Pek çok insan doğal olanı, insan yapımına tercih eder. Ama binlerce insanın iş birliğiyle yaratılan şeylerde de en az o kadar etkileyici bir yan yok mu?
Rebecca Torbruegge’nin go-kart pistindeki ilk denemesi pek iyi gitmedi. Bacağında bir türlü iyileşmeyen bir yanık oluştu ve sonunda—eğer mideniz hassassa bu kısmı atlayın—kabarcıklar oluşmaya başladı. Sidney’deki doktorlar kısa sürede deri nakli gerektiğine karar verdiler. Ancak 22 yaşındaki genç kadının kalçasından bir parça deri alıp yaranın üzerine yerleştirmek ve iyileşmesini ummak gibi klasik prosedürü uygulamak yerine, araştırmacılar ona yeni bir şey denemek isteyip istemediğini sordular: kendi hücrelerinden, bir makine tarafından katman katman basılmış, kişiye özel bir deri.
Mayıs ayında yatağın başında 3D biyobaskı uygulanan ilk insan olma kararına dair görüşü sorulan Torbruegge, yerel bir haber kanalına hoş bir Avustralya tarzı alçakgönüllülükle şöyle yanıt verdi: “Biraz düşündüm, sonra da ‘Evet, neden olmasın?’ dedim.”
Torbruegge go-kart kullanmakta pek başarılı olmayabilir, ama laboratuvarda yetiştirilen geleceğe nasıl yaklaşmamız gerektiği konusunda kesinlikle haklı.
Baskıyla üretilmiş, kültürlenmiş, yetiştirilmiş ve mühendislikle tasarlanmış şeylerin yeni bir çağı hızla yaklaşıyor ve biz bunu yalnızca bir omuz silkmeyle karşılayabiliriz.
Artık otlak yüzü görmemiş inek hücrelerinden yetiştirilen bir bifteği yiyebilir, bir memeye uğramamış mikroplar tarafından fermente edilen peynir altı suyu proteiniyle yapılmış peyniri tadabilir, laboratuvarda yönlendirilmiş karbonla oluşturulmuş bir elmas takabilir ve kendi kıkırdak hücrelerinden 3D yazıcıyla üretilmiş bir kulağa sahip biriyle tokalaşabilirsiniz.
Yaklaşık yirmi yıldır mesaneleri, soluk borularını ve yanmış deri bölgelerini; kan pompalayan, mukus üreten ya da sadece orada durup iz bırakmadan var olan canlı dokularla değiştiriyoruz. Bu dokuların hepsi steril bir laboratuvarda başlıyor ve sonunda birinin vücuduna entegre ediliyor.
Böyle her yeniliğin ardından mutlaka bir tepki gelir. “Doğal olmayan”, “sahte”, “Frankenfood” ve “sentetik” gibi kelimeler adeta birer suçlama gibi ortalığa atılır. Laboratuvarda üretilmiş her şeyin daha değersiz, ya da en azından oldukça şüpheli olduğu varsayılır.
1990’larda, genetiği değiştirilmiş gıdalar (GDO’lar), sansasyonel medya ve aktivistler tarafından “Frankenfood” etiketiyle yaftalandı. GDO’ların kansere ya da çevresel felaketlere yol açacağına dair çılgın iddialar ortalıkta dolaştı. Bu da beraberinde yasakları ve sıkı düzenlemeleri getirdi.
Ancak zamanla, bilimsel kanıtlar GDO’lu ürünlerin geleneksel ürünler kadar güvenli olduğunu gösterdi. Üstelik pestisit kullanımını azaltmak ve ürün verimini artırmak gibi somut faydalar da sağladılar. Bugün Amerika’daki işlenmiş gıdaların yüzde 70’inden fazlası GDO’lu bileşenler içeriyor ve milyarlarca öğün, herhangi bir yan etki görülmeden tüketildi.
İlk tüp bebek (IVF) ise bir zamanlar, gerçekleşmeyi bekleyen bir biyoetik felaket olarak tanımlanmıştı. Ancak bugün milyonlarca sağlıklı ve mutlu çocuk dünyaya geldikten sonra, neredeyse kimse artık onlara “tüp bebek” bile demiyor.
Yeniliğe duyulan kuşkuya teslim olmanın bir bedeli var. Avrupa, GDO’lara olduğu kadar diğer birçok biyoteknoloji yeniliğine de direnmesiyle tanınıyor.
(İlginçtir ki, GDO’ları yasaklayan ülkelerin çoğunda tüp bebek oranları şaşırtıcı derecede yüksek: Canlı doğumların yüzde 5 ila 10’u bu yolla gerçekleşirken, ABD’de bu oran yüzde 2 civarında.) Kapağımızda yer alan “Avrupalılar Neden Daha Az Sahip?” başlıklı yazısında Sam Bowman, hayali bir altın geçmişi ve kontrol hissini koruma uğruna gelecekteki ekonomik büyümeyi nasıl feda ettiğimizi anlatıyor.
Laboratuvarda üretilen elmaslar da küçümseniyor. Oysa bunlar, binlerce yıl yeraltında oluşan doğal kristallerin aynısı olan karbon yapıları. Aradaki tek fark, birkaç hafta içinde yüksek teknolojili makinelerde yetiştiriliyor olmaları. Ama 2024 yılına gelindiğinde, ABD’de nişan yüzüklerinin tahminen yüzde 45’i laboratuvarda üretilmiş elmaslarla süslenmişti—bu oran on yıl önce neredeyse sıfırdı. Çin’in “Elmas Başkenti” olarak bilinen Henan eyaletinde ise onlarca fabrika, yüksek basınç ve yüksek sıcaklık uygulayan preslerle tonlarca elmas üretiyor.
İnsanlar duygusal ve irrasyonel varlıklardır; görünmez tarihlere saplanıp kalırız. Nesnelere, özelliklerinden çok, geldikleri yere göre anlam yükleriz. Doğal olanı—hatta büyülü olanı—insan yapımına tercih ederiz.
Ama evrenin yapı taşlarından yola çıkılarak, onlarca hatta binlerce insanın iş birliğiyle oluşturulmuş bir kulak, bir yüzük, bir milkshake ya da bir bebek de, doğal süreçlerle ortaya çıkanlar kadar etkileyici değil midir? Bu da en az doğanın sunduğu hikâyeler kadar hayranlık uyandıran bir anlatıdır.
Yosun kaplı bir zeminle yorgan, piknik için ikisi de güzel yerlerdir. Ama yalnızca biri, iyi niyetle, insan eliyle yapılmış olmanın ek cazibesine sahiptir.
Bu örneklerin her biri aynı dersi verir: İnsanlar, dönüştürücü yenilikleri genellikle refleksif bir korku ve ahlaki panikle karşılar. Ama defalarca görüldü ki, ister “tasarım bebekler”, ister “mutant gıdalar”, ister “doğal olmayan bedenler” olsun — korkulan şeyler, hayal edildiği gibi bir kâbusa dönüşmez.
Tam tersine, teknoloji sorumlu ellerde hayatları iyileştirir ve zamanla sıradanlaşır.
Bugün dünyanın bir yerlerinde, büyük olasılıkla tüp bebek yoluyla dünyaya gelmiş, laboratuvarda üretilmiş bir elmasla süslenmiş bir nişan yüzüğü takan ve sentetik peynir altı suyu proteiniyle yapılmış bir smoothie içen genç bir yetişkin vardır.
O bir canavar değil. Doğal yollarla doğmuş, kanlı elmas takan ve çiğ süt içen akranlarından ayırt edilemez. Hatta büyük ihtimalle gayet sıradandır. Go-kart bile sürebildiğini sanmam.
Zaten laboratuvarda yetiştirilen bir geleceğin tam ortasındayız. Bu, yapay bir distopya değil.
Bu gelecek; iyileşme, lüks ve seçme özgürlüğü gibi görünüyor. Hayatlarımızda anlamlı iyileştirmeler getiren bir dalga bu—ve biz onu neşeyle, “Evet, neden olmasın?” diyerek karşılamalıyız.
*Bu makale, basılı olarak ilk kez “Laboratuvarda Yetiştirilen Geleceğimiz” başlığıyla yayımlanmıştır.