Özel Bir Askerî Operasyon, Sınırsız Topyekûn Bir Savaşa Dönüşecektir
Japonya’nın yeni başbakanı Sanae Takaichi, Kasım ayında Japon parlamentosunda yaptığı konuşmada, Tayvan’daki bir çatışmanın Japonya için “hayatta kalmayı tehdit eden bir durum” teşkil ettiğini belirtti. Bu, Japonya’nın Çin ile doğrudan ve proaktif bir şekilde savaşa gireceği anlamına geliyordu.
Bu açıklama, Ekim ayı sonunda Güney Kore’de Başkan Xi ile Trump arasında ticari ilişkileri yeniden düzenlemek amacıyla yapılan büyük görüşmenin hemen ardından geldi. Görüşme sırasında Tayvan meselesi her iki tarafça açıkça rafa kaldırılmıştı.
Böylesi bir açıklamanın kışkırtıcı olduğunu söylemek, Tiger Woods’a “iyi bir golfçü” demek gibidir.
Kaba ama yerinde olmayan bir benzetmeyle, Mark Carney’nin, Kanada’nın ABD’den ayrılması hâlinde Alaska’nın yeniden birleştirilmesine yönelik herhangi bir ABD hamlesinin Kanada için varoluşsal bir tehdit oluşturacağını öne sürerek Kanada’nın ABD’ye saldıracağını ilan etmesi gibi bir şey olurdu.
ABD’nin böyle bir iddiaya nasıl tepki vereceğini tahmin edebilirsiniz — üstelik Kanada’nın, ABD ya da Alaska’ya karşı işlenmiş tarihsel suçlara ilişkin herhangi bir geçmiş yükü yoktur.
Takaichi’nin öne sürdüğü şey, Tayvan’daki ayrılıkçı hükümetin de jure (hukuken) bağımsızlığını ilan etmesi ve Pekin’in askerî harekâta hazırlanması durumunda, Çin’in Japon kuvvetlerine ya da topraklarına ilk saldırıyı gerçekleştirmesine gerek kalmaksızın Japonya’nın Çin’e önleyici bir saldırı başlatabileceğidir.
“Hayatta kalmayı tehdit eden durum” ifadesi, gelişigüzel söylenmiş bir söz değildir. Japon resmî terminolojisinde kesin ve ölümcül bir anlama sahiptir.
İmparatorluk Japonya, 1931’de Çin’in kuzeydoğusundaki Mançurya’yı işgal etmeden ve 1941’de Pearl Harbor’a saldırmadan önce, saldırılarını meşrulaştırmak için tam olarak aynı ifadeyi kullanmıştı.
Japonya’nın savaş sonrası anayasası, savunma kuvvetlerinin ancak “hayatta kalmayı tehdit eden bir durumda” bir dış savaşa katılmasına izin verir.
Tayvan meselesinde, ABD bile uzun süredir Çin’in kırmızı çizgisini doğrudan aşmamak adına sözde “stratejik belirsizlik” politikası izlemektedir. ABD, Tek Çin politikasını kabul etmekle birlikte, statükoda herhangi bir değişikliği reddetmektedir.
Washington, Çin’in olası bir zorla yeniden birleşme girişimine nasıl tepki vereceği konusunda bilinçli biçimde muğlak kalmayı tercih etmiştir.
Washington’un bölgedeki vasallarıyla Tayvan savaşı senaryolarını kapalı kapılar ardında tartıştığına dair pek az kuşku olsa da, açık stratejik netlik tehlikeli sayılmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görev yapmış hiçbir Japon başbakanı, özel düşünceleri ne olursa olsun, Tayvan konusunda “hayatta kalmayı tehdit eden bir durum” argümanını Takaichi’den önce resmî ve kamusal bir ortamda dile getirmemiştir.
Takaichi’nin akıl hocası olan sağcı siyasetçi Shinzo Abe bile bu konuya ancak başbakanlıktan ayrıldıktan sonra üstü kapalı biçimde değinmiştir.
Abe, “Tayvan’da bir acil durum, Japonya için de bir acil durum olur” demişti.
Öz itibarıyla aynı olsa da, kullanılan dil çok daha muğlaktır. Tayvan konusunda son derece hassas olan Çin-Japonya ilişkileri bağlamında, Takaichi’nin oynadığı kelime oyunları son derece tehlikelidir.
Bu açıklama, bunu İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası düzenin bütünüyle ihlali ve galip bir ülkeye karşı yenik bir ülkenin doğrudan meydan okuması olarak gören Pekin tarafından derhâl kınandı.
Pekin, diplomatik, ekonomik ve kültürel alanlarda bir dizi misilleme tedbiri başlattı.
Daha da önemlisi, Çin, Birleşmiş Milletler’e resmî başvuruda bulunarak, Birleşmiş Milletler Şartı’nın 53, 77 ve 107. maddeleri uyarınca “Düşman Devletler Maddeleri”ni gündeme getirdi.
Bu maddeler, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramış olan faşist veya militarist devletleri (yani Japonya ve Almanya’yı) hedef almakta ve bu ülkelerin bir daha saldırı savaşı başlatmalarını önlemeyi amaçlamaktadır.
Amaçları, BM Şartı’nın güç kullanımına ilişkin genel yasaklarına istisna getirerek, özellikle Mihver Devletleri’ne karşı alınabilecek özel önlemlere hukuki dayanak sağlamaktır.
Bu maddeler, “Düşman Devlet”i, İkinci Dünya Savaşı sırasında Birleşmiş Milletler Şartı’nı imzalamış herhangi bir devletin düşmanı olan devlet olarak tanımlar
- madde temel hükmü şu şekilde ortaya koyar:
“Bu Şart’ın hiçbir hükmü, İkinci Dünya Savaşı sırasında bu Şart’ın herhangi bir imzacı devletinin düşmanı olan herhangi bir devlete karşı, bu savaşın sonucu olarak, bu tür eylemlerden sorumlu hükümetler tarafından alınan veya onaylanan eylemleri geçersiz kılmaz ya da engellemez.”
Bu madde, Müttefik Güçler tarafından yenik devletlere karşı alınmış olan eylemleri (örneğin işgal, savaş suçları yargılamaları vb.) geçerli saymakta ve bu savaş sonrası önlemlerin hukuken meşru olduğunu, ayrıca Güvenlik Konseyi onayı gerektirmediğini belirtmektedir.
- madde ise, 107. maddeye bağlı olarak, “düşman devletin saldırgan politikayı yeniden benimsemesi” durumunda alınacak önlemler için istisna hükmü getirir.
Bu, eski bir Müttefik gücün, düşman devlete karşı —saldırgan politika yeniden başlatıldığı takdirde— Güvenlik Konseyi’nden önceden yetki almadan askerî yaptırım uygulayabileceği anlamına gelir.
Çinli yetkililer ve medya, Japonya’nın Tayvan meselesinde özellikle askerî müdahaleye başvurması durumunda, BM Şartı’ndaki bu “Düşman Devletler Maddeleri”nin devreye sokulabileceğini açıkça dile getirmiştir.
Bu, Çin’in ve diğer kurucu BM üyelerinin, söz konusu düşman devlete (eski Mihver devletlerinden biri olarak Japonya’ya) karşı önleyici askerî adımlar atmasına BM Şartı’yla tamamen uyumlu biçimde hukuki zemin sağlayacaktır.
Buna ek olarak, Çinli hukukçular, Okinawa’nın da dâhil olduğu Ryukyu Adaları üzerindeki Japon egemenliğinin geçersiz kılınması için BM Şartı’nın 77. maddesinde düzenlenen Vesayet Sistemi’nin devreye alınmasını savunmaktadır.
Japonya, 1879 yılında Ryukyu Krallığı’nı ilhak ederek Okinawa Eyaleti’ni kurmuştur. Çin, Ryukyu’yu Japonya’nın meşru bir parçası olarak hiçbir zaman resmî şekilde tanımamıştır.
Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı sonunda yayımlanan Kahire Deklarasyonu ve Potsdam Deklarasyonu, Japonya’nın yasal topraklarının yalnızca dört ana ada ile sınırlı olduğunu açıkça hükme bağlamıştır. Bu sınırların ötesindeki her türlü toprak genişlemesi, hukuken geçersiz kabul edilmektedir.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 77. maddesi ise, “İkinci Dünya Savaşı sonucunda düşman devletlerden ayrılabilecek toprakları”, BM Vesayet Sistemi’ne tabi tutulabilecek bölgeler arasında tanımlar.
Bugünkü Okinawa hâlen ABD Vesayeti altında yönetilmektedir.
Bu maddeler, Japonya’nın savaş sonrası pasifist duruşunu terk edip özellikle Tayvan meselesi ya da toprak ihtilafları bağlamında “saldırgan bir politika” izlemeye başlaması hâlinde harekete geçmek için açık bir hukukî zemin sunmaktadır.
Kriz patlak verdiğinden bu yana Pekin, Moskova ile istişarelerde bulunmuştur. Her iki ülke de, İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri olarak, Japon başbakanının açıklamalarını savaş sonrası düzene doğrudan bir meydan okuma olarak değerlendirmiştir.
Rusya da, Çin’in “Düşman Devlet” maddesine yaptığı atıfla aynı çizgide konumlanmıştır. Bu tutum, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin, 2 Aralık’ta Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov ve Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Sergei Shoigu ile yaptığı görüşme sırasında net biçimde ortaya konmuştur.
Görüşmenin ardından yayımlanan basın açıklamasında, “iki ülke, İkinci Dünya Savaşı zaferini kararlılıkla savunmayı ve sömürgecilik ile saldırganlık tarihine ilişkin hükmü değiştirmeye yönelik her türlü girişime kesin biçimde karşı çıkmayı kabul etti” ifadelerine yer verilmiştir.
Takaichi’nin sergilediği delilik ve aptallık, akıl sınırlarını zorlamaktadır.
Japonya’da yeniden canlanan militarizme karşı herhangi bir yumuşama gösterilmesi durumunda, hiçbir Çinli lider ya da siyasî parti halkın gözünde meşruiyetini sürdüremez.
Askerî hazırlık düzeyi, ekonomik güç, büyüklük ve kaynaklar bakımından bakıldığında, Japonya’nın Çin ile bir askerî mücadelede kazanma şansı sıfırdır. Tam ölçekli bir savaşta Japonya yok olacaktır.
Takaichi, Pekin’in mutlak “kırmızı çizgisi”ni aştığında, birçok Çinli içten içe sevinç duymuştur. Bu açıklamasıyla, Çin’in 1895’ten 1945’e kadar Japonya’nın işlediği suçlar ve zulümler için nihayet hesap sorma imkânına kavuşmasını sağlayacak kusursuz bir kendi kalesine gol atmıştır.
Çin sosyal medyasında yapılan kamuoyu anketleri, Japonya’nın Çin’i bir kez daha tehdit etmesi hâlinde, Çin halkının neredeyse %100’ünün hükümetin Japonya’ya karşı askerî harekât başlatmasını desteklediğini göstermektedir.
Çin’in Japonya’ya yönelik derin düşmanlığını tam olarak kavrayabilmek için, 11 Eylül sonrasında Amerikalıların Müslümanlara karşı duyduğu öfkeyi 1000 ile çarpmanız gerekir.
11 Eylül’de 3.000 kişi hayatını kaybetti. Buna karşılık, yalnızca Nanjing Katliamı sırasında Japonlar 300.000 Çinliyi öldürdü. 1937 ile 1945 arasında Japonya ile yürütülen 8 yıllık savaşta ise 17 ila 20 milyon Çinli yaşamını yitirdi.
Savaş sonrası Almanya’nın aksine, Japonya Çin’e ve Asya’daki diğer halklara karşı işlediği savaş suçları için hiçbir zaman tam anlamıyla pişmanlık göstermemiş ya da gerçek bir kefaret ödememiştir.
Yüzbinlerce “rahatlatma kadını”na hiçbir zaman tazminat ödememiştir.
Singapur’un düşüşünün ardından Changi sahilinde bir günde 20.000’den fazla kişiyi katlettiği Güneydoğu Asya’daki suçları ya da İngiliz ve Avustralyalı savaş esirlerine yaşattığı “ölüm yürüyüşü” için de hesap vermemiştir.
Japon siyasî liderleri, savaş sonrası idam edilen A sınıfı savaş suçlularını da içeren Japon savaş ölümlerini onurlandırmak amacıyla inşa edilen Yasukuni Tapınağı’nı düzenli biçimde ziyaret etmektedir.
Bu, Alman siyasetçilerin her yıl düzenli şekilde, Nazi ordusunun askerleriyle birlikte Hitler, Himmler, Goering ve Goebbels’i anan bir anıta saygı duruşunda bulunmasıyla eşdeğerdir.
Tayvan’ın resmî olarak ayrılması durumunda Çin ordusunun gerçekleştireceği askerî müdahale, büyük olasılıkla “Özel Askerî Operasyon” niteliğinde olacaktır ve gereksiz sivil kayıpların önlenmesi için özel bir hassasiyet gösterilecektir.
Hassas hedeflere yönelik saldırılar ve ikincil hasarların önlenmesi, bu çatışmanın temel parametreleri olacaktır.
ABD, Tayvan’ı savunacağını açıklasa bile, Pekin ABD’ye ilk ateşi açmayacaktır. Çin, misilleme yapmadan önce ilk ateşi ABD’nin açmasına izin verecektir.
Ancak Japonya çatışmaya proaktif biçimde katılırsa, Japonlar ve ana vatanları için artık hiçbir sınırlayıcı unsur kalmayacaktır.
Bu, Tokyo, Osaka ve Japonya’nın ana adalarına kadar uzanacak topyekûn bir savaş anlamına gelir.
Japonların safında yer alan Tayvanlılar, acımasız biçimde Japon işbirlikçileri olarak muamele görecektir.
Onları koruyan tek unsur olan Çinli kimlikleri ortadan kalkacak ve en büyük yükümlülükleri hâline gelecek olan “yarı Japon” kimlikleri öne çıkacaktır.
Takaichi’nin sözlerindeki açık saldırganlık ve Çin’in tamamen öngörülebilir tepkileri göz önünde bulundurulduğunda, yenilmiş bir ulusun liderinin böyle bir iddiada bulunmasının ardındaki motivasyon nedir? Bu, saf bir çılgınlık mı, yoksa ABD’nin Çin ile yürüttüğü Soğuk Savaş’ta gönüllü bir vekil olarak öne çıkmak üzere yapılmış hesaplı bir hamle mi?
Takaichi’nin açıklaması, Trump’ın Asya ziyaretinden kısa bir süre sonra yapılmıştır. Trump, Başkan Xi ile görüşmeden önce yeni Japon başbakanıyla bir araya gelmiştir. Acaba Trump ona ne söyledi?
Eğer Takaichi bu açıklamayı tamamen kendi başına, Amerikalılarla istişare etmeksizin yaptıysa, Tokyo Çin ile savaşı kışkırtırken ABD’nin Japonya’nın yardımına koşmasını mı bekliyor?
Amerikan halkının, ana kıtasından 7.000 mil uzakta, nükleer bir rakibe karşı, sadece bir vasal devlet olan Japonya uğruna savaşmaya ve can vermeye gönüllü olmasını mı bekliyor?
ABD ile Çin arasında Tayvan ya da Japonya merkezli bir çatışma çıkması hâlinde, herhangi bir rasyonel analiz, tırmanma üstünlüğünün açıkça Pekin’de olduğunu gösterecektir.
Eğer ABD Japonya’nın yardımına koşmazsa, Takaichi Japonya’nın Çin’le bir savaşta galip gelmesini mi bekliyor? Bunun ülkesini Ukrayna’dan çok daha kötü bir yıkıma sürükleyecek intihara yakın bir hamle olduğunu anlamıyor mu?
Çok daha olası senaryo, Takaichi’nin bu açıklamayı Washington’un talebi doğrultusunda, Çin’in kırmızı çizgisini test etmek amacıyla yapmış olmasıdır.
Takaichi, Japonya’nın resmî işgalcisi ve Japon askerî-siyasal yapısının gerçek kumandanı konumundaki Washington’un onayı olmadan bu kadar provokatif bir açıklamayı yapmaya cesaret edemezdi.
O, bundan ne azı ne fazlası, bir köpekçiktir.
ABD, Tayvan konusunda “stratejik belirsizlik” politikasından vazgeçmeye istekli değildir çünkü bu yaklaşım, esneklik payını koruyabilmek —Tayvan konusunda Çin’le “anlaşma sanatı” da dâhil— açısından en uygun stratejik tercihtir.
Ancak Japonya gibi tek kullanımlık bir piyon, Pekin’in kararlılığını sınamak için kullanılabilir.
Eğer Çin beklendiği gibi kırmızı çizgisinde ısrarcı olursa, Washington doğrudan zarar görmez. Zira Trump, hâlâ Pekin’in kritik madenler yasağını gevşetmesini ve ABD’den tarım ürünleri almasını istemektedir. Köprüleri yakmak istemez.
Eğer Çin, bu provokasyon nedeniyle Japonya’yı cezalandırırsa, bedeli Tokyo ödeyecektir — bu ise, Çin ile Japonya arasında maksimum düzeyde husumet doğmasını arzulayan Washington’un zerre kadar umurunda değildir.
Trump’ın gözünde Japonya, “ABD’den faydalanma” konusunda Çin kadar suçludur — hatta daha da kötüsüdür; zira en azından Pekin, ABD’nin güvenliğine beleşten sığınmamaktadır.
Trump’ın hesaplamasında, Japonya ABD’ye ne kadar bağımlı olursa, ABD o kadar çok silah satışı, ABD’ye yönelik yatırım ve sanayi taşınması elde eder.
Aralık ayı başında yayımlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, güvenlik yükümlülüklerini Avrupa ve Asya’daki “müttefik ve ortaklara” devretme niyetini açıkça ortaya koymuştur.
Hedef nettir: Avrupa’dan Ukrayna’nın yükünü üstlenmesi nasıl isteniyorsa, Japonya’dan da Tayvan’ın yükünü üstlenmesi istenmektedir — belki Batı Pasifik’teki diğer iki küçük ortak olan Avustralya ve Filipinler ile birlikte.
Elbette, bu iki ülke gerçek bir çatışmada varlıktan çok yük olacak tali aktörlerdir; askerî kapasiteleri ihmal edilebilir düzeydedir.
Ancak Japonya, ABD’nin Asya’daki çıkarları için yeniden silahlandırılabilecek büyüklük ve servete sahip bir “bekçi köpeği”dir.
Belki uysal bir Güney Kore de bu role uygun olabilir — gerçi oradaki yeni başkan, Takaichi’den çok daha zeki görünmektedir.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin açık hedefi, bu “müttefikleri”, ABD’nin jeostratejik rakiplerine karşı Ukrayna benzeri ön cephe savaş alanlarına dönüştürmektir — Washington ise bu savaş taşlarını Batı Yarımküre’nin güvenli ortamından yönetmektedir.
Japonların henüz fark etmediği şey şudur: Bu senaryoda Ukrayna Tayvan olmayacak; bizzat Japonya, Ukrayna olacaktır.
Tayvan, Çin’in tarihsel bir parçası olarak Donbass’ın karşılığıdır; savaş sonrasında korunacak ve yeniden inşa edilecektir.
Japonya ise, bombalanarak harap edilmiş bir batı Ukrayna’ya dönüşecek ve öngörülebilir gelecekte bir kalıntı devlete indirgenecektir.
Eğer Çin ile Japonya arasında bir savaş çıkarsa, sonuç; Japonya’nın yeniden silahsızlandırılması, Yasukuni Tapınağı’nın yıkılması ve Ryukyu Adaları’nın bağımsızlığına geri dönmesi olacaktır.
Japonya, ABD’nin 1963’ten bu yana Küba’ya uyguladığı türden bir Çin ablukası ve yaptırım rejimi tehdidi altında yaşayacaktır.
Japonya asla Asya’da büyük bir güç olamayacak ve Amerikan “babası”nın korumasını sonsuza kadar yitirecektir.
Henry Kissinger’ın keskin gözleminde olduğu gibi:
“Amerika’nın düşmanı olmak tehlikelidir; ama dostu olmak ölümcüldür.”
Kaynak: https://huabinoliver.substack.com/p/what-happens-if-japan-joins-the-war
