Bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda, nasıl başlayacağımı düşündüm durdum. Akıllıca bir şeyle mi başlamalıydım? 2000’lerdeki Darfur ya da 1994’teki Ruanda gibi tarihsel bir paralelle mi? Sonuçta, gerçek yeterince ürkütücüyse edebi süse gerek kalmaz. Gazze veya Ukrayna kadar dünya gündemini meşgul etmemiş olsa da, Sudan, dünya üzerindeki en büyük insani krizi yaşıyor; 25 milyondan fazla insan acil yardıma muhtaç durumda ve neredeyse dokuz milyon kişi, şehirler bütünüyle enkaza dönüşürken yerinden edildi.
Darfur’da kriz, soykırım boyutuna ulaştı. 2023 Nisan’ında Sudan ordusu —Sudanese Armed Forces (SAF)— komutanı General Abdel Fattah al-Burhan ile Mohamed Hamdan Dagalo (“Hemedti”) liderliğindeki Hızlı Destek Güçleri (Rapid Support Forces, RSF) arasında bir iktidar mücadelesi olarak başlayan süreç, 2000’lerin başlarını anımsatan vahşetlerle dolu bir iç savaşa dönüştü. Devletin bir zamanlar silahlandırdığı Janjaweed milislerinin bir uzantısı olan RSF, Darfur’un ve kritik ticaret yollarının kontrolünü sağlamak amacıyla silahlarını Arap olmayan sivillere çevirdi.
RSF ve müttefik milisler, özellikle Masalit halkı olmak üzere Arap olmayan topluluklara karşı kitlesel katliamlar, etnik temizlik ve yaygın cinsel şiddet uyguladı. Hâlâ hükümetin kontrolünde olan son büyük şehir El Faşir’de RSF savaşçılarının mahalleleri, hastaneleri ve mülteci kamplarını bombalaması sonucu on binlerce kişi öldürüldü ya da yerinden edildi. İnsan hakları gözlemcileri, bu saldırıları bir soykırım kampanyası olarak nitelendiriyor. Uydu görüntüleri, yanmış toprakları, kana bulanmış zemini ve toplu mezarları gösterirken; tanıklar, tüm toplulukların sistematik saldırılarla yok edildiğini aktarıyor.
Yardım ulaştırılması ve tahliyelerin yapılması amacıyla kısa süre önce ilan edilen insani ateşkes dahi çökmek üzere. El Faşir’den gelen haberler, RSF güçlerinin ateşkese rağmen bombardımana devam ettiğini; hastaneleri, pazarları ve barınakları hedef aldığını bildiriyor. Hayat kurtarıcı bir hamle olması gereken bu girişim, her kısıtlama vaadinin ardından yeni vahşetlerin geldiği bu savaşta, bir başka boş söz halini aldı.
Bu katliamın ardında, bölgesel destekçilerden oluşan karmaşık bir ağ yatıyor. RSF’nin savaş makinesi, Birleşik Arap Emirlikleri’yle bağlantılı altın kaçakçılığı ağları yoluyla finanse ediliyor; silah ve yakıt ise Çad ve Libya üzerinden akıyor. Öte yandan SAF, Mısır, İran ve Rusya’nın Wagner ağına bağlı unsurlardan destek alıyor; bu da Sudan’ı bölgesel güç ve kaynak denetimi için bir vekalet savaşının cephesi haline getiriyor. Sonuç: yalnızca yerel zulümle değil, aynı zamanda dış çıkarlarla da beslenen bir uluslararası suç ortaklığıyla sürdürülen bir çatışma.
Uluslararası toplum RSF ve bazı komutanlara yaptırımlar uygulamış olsa da, bu yapının finansmanı ve korunmasından sorumlu olanlara dokunulmuş değil. Grubun serveti, altın temelli bir savaş ekonomisine dayanıyor. RSF, yıllardır Sudan’daki Cebel Amir madenlerini kontrol ediyor; buradan çıkarılan tonlarca altını Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti üzerinden Birleşik Arap Emirlikleri’ne kaçırıyor; burada rafine edilip satılıyor. Bu gelirler, silah alımlarını ve sadakat ağlarını finanse ediyor.
The Sentry, Global Witness ve Reuters tarafından yürütülen soruşturmalar, RSF’ye ait paravan şirketleri, denetimin son derece sınırlı olduğu Dubai merkezli firmalarla ilişkilendiriyor. Birleşik Arap Emirlikleri bu iddiaları reddederek yaptırımlara uyduğunu ve barış çabalarını desteklediğini öne sürüyor. Yine de, Sudan’ın en büyük altın ithalatçısı olmaya devam ediyor ve uydu uçuş verileri, RSF’nin kontrolündeki havaalanları ile Körfez havaalanları arasında kargo taşındığını gösteriyor.
Uluslararası düzeyde bazı önlemler alınmış durumda — ABD ve Avrupa yaptırımları, altın ticaretinde şeffaflık çağrıları ve sınırlı malvarlığı dondurmaları — ancak bu önlemlerin uygulanması hem tutarsız hem de zayıf. RSF’nin ağları, yasal boşlukları ve şeffaf olmayan kurumsal yapıları istismar ederek para ve malzemelerin serbestçe akmasını sağlıyor. Koordineli bir uygulama ve suç ortağı devletlerin hesap verebilirliği olmadan, bu önlemler sembolik olmaktan öteye gidemiyor.
Bu arada, ambargolara rağmen Sudan’a silah akışı devam ediyor. Sevkiyatlar Libya üzerinden, yakıt ise Çad üzerinden taşınıyor ve SAF hâlâ Mısır, İran ve Wagner’den destek almaya devam ediyor. Siviller, bölgesel hırsların harcanabilir birer aracı olmaya devam ediyor.
Birleşmiş Milletler kıtlık uyarısı yapıyor ve yardım kuruluşları, Sudan’ın 1994’teki Ruanda’dan bu yana herhangi bir ülkeden daha hızlı çöktüğünü bildiriyor. Buna rağmen dünya büyük ölçüde sessizliğini koruyor. El Faşir’den gelen toplu mezar görüntüleri sosyal medyayı doldururken, öfkeli yorumcuların yürüyüşlerini, videolarını ve podcast’lerini bekleyerek insanlık masasına parmaklarımla vurup duruyorum, fakat anlaşılan bunlar olmayacak. Sudan’daki soykırım, acı ve katliam “ötekileştirildi”; sanki Afrika’daki ıstırap küresel bir ahlaki acil durum değil de, sadece “orada” olan ve kaçınılmaz bir şeymiş gibi ele alınıyor.
“Durum böyledir” şeklindeki sessiz kabullenmeye rağmen, Sudan’daki dehşete gerçekten duyarsız kalmak mümkün değildir. Anneler kayıp çocuklarını arıyor, aileler güvenliğe ulaşabilmek için günlerce çöllerde yürüyor ve mülteciler kaçıyor, ancak sınırın ötesinde onları bekleyen şey açlık oluyor. Bu ilgisizlik örüntüsü trajik bir biçimde tanıdık. Yirmi yıl önce Kongo’daki savaşları ve Darfur’daki zulmü yankılıyor — her ikisi de kısa süreli öfke nöbetleriyle karşılanmış ve ardından uzun bir sessizlikle unutulmuştu.
Yaklaşık yirmi yıldır insan hakları alanında çalışan biri olarak, her çatışmayı takip etmenin hem yorucu hem de belki de imkânsız olduğunu biliyorum. Birçoğumuz kendi ulusal mücadelelerimizle, otoriterliğin yükselişiyle, derinleşen kutuplaşmayla ve hatta Batı demokrasilerinde dahi artan hayal kırıklığıyla meşgulüz. Ancak, sürekli bir uluslararası baskı ve dikkat olmadıkça Sudan’daki kriz sadece daha da derinleşecek, bölgeyi istikrarsızlaştıracak ve dünyanın en büyük mülteci felaketlerinden birini daha da kötüleştirecektir. Er ya da geç, bu kriz küresel ilgi çekecek — ama şefkatten değil, çıkar hesaplarından ötürü — mülteciler başkalarının kapılarında güvenlik aramaya başladığında.
Demokrasilerde yaşayan bizler için gücümüz, oylarımızda ve seslerimizde yatar. Seçmenler olarak, dış politika ve insan hakları konularında nerede durduğumuzu ve ne beklediğimizi seçtiklerimize açıkça söylemeliyiz. Ne yazık ki, öfke çoğu zaman seçicidir ve yalnızca iç siyasi anlatılara uyduğunda harekete geçirilir. Bazı muhafazakâr figürler, Trump yönetimini Nijerya’da Hristiyanlara yönelik iddia edilen sistematik zulüm ve cinayetlere yanıt vermeye — hatta askeri müdahale tehdidinde bulunmaya — çağırırken, Sudan kan içinde kalmışken sessiz kalıyorlar. Şefkat şartlı hale geldi, öfke ise sınırlarla sınırlanmış durumda.
Sessizlik yalnızca sağa özgü de değil. Bir zamanlar İsrail-Filistin ilişkilerini yerleşimci-sömürgeci bir dinamik olarak gören algılar üzerinden Gazze konusunda yüksek sesle konuşan birçok liberal grup, şimdi yabancı güçler Sudan’da çıkar ve nüfuz uğruna bir soykırımı körüklerken suskun. Bu sessizlik ideolojileri aşan bir hâl alarak, daha derin bir ahlaki yorgunluğu gözler önüne seriyor; öfkenin politika yerine bir gösteriye dönüştüğü bir dünyayı ortaya koyuyor.
İnsani müdahale asla büyük güçlerin stratejik çıkarlarına bağlı olmamalı — ama tarih, bunun sıklıkla böyle olduğunu gösteriyor. Bu dersi Holokost’tan, Bosna’dan, Ruanda’dan ve siyasi gündemlere uymadığı için dünyanın görmezden geldiği sayısız başka krizden öğrenmiş olmamız gerekirdi. Sessizlik suç ortaklığıdır ve bunun nereye varacağını defalarca gördük. Sudan, gözlerimizin önünde yaşanırken ve dünya başka tarafa bakarken, bir gün yas tutacağımız bir sonraki korku haline geliyor.
* Jared O. Bell, eski bir ABD diplomatı ve insan hakları ile geçiş dönemi adaleti alanında çalışan bir akademisyendir; küresel eşitlik ve sistemik reformu ilerletmeye kendini adamıştır.
