile ilişkilenerek Rusya’yı izole etmek. Ukrayna, 2022’de reddetmeye ikna edildiği anlaşmadan daha kötü bir anlaşmayla karşı karşıya kalırken, yıkım devam ediyor. Ancak Ukrayna’da herhangi bir arabuluculuk yoluyla barış sağlanması olasılığı, Avrupalı liderlerde bir rahatlama yerine terk edilmişlik hissi yaratıyor; bir kez savaşın zehrini tattıktan sonra artık barışa hazırlanmak istemiyorlar ya da nasıl hazırlanacaklarını bilmiyorlar.

Barışı aktif olarak engellediğinizde, “savunma amaçlı” silah stratejisi başlı başına bir çelişki haline gelir. Bu strateji ayrıca karşılıklı işler ve kendi kendini gerçekleştiren bir döngüye girerek, başka bir sınırsız silahlanma yarışını tetikleyebilir. Üstelik bu silahlar bir kez üretildikten sonra her zaman kullanılır ve daha uzun süreli vekâlet savaşlarını tetikler. Bir sonraki hedef, Batı’nın sermaye birikiminin dayandığı emperyal düzeni baltalamak “suçuyla” Çin olabilir – ya da aynı şekilde İran ve Venezuela. Üç ülkeye ilişkin medya anlatıları ve propaganda da buna uygun şekilde hızla artırılmaktadır.

Birikim, İsraf ve Sonsuz Savaş Döngüsünü Kırmak

Askerî harcamaların yanı sıra, kapitalizm başka israf edici artı değer emilim biçimlerine de bağımlıdır. David Harvey, bu biçimlerden birinin de sonsuz kentsel dönüşüm olduğunu belirlemiş ve bunu bir keresinde “krizlerden daha fazla bina inşa edip bunları eşyalarla doldurarak çıkma alışkanlığı” olarak tanımlamıştır. Sonuçta ortaya çıkan şehir ve banliyölerdeki alışveriş merkezleri ve tüketim saraylarının yayılması – yerel işçi sınıfı topluluklarını ve onlara eşlik eden sosyal yapıları kökünden söken, uygun fiyatlı konutları yıkarak yerine kısa ömürlü mallar satmak üzere ‘yeniden inşa edilen’ – esasen yıkıcı ve anlamsız projelerdir; topluma hiçbir katkı sunmadıkları gibi, israfı artırır ve çevreyi tahrip ederler. Örneğin, Irak savaşı bu iki son derece israfçı mekanizmayı birleştirmiştir: önce ölüm ve yıkım yoluyla kâr sağlamak üzere ülkeyi tamamen yerle bir etmek; ardından ABD’li şirket gruplarının arazi ve kaynakları ele geçirip hizmetleri özelleştirerek “yeniden inşa”yı devralması. Bu, felaket kapitalizminin ve mülksüzleştirme yoluyla birikimin mükemmel bir örneğidir. Daha da trajik bir örnek ise şu anda Gazze’de yaşanmaktadır: soykırım yoluyla mümkün kılınan “ertesi gün” planları veya utanmazca adlandırılan “Gazze Rivierası” projeleri. Harvey, kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimi sürdürememesinin, bu nedenle mülksüzleştirme yoluyla birikim çabalarında bir artışla karşılandığını ve bunun yeni-emperyalizmin ayırt edici özelliği olduğunu gözlemlemiştir.

Sırf büyüme uğruna sürekli büyüme ve artı üretim, kapitalizmin yaşam kaynağıdır; bu da giderek artan bir şekilde sömürüye dayalı sermaye birikimini ve israf edici fazlalık emilimi döngüsünü zorunlu kılar – bu döngü hem gezegeni hem de insan hayatını yok eder. Dünya genelinde haydut rejimler ve terörist anlatılarından, ABD’nin orta batısındaki ırkçı gönüllü milislerin silahlara olan saplantısına, Avrupa’nın var olmayan bir düşmana karşı “kendini savunma” zorunluluğuna kadar her şey, savaşa ve boşa harcanan hayatlara dayanan bir ekonomi tarafından yaratılan talebin tezahürleridir.

Durumun vahameti bir süredir açıkça ortadadır. Bu döngüden çıkmak için acilen, sürekli büyümeyi değil, insan ve gezegen refahını önceleyen ekonomiler inşa etmemiz gerekiyor: sağlık ve eğitimden toplu taşımaya, uygun fiyatlı konutlara; emeklilik ve yaşlı bakımı hizmetlerinden sosyal olarak yararlı sektörlerde istihdam yaratma ve istihdam güvencelerine; doğa koruma politikalarından fosil yakıt bağımlılığının aşamalı olarak ortadan kaldırılmasına kadar kamu hizmetlerine öncelik verilmelidir. Her ne kadar bu makalenin kapsamı dışında olsa da, küçülme ekonomileri tasarımı üzerine geniş bir akademik literatür zaten mevcuttur – örneğin Jason Hickel, Giorgos Kallis ve diğerlerinin çalışmaları gibi – ve bu literatür modern para teorisinin uygulanmasına dair parlak fikirlerle birlikte hızla büyümektedir. Küçülme sosyalizmi, pratik olmayan veya idealist bir hayal olmaktan çok uzaktır, ancak kapitalizm hâlâ köklü bir şekilde yerleşmiştir. İdeolojik yenilgicilik ve “başka alternatif yok” (TINA) zihniyeti hüküm sürmektedir. Artık daha iyi alternatifleri hayal edemediğimiz için mevcut olana sarılıyoruz. David Graeber, bunu Amerikan sermayesinin militarizasyonunun nihai etkilerine bağlamıştır:

“Son otuz yılda, umutsuzluğu yaratmak ve sürdürmek üzere devasa bir bürokratik aygıtın inşa edildiği söylenebilir. Bu devasa makine, her şeyden önce, olası alternatif gelecekler hakkında her türlü hissi yok etmek için tasarlanmıştır… Bunu yapmak için ordular, hapishaneler, polis, çeşitli özel güvenlik şirketleri, polis ve askerî istihbarat aygıtları ile her türlü propaganda mekanizmasından oluşan devasa bir aygıt inşa edilmelidir. Bu aygıtların çoğu, alternatiflere doğrudan saldırmak yerine, her şeyi kapsayan bir korku ortamı, şovenist bir uyum ve dünyayı değiştirme fikrini boş bir fantezi gibi gösteren basit bir umutsuzluk hali yaratır.

Militarizm, çağdaş kapitalizmin temel bir bileşenidir ve savaş, soykırım ve mülksüzleştirme ekonomilerinde ortaya çıkan bu kötü niyetli ortaklığı hedef almak, acil bir öncelik olmalıdır. Ancak zorluk bundan çok daha ötededir; çünkü kapitalizm, giderek daha sömürücü birikim ve israf edici artı değer emme araçlarını geliştirmeye devam etmektedir. Kapitalizm bu şekilde bu kadar uzun süre ayakta kalmıştır. Gerçek değişim, kapitalizm Küresel Güney ve Küresel Kuzey’deki kolektif mücadelelerle ortadan kaldırılmadıkça gerçekleşmeyecektir. Kuzeydeki işçiler, vergileri ve emekleriyle Güneydeki işçilerin savaş ve soykırım yoluyla yok edilmesini finanse ederken, yeni bir Enternasyonal’e hiç bu kadar acil ihtiyaç duyulmamıştı.

Avrupa’ya gelince – eğer hızla değişen dünya düzeninde bir ağırlığı olsun istiyorsa – ABD liderliğindeki emperyalist eksenden kopmalı ve başka yerlerde ortaklıklar kurmalıdır. NATO’nun feshedilmesinin zamanı gelmiştir. Tarihçi Richard Sakwa’nın da ifade ettiği gibi:

“NATO’nun varlığı, genişlemesinin yol açtığı tehditleri yönetme ihtiyacıyla meşrulaştırıldı.”

 

Kaynak: https://znetwork.org/znetarticle/capitalism-and-endless-war/