Galya ve Gazze

Ben iki devletli çözümün baştan beri bir hayal olduğunu düşünmüşümdür, çünkü bazıları başka türlü söylese bile, neredeyse hiçbir İsrailli siyasetçi, bunun temel Siyonist proje ile ne denli uyuşmaz olduğunu göz önüne aldığımızda, bu seçeneği ciddi biçimde değerlendirmiş gibi görünmemiştir. Yine de biri, iki devletli çözümü uygulamak üzere iyi niyetli bir çaba göstermek istese, formül Oz-Salzberger’inkinin tam tersi olmalıdır: Filistin, İsrail devleti ve onun ajanlarına karşı güvende olmalıdır; İsrail ise istikrarlı olmalı ve terörü desteklememelidir.
Eylül 12, 2025
image_print

Antik Roma tarihçileri, İtalya’nın merkezindeki küçük, oldukça önemsiz bir şehir devletinin yalnızca savunma savaşları yaparak nasıl devasa bir imparatorluğa dönüştüğünün hikâyesini sık sık anlatırlardı. Okullarda herkes, Sezar’ın, günümüzde Fransa, İsviçre, Almanya ve Benelüks ülkeleri olarak bildiğimiz bölgelerdeki küçük kabileciklerin katlanılmaz provokasyonlarına sadece ölçülü şekilde karşılık vererek tüm Galya’yı (Lat. Gallia) nasıl fethettiğini okurdu. Sezar’ın iddiasına göre, onun kahramanca müdahalesi olmasaydı, bu kabile adamları çok geçmeden, Alpler’in öbür tarafında ve Roma’dan 1.500 kilometre uzakta, Şehir’in kutsal pomerium’u etrafında kan dökülmesi için haykırıyor olacaklardı.
Plutarkhos, Sezar’ın bir milyon Galyalıyı öldürdüğünü ve bir milyonunu da köleleştirdiğini iddia eder. Bu abartı olsa bile, yıkımın boyutunun muazzam olduğu konusunda genel bir mutabakat vardır. Ne gariptir ki, savaşı her zaman karşı taraf başlatmış gibi görünür, en ağır kayıpları genellikle onlar verir ve çatışmaların sonu çoğu kez Roma’nın başkasının toprağından bir parça daha koparmasıyla sonuçlanır.

Her öğrenci, Virgil’in Aeneid’inde, yıkılmış Truva şehrinden gelen mağlup bir grup göçmenin hikâyesini de okurdu; bu insanlar ‘kader tarafından’ sürgüne gönderilmişti, fakat tanrı Jüpiter tarafından büyük vaatlerle de karşılanmışlardı: Eğer atalarının geldiği topraklara, yani ‘eski analarına’—başka bir deyişle, İtalya’ya—geri dönerlerse, bir gün güçlü bir ulus olacaklardı.
Virgil, sürgündeki Truvalıların İtalya’da kendilerini yerleştirme sürecinde karşılaştıkları büyük zorlukları, orada hâlihazırda yaşayan kabilelerle yaptıkları uzun ve kanlı savaşı da dâhil olmak üzere anlatır.

Bunun günümüzde bir karşılığı var mı? Aklınıza kendiliğinden bir örnek geliyor mu?

1948’den bu yana İsrail, neredeyse tüm komşularına (Ürdün, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak, İran, Yemen, Katar; birini atladım mı?) karşı savaşlar ve askerî operasyonlar yürütmektedir; aynı zamanda Filistinlilere karşı da acımasız ve ölümcül bir kampanya sürdürmektedir.
Tüm bunların ortasında, liberal olarak da anılmak isteyen Siyonistler, daima hararetli biçimde barışçıl bir çözüm çağrısı yaparlar. Müzakere ve tartışma yoluyla çatışmayı barışçıl şekilde çözmek gerçekten de övgüye değer bir liberal erdemdir—elbette bu, Tacitus’un barışı değilse: Tacitus, Romalıların Britanya’daki tutumuna atıfla “orayı harap edip buna barış diyorlar” (ubi solitudinem faciunt, pacem appellant) diye yazar. Barış yapmak çok zor olabilir—özellikle de taraflardan biri, karşısındakinin potansiyel müzakerecilerini suikastla öldürmekte ya da hapse atmakta ısrar ediyorsa (örneğin yalnızca son örnek olarak, dün Katar’da Hamas müzakere ekibine yönelik hava saldırısına bakınız).

İsrail’in geçmişteki sicili ve günlük uygulamaları göz önüne alındığında, barışçıl niyetine dair yaptığı itirazlar ve iyi niyetle müzakere etme vaatleri içi boş sözler gibi gelmektedir.
Netanyahu ve destekçileri, Hamas’ın rehineleri serbest bırakması durumunda hemen sağlanabilecek bir barış istediklerini iddia etmektedir; ancak aynı zamanda, rehineler serbest bırakılmış olsa bile savaşmaya kararlı olduklarını da belirtmektedirler. Netanyahu ve kabinesindeki diğer sert çizgi Siyonistler şöyle savunmaktadır: “Önce onlar bize saldırdı, bu yüzden ne istersek yapma hakkımız var. Güç kullanarak mümkün olduğunca fazla toprak ele geçirmeyi öneriyoruz, haydi durdurabiliyorsanız durdurun.” Siyonist yelpazenin daha yumuşak ucunda yer alan liberal Siyonistler ise, İsrail’in yalnızca bölgedeki barış ve güvenlikle ilgilendiği yönündeki klasik iddiaları tekrar etmektedir: “Neden bizi sürekli tehdit ediyorlar? Neden bize gerçekten tek istediğimiz barış ve güvenliği vermiyorlar?” Geçtiğimiz hafta Piers Morgan Uncensored programına konuk olan eski İsrail Başbakanı Naftali Bennett’in İsraillilerin yararlanmasını istediği “güvenlik”, her şeyden önce, çoğu insan hafızasında hâlâ taze olan bir geçmişte, Filistinlilerden büyük ölçüde şiddet yoluyla gasp edilmiş toprakların sorgulanmadan işgali anlamına gelmektedir—ve elbette Bennett, bu toprakların elde tutulmasını savunmaktadır. Bennett, Hamas’a teslim olup gönüllü olarak silahsızlanması ve savaşı sona erdirmek için İsrail’e güvenmesi çağrısında da bulundu.
Lucius Gellius ya da Marcus Crassus’un Spartaküs’e benzer bir teklifte bulunduğunu hayal edin. Spartaküs’ün bunu kabul edeceğini düşünebiliyor muyuz?

Geleceğe dair olasılıklar söz konusu olduğunda, sert çizgideki Siyonistler Büyük İsrail’i (azami olarak Nil’den Fırat’a kadar) isterken, birçok liberal Siyonist hâlen nominal olarak iki devletli çözümü desteklemektedir. Bu nedenle, liberal Siyonist referansları kusursuz olan İsrailli tarihçi Fania Oz-Salzberger kısa süre önce Financial Times’ta şöyle yazdı: “İsrail ve Filistin’in, ya bölünme yoluyla ya da her iki ulusun egemenliğini ve kendi kendini yönetmesini mümkün kılan yaratıcı bir konfederasyon yapısı aracılığıyla, bu toprağı paylaşması gerekiyor. İsrail demokratik, barışçıl ve güvenli olmalı; Filistin ise en azından istikrarlı ve teröre destek vermeyen bir ülke olmalı.” Marx, kapitalist toplum üyelerinin kendileri ve toplumla olan ilişkileri hakkında sahip oldukları fikirlerin baş aşağı ya da tersine dönmüş olduğunu söyler—tıpkı camera obscura’daki görüntüler gibi: ekonomi gibi insan yaratımı şeyler doğa yasasıymış gibi görünür, ve maddi nesneler fetişleştirilip özneymiş gibi ele alınır. Oz-Salzberger’in bu pasajının sonunu ilk okuduğumda, kendimi her şeyin tersine döndüğü o dünyaya ışınlanmış gibi hissettim—solun sağ, yukarının aşağı olduğu bir dünyaya. Editörlerin bir hata yapıp terimleri yanlışlıkla tersine çevirdiğini varsaydım; zira tarihsel kayıtlara bakıldığında, güvenliği terörden sağlanması gerekenlerin kesinlikle İsrailliler değil Filistinliler olduğu açıktır.

Şunu düşünün: 7 Ekim 2023’te Filistinliler Gazze’den bir çıkış gerçekleştirdi ve yaklaşık 800 İsrailli sivili—ki bunların kaçının İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından “hannibalize” edildiğini muhtemelen asla bilemeyeceğiz—ve 300 askerî ve güvenlik personelini öldürdü.
O tarihten bu yana İsrail, Gazze’de en az 65.000 sivili, bunlar arasında 20.000 çocuğu (enkaz altında kalanlar hariç) ve Batı Şeria’da 1.000 sivili doğrudan öldürdü. Birleşmiş Milletler tesislerini, okulları ve hastaneleri tekrar tekrar bombaladı; sağlık personelini ve gazetecileri hedef aldı ve sivil altyapıyı kasten yok etti; şu anda 2 milyon insanı kasten aç bırakıyor. IDF’nin genel barbarlığı ve sadizmi, bizzat askerlerin kendilerinin yayınladığı videolarda fazlasıyla belgelenmiştir.

Biri çıkıp bu hikâyenin 7 Ekim’de başlamadığını söyleyebilir ki bu kesinlikle doğrudur: Son yüzyıldır, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı aşırı ve orantısız şiddet, tarihsel kayıtların en çarpıcı özelliklerinden biri olmuştur.

Ben iki devletli çözümün baştan beri bir hayal olduğunu düşünmüşümdür, çünkü bazıları başka türlü söylese bile, neredeyse hiçbir İsrailli siyasetçi, bunun temel Siyonist proje ile ne denli uyuşmaz olduğunu göz önüne aldığımızda, bu seçeneği ciddi biçimde değerlendirmiş gibi görünmemiştir. Yine de biri, iki devletli çözümü uygulamak üzere iyi niyetli bir çaba göstermek istese, formül Oz-Salzberger’inkinin tam tersi olmalıdır: Filistin, İsrail devleti ve onun ajanlarına karşı güvende olmalıdır; İsrail ise istikrarlı olmalı ve terörü desteklememelidir.

Kaynak: https://newleftreview.org/sidecar/posts/gallia-and-gaza

SOSYAL MEDYA