“Dünyanın En Güzel Arabistanı”

Ne sağ Türkiye’de İslami kimlikle ilgili ciddi bir politik iddiaya sahipti ve korku duyulacak bir siyasi damarı temsil ediyordu (Dünyanın en güzel Arabistan’ı yine Türkiye’dir; çünkü asla Arabistan olmayacaktı) ne de müesses nizamla bir şekilde uyuşma eğiliminde olan solun aldatmanın konforundan vazgeçme niyeti vardı. Zira her ikisinin ucu da komitacılıkta düğümleniyordu.
image_print

Türkiye’de sağ ve sol olarak tasnif edilen kamplardan her birinin siyasi bir buhran anında kendilerini nasıl tanımladığı dünyada Türkiye’ye nasıl bir yer tayin edildiği konusunda fikir vermesi açısından bahusus önem arz eder. Örneğin sağ denilen ucubenin en başından beri ittihatçılığın farklı formları olduğu yakın siyasi tarihe az çok vakıf olan her bireyin malumu. Rivayete göre darbe sonrası kendisini tutuklamaya gelen jandarma erlerinden birinin koluna girmeye kalkması üzerine Bayar’ın mealen “Evladım sen beni bir yere götüremezsin, ben daha senin baban doğmadan önce komitacıydım. Ben arzu ettiğim için geliyorum.” dediği rivayet edilir. Nitekim Yassıada’da rehin tutulan siyasi erk içinden yaşlı olduğu için affedilen ve hayatta kalan yegâne fert olan Bayar’ın 25 yıl daha yaşaması bu hususu doğrulamaktadır. Dolayısıyla gelinen noktada sağ olarak bilinen tüm siyasi unsurların “İttihatçılığın sağ elle içen formları” olarak kendilerine siyasi hayatta yer bulmaya çalışmalarında şaşılacak bir şey yok.

Evrensel bir yapı olan solun ise Türk kimliğine yaslanarak neyi inşa etmeye çalıştığı hususu, en baştan beri Türkiye’de sol olarak bilinen yapının kendi içerisinde tartıştığı ancak bu noktada sarahatin oluşmasından da itinayla kaçındığı siyasi bir tekerlemeye tekabül ediyor. Nitekim ortaya çıktığı noktada Sultan Galiyev tarafından bir Türk Sosyalizm’i olarak vaz edilen sol, ülkeye vaziyet eden ittihatçılığın elinde “ortanın solu” haline gelerek nelerden taviz verdiğini açıkça ilan etmişti. Hikmet Kıvılcımlı’nın gayretleriyle belirli olgunluğa eriştirilmesi ise bir öze dönüş hamlesi ve Kemalizm’e verilmiş tepkiydi. Nitekim 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin temel sloganı “Kula kulluk yetsin artık!” idi. Bu, Türkiye’ye has bir sol hareketin, Türkiye’ye özgü koşullarda ve Türk toplumuna has dinamiklerle gelişmesi demekti. Ne var ki bu sloganın emperyalist çevrelerde oluşturduğu kaygı, sol aleyhine büyük bir hamlenin de başlamasına neden oldu. Sanıldığı gibi bu hamle, Türkeş’in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi eliyle değil, bizzat solun içerisinden yine solcu olduğu iddia edilen birtakım unsurlar eliyle oldu. “Kula kulluk yetsin artık!” sloganın fikir babası hüviyetinde olan Kıvılcımlı partinin komitacı kanadını temsil ettiği ortaya çıkan Şevket Süreyya’nın TKP Merkez Komitesi’nden; genel sekreterliğe getirilen Vedat Nedim Tör’ün de sekreterlikten ayrılarak arşivleri polise teslim etmesi sonucu tutuklandı ve ancak 12 yıl sonra Menderes’in çıkardığı afla serbest kalabildi. Kıvılcımlı 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal’e ve Kemalizm’e en sert eleştirileri getiren aydınlardan biriydi. Nitekim hapisten çıktıktan sonra tüm çabalarına rağmen TKP’ye alınmadı. Ancak asıl manidar olanı ise Kıvılcımlı’nın 1957 Eyüp mitinginde dini siyasete alet etmekten tutuklanmasıydı. Bu husus birkaç açıdan dikkate değer. İlkin solun bugün geldiği noktada nerede kırılmaların yaşandığını tespit etmeye uygun bir ölçü olması bakımından bu, önemlidir. Zira kula kulluğun bitmesi, asıl kulluğun kime edileceğini hatırlatmakta ve Türk milletinin nereyi kendisine istikamet aldığını göstermektedir. Sol bir kisvede bile olsa, Hakk’a kulluğun kimseye kulluk etmemeyi temin edeceğini ve dahası ‘Kapitalist sistemle uzlaşmama’ yani ‘gavurun elinde oyuncak olmama’ imkanının kendisine sol bir parti eliyle sunulmasına rağmen buna rağbet göstermesi önemlidir. Bu noktada Sol’un yolu, Kemalizm ile uzlaşarak yola devam etmeye çalışan sol unsurlar olan Milli Demokratik Devrim (MDD) ile bir daha kesişmemek üzere ayrılmıştı.

Solun serencamında ikinci ciddi kırılma, Fikir Kulüpleri Federasyonu (1965) ile gerçekleşti. Bu yapıda kurucular olarak yer alan ve hala kapitalizm ile uzlaşmanın imkansızlığını, halkın taleplerinden ve yerli unsurlardan bağımsız bir yön tayininin mümkün olmadığını düşünen unsurlar ile solun geleceğinin ancak dünya sisteminde yer alan sol unsurlara eklenmekle mümkün olduğunu, Kemalizm ile uzlaşmadan yola devam etmenin mümkün olmadığını savunan iki farklı yönelim karşı karşıya geldi. Nihayetinde Türkiye’de soldan kurtulmanın hesaplarını yapan emperyalist unsurlar için ikinci yapının desteklenmesi ve birinci ekibin tasfiye edilmesi hayat memat meselesiydi. Nitekim İsmet Özel’in dışlanıp Kutlay Ebiri, Cengiz Çandar ve Şahin Alpay’ın göreve getirilmesi veya ön plana çıkarılmaları ancak bununla izah edilebilir. Son iki ismin mazisi ve hali hazırdaki konumları bu tarz değişikliklerle neyin amaçlandığını hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar aşikâr bir biçimde ortaya koymaktadır. Nitekim Çandar’ın ifadeleri kendisinin rolünü berraklaştırması açısından paha biçilmez değerde:

“Türkiye’de sol gençlik hareketinin 1960’ların ikinci yarısında en önemli “düşünsel merkezi” sayılan Sosyalist Fikir Kulübü’nün bir toplantısında, “teoriye en hâkim, en iyi bilen” ya da diğerlerinin öyle zannettiği üç kişiye öğrencileri “sosyalizme kazanmak” amacıyla bültenler, broşürler hazırlamak görevi verilen bir komite kurdurulmuştu. Bu üç kişi, Baskın Oran, sonraları Dünya Bankası’nda önemli görevler üstlenen Kutlay Ebiri ve bendenizden oluşuyordu.”

Ebiri’nin mezuniyet sonrası Dünya Bankası’nda “önemli görevler üstlenmesi” nasıl bir sol arzulandığını göstermesi bakımından yeterince fikir veriyor. Yine, Halkın Dostları dergisinin kurucularından Ataol’un Lozan’a sahip çıkarak ispat-ı vücuda kalkarken İsmet Özel’in İstiklal Marşı üzerinden kendisini ifade etmesi, arzulanan solun ne tür bir şey olduğuna dair yeterince fikir verebilir.

Sol adına ortaya çıkan diğer yapıların yoluna Talat Aydemir veya Madanoğlu Cuntası ile devam etmeye çalışması da tesadüf değil. Nitekim ortanın solunda kendisine konum biçen Kemalist yapının veliahdı konumunda bulunan Ecevit’in yegâne meziyetinin selis İngilizce’si ve BBC’ye verdiği demeçler olması kimseyi şaşırtmamalı. O dönem solun kalesi TİP içerisinde ise bambaşka iki yapı karşı karşıyaydı. Bir yanda Mehmet Ali Aybar yerel bir sol, Türkiye’de halka açık bir sosyalizm ideali kovalarken diğer yanda Çetin Altan ve şürekası Kemalizm’in kalesini kimin temsil ettiğine dair sağ ile gizli bir yarışa girmişti. Sonuçta Aybar TKP’den tasfiye edilirken Altan’ın eliyle solun kalesi Kemalizm ve dolayısıyla burjuvazi tarafından tekrar tekrar fethedilmişti. Bugün artık o TİP yerinde yeller esmesi ve batıdaki muadilleri gibi kasaba burjuvazisinin kötü taklidi bile olamaması sebepsiz değil.

Sivas olaylarının ardından Aziz Nesin “Bu şeriatçılar daha da şımarırlarsa biz orduyu çağırıp onları terbiye ederiz.” mealindeki açıklaması iki açıdan manidar. İlki, sol namına geriye ne kaldıysa onun hangi mevziye talip olduğunu ve bu uzun serencamın nihayetini göstermesidir. İkincisi ise solun Kemalizm’le kısmi bir uzlaşı arayışına girmesinin muvakkat bir taktik olarak benimsenmesinin ve sistemle uzlaşarak yön tayinin son kertede Sol’un ebcedinin Kemalizm’e tahvil edilmesiyle sonuçlanmasıdır.

Türkiye’deki İslamcı hareket açısından buradan çıkarılması gereken ilk ders, muvakkaten bile olsa Kemalizm’le uzlaşmanın bir çeşit komitacılık ve ittihatçı gelenekle uzlaşma ve bunun da İslamcılığın tasfiyesine müncer olacağıdır. Zira İttihatçı komitacılığın ilk ortaya çıktığı andan itibaren kendisine tayin ettiği nihai hedef İslam’ın bu topraklarda hakim unsur olmaktan çıkarılması ve nihai olarak da tasfiyesiydi. Nitekim geçmişte solun doğal mecrasından sapmasında rol oynayan çeşitli isimlerin daha sonra liberal/sosyal demokrat kimlikle ortaya çıkmaları ve İslamcılara bir tür yumuşak Kemalizm ile uzlaşı önerisinde bulunmaları boşuna değil. Hatta bu uğurda çeşitli hükümet modelleri dizayn etmeleri ve yönetim erkinin tek elde toplanmasını sağlayacak bir sistem oluşturmaları bu gayeye matuftur. Solun iflasını tertip edenlerin ve bu uğurda mücadeleye omuz verenlerin Kemalizm’le uzlaşı üzerinden İslamcılığın iflasını tertip etmeye çalışmalarında da şaşılacak bir husus yok.

Bu noktada belki sözü Türk şuarasından Turgut Uyar’a bırakmak en iyisi. Uyar’ın Türkiyem kitabından sonra çıkardığı ikinci kitabı Dünyanın En Güzel Arabistanı da onun tasavvurunda aslında yine Türkiye idi. Kitabın en güçlü şiiri Geyikli Gece’de şöyle diyordu:

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar

.

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa

Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak”

 

Şairin herkesten önce farkına vardığı gerçek şuydu: Ne sağ Türkiye’de İslami kimlikle ilgili ciddi bir politik iddiaya sahipti ve korku duyulacak bir siyasi damarı temsil ediyordu (Dünyanın en güzel Arabistan’ı yine Türkiye’dir; çünkü asla Arabistan olmayacaktı) ne de müesses nizamla bir şekilde uyuşma eğiliminde olan solun aldatmanın konforundan vazgeçme niyeti vardı. Zira her ikisinin ucu da komitacılıkta düğümleniyordu.

Doç. Dr. Mehmet Fatih Arslan

Doç. Dr. Mehmet Fatih ARSLAN
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2004 yılında mezun oldu. Alanı ile ilgili araştırma yapmak üzere 2005’te Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursuyla Ürdüniyye Üniversitesi’nde, 2007 de Universitaet Tübingen’de bulundu. 2015 yılında “Celâdeddin Devvânî’nin Varlık Felsefesi” başlıklı doktora tezini savundu. 2018-2019 yılları arasında TÜBİTAK araştırmaları kapsamında Harvard Üniversitesi’nde Osmanlı düşüncesi üzerine çalışmalar yapmak için bulundu. 2021 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı’nda Dr. Öğr. Üyesi, 2024 yılında Doçent oldu.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA