Nükleer mesele, İran’a yönelik saldırının ardındaki asıl motivasyon hiçbir zaman olmadı. Netanyahu’nun peşinden gitmek, bizim için tehlikelidir.
İsrail’in İran’a yönelik saldırganlığına katılmak, ABD’nin çıkarlarına ve uluslararası güvenliğe hizmet etmek bir yana, onlara zarar verecektir.
Bu, şaşırtıcı olmamalıdır; zira İsrail’in savaşı başlatmasında esas etken, ABD’nin çıkarlarını ya da uluslararası güvenliği desteklemek değildi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İran’ın nükleer programının yalnızca İsrail’e değil, Amerika’ya da tehdit oluşturduğunu öne sürse de, hedef listesinin İran’ın nükleer programıyla ilişkili olanların çok ötesine geçtiği dikkate alındığında, nükleer meselenin İsrail’in saldırısının ana gerekçesi olmadığı açıktır.
İsrail’in savaşa yönelmesinin başlıca nedenleri arasında, ABD’nin paylaşmadığı ve yalnızca İsrail’e özgü saikler yer almaktadır. Bunlar arasında ABD’nin İran’la yürüttüğü diplomasiyi sabote etmek de vardır. Diğer bir İsrail motivasyonu ise yalnızca ABD’nin değil, dünyanın geri kalanının da dikkatini, İsrail’in Filistinlilere yaptıklarından başka yöne çekmektir. Gazze Şeridi’nde gıda yardımı arayan aç sivillerin en bariz şekilde öldürüldüğü olaylardan bazıları, İsrail’in İran’a yönelik saldırısının başlamasından bu yana gerçekleşmiştir.
Başkan Donald Trump’ın İsrail’in savaşıyla ilgili kamuya yaptığı açıklamalar, görünürdeki ilgisizlikten coşkulu bir desteğe hızla evrildi; öyle ki, İran üzerindeki hava üstünlüğü iddiasında bulunurken birinci şahıs “biz” zamirini bile kullandı. Johns Hopkins Üniversitesi’nden Charlie Stevenson’ın gözlemlediği gibi, Trump açıkça FOMO (kaçırma korkusu – fear of missing out) yaşıyor ve sözde İran nükleer tehdidini sona erdirme başarısını kendine mal etmek istiyor.
Savaşın ya ilan edilmiş (İran’ın nükleer programını yok etmek) ya da yaygın biçimde varsayılan (Tahran’da rejim değişikliği) hedefleri, ABD’nin savaşa olası katılımının değerlendirilmesinde dikkate alınması gereken ölçütler arasındadır. Ancak, aşağıda belirtilen diğer sonuçlar da bu değerlendirmeye dâhildir.
ABD katılsa da katılmasa da, bu savaş İran’ın nükleer silah edinme olasılığını azaltmayacak; hatta bu ihtimali artırabilir. İran’ın nükleer silah edinmesini engellemek için savaşa gerek yoktu. Savaş öncesinde ABD istihbaratının vardığı kanaat, İran’ın nükleer silah üretmediği yönündeydi. İran, böyle bir silahın üretilmesini engelleyecek yeni bir anlaşmaya varmak amacıyla ABD ile ciddi bir niyetle müzakere yürütüyordu.
İran, 2015 yılında Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (Joint Comprehensive Plan of Action – JCPOA) imzalayarak ve Trump’ın üç yıl sonra anlaşmadan çekilmesine kadar şartlarına bağlı kalarak, sadece savaşın gereksiz olduğunu değil, tüm uranyum zenginleştirmesinin yasaklanmasının da gereksiz olduğunu göstermiştir. JCPOA, titizlikle müzakere edilen kısıtlamalar ve güçlendirilmiş uluslararası denetim mekanizmaları sayesinde, İran’ın nükleer silaha ulaşabileceği tüm yolları kapatmıştır. Bu diplomatik geçmişi, İran’ın ne pahasına olursa olsun nükleer silah edinmeye kararlı olduğu iddiasıyla bağdaştırmak imkânsızdır.
İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine verdiği zarar –ABD, yeraltındaki Fordow zenginleştirme tesisini 30.000 poundluk bombalarla (30,000-pound bombs) krater haline getirse bile– İran’ın nükleer programını sadece geriye atar ama ortadan kaldırmaz. Ayrıca, İran’ın nükleer silah üretme kapasitesini de ortadan kaldırmaz. Santrifüj kaskadları yeniden inşa edilebilir ve bu alandaki uzmanlık bilgisi, İsrail’in geçen hafta suikast düzenlediği bilim insanlarıyla sınırlı değildir.
İran’ın niyetleri, İran’ın kapasitesi kadar önemlidir. Ülkenin egemen topraklarına yönelik silahlı bir saldırıdan başka hiçbir olay, İranlı karar alıcıları şimdiye dek almadıkları bir kararı —nükleer silah üretme kararını— almaya daha fazla itmez. İsrail’in saldırısının ardından, İran’ın gelecekteki saldırılara karşı caydırıcı bir güce ihtiyaç duyduğu gerekçesiyle bu adımın atılması gerektiğini savunan sesler Tahran’da kesinlikle güç kazanmıştır. ABD, İsrail’in savaşına katılırsa bu sesler daha da güçlenecektir.
Eğer İran böyle bir karar alırsa, İran’ın nükleer programının askeri amaçlara yöneltilmesi, uluslararası denetçilerin gözetiminden uzakta gerçekleşecektir. İsrail’in saldırısı, yeni bir nükleer anlaşma için yürütülen müzakereleri zaten rayından çıkardı —bu da Netanyahu’nun hedeflerinden birini gerçekleştirmiş oldu— ve ABD’nin askeri müdahalesi, gelecekteki müzakere olasılıklarını süresiz olarak ortadan kaldırabilir. ABD ve diğer dış güçler, İran’ın nükleer alanda ne yaptığına dair bilgileri JCPOA’nın müdahaleci denetim prosedürleri altında olduğu kadar kolaylıkla takip edemeyeceklerdir.
ABD’nin İsrail’in saldırısına askeri olarak katılması, sonu gelmeyen bir savaşa dönüşme riski taşır. Trump, Fordow’a sığınak delici bombalar (bunker-busters) atarak ardından “görev tamamlandı” diyebileceği tek seferlik bir operasyon gerçekleştirebileceğini düşünebilir; ancak bu, ABD’nin İran’la askeri mücadelesinin sonu olmayacaktır. İran’ın nükleer tesislerini ve materyallerini dağıtma olasılığı —belki de gizlice bir bomba üretme kararı sonrasında— uzun süreli bir arama ve imha operasyonu anlamına gelecektir. Bu, İsrail’in “çim biçme” (mowing the lawn) operasyonlarının bir yenisi olacak; ancak bu kez ABD de bu biçme işlemine dahil olacaktır.
Trump, İsrail’den ve İran’ın nükleer sorununu gerçekten çözüp çözmediği konusunda şüpheli olan iç kamuoyundaki baskı gruplarından sürekli savaşta kalma baskısı görecektir.
Olası bir rejim değişikliğine gelince, hatırlanması gereken ilk şey, Orta Doğu’daki rejim değişikliği konusunda ABD’nin ne kadar kötü bir sicile sahip olduğudur — sadece değişim anı değil, onu izleyen gelişmeler de dahil. En bariz örnek, Saddam Hüseyin rejimini deviren saldırgan savaştır. Bu savaş, sekiz yıl süren bir bataklığa dönüşmüş, binlerce Amerikalı askerin ölümüne yol açmış ve hem Irak’ın hem de Suriye’nin geniş kesimlerini ele geçiren bir terörist grubun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bir diğer örnek ise Libya’dır. Daha önce müzakere yoluyla tüm geleneksel olmayan silah programlarını gönüllü olarak teslim eden ve uluslararası terörizmle bağını sona erdiren Muammer Kaddafi’nin devrilmesine ABD’nin destek vermesi, çevre bölgelere yayılan bir kargaşaya yol açmış ve Libya’yı tek bir istikrarlı hükümetin dahi bulunmadığı bir ülke haline getirmiştir. Bu durum, bugün hâlâ devam etmektedir.
Bu listeye İran’ı da eklemek mümkündür. 1953’te ABD destekli bir darbeyle İran, Şah Rıza Pehlevi’nin eline geçti. Şah’ın yönetimi, zamanla hem zayıf hem de baskıcı olduğu için çöktü ve 1979 devrimiyle bugün İran’ı yöneten İslam Cumhuriyeti iktidara geldi.
ABD katılsa da katılmasa da, İran’daki mevcut savaşın olumlu bir rejim değişikliğini hızlandırma ihtimali zayıftır. İsrail’in saldırısı, her zamanki “bayrak etrafında toplanma” (rally-around-the-flag) etkisini yaratmıştır. İran içindeki muhalif sesler, İran halkı ile rejim arasında ayrım yapıyor ve halkla dayanışma, rejime yönelik hoşnutsuzluğun önüne geçiyor.
Eğer savaşın sonucunda önemli bir siyasi değişim yaşanacak olursa, bu değişimin rejimin sertlik yanlılarını güçlendirmesi, tersine bir yönelimden en az o kadar olasıdır. Bu bağlamda ortaya çıkabilecek bir olasılık, mevcut rejimi fazla yumuşak bulduğu için hoşnutsuzluk duyan ve belki de nükleer caydırıcılığın geliştirilmesinden yana olan Devrim Muhafızları subaylarının öncülüğünde bir tür askerî diktatörlüktür.
Bu savaş, kenarda bekleyen bazı ılımlı unsurların Körfez’de bir İsviçre yaratabileceği bir ortam değildir.
İran’daki muhalif unsurlarla kanıtlanmış bağlantıları olan İsrail, bu durumu herkesten daha iyi bilmelidir. İsrail hükümeti muhtemelen Libya’daki gibi kaos ve zayıflık içeren bir durumdan memnun kalacaktır. Netanyahu hükümetinin İran’da görmek isteyeceği son şeylerden biri, ABD ile iyi ilişkilere sahip, istikrarlı ve ılımlı bir demokrasinin ortaya çıkmasıdır. Böyle bir gelişme, İsrail dış politikasının temel taşlarından birini altüst eder — İran’ı, İsrail’in sürekli olarak dünyanın dikkatini kendi yaptıklarından uzaklaştırmak için kullandığı ve Orta Doğu’daki sorunlar için suçladığı bir günah keçisi (bête noire) olarak konumlandırma stratejisini.
ABD’nin savaşa katılımının, ne nükleer program ne de rejim değişikliği açısından olumlu sonuçlar üretmemesi bir yana, başka bedelleri ve sonuçları da vardır. En doğrudan sonuç, Amerikalılar da dahil olmak üzere daha fazla insanın ölecek olmasıdır. İran, Orta Doğu’daki 40.000 Amerikan askerinin konuşlandığı tesislere kesinlikle misillemede bulunacak, belki de başka yerlerde gizli operasyonlarla karşılık verecektir.
ABD’nin müdahalesi ve İran’ın kaçınılmaz tepkisi, daha geniş çaplı bir savaşı beraberinde getireceğinden, bölgesel istikrarsızlık —kısmen tanım gereği— artacaktır.
Bölgesel istikrarsızlığın nükleer boyutu da dikkate alınmalıdır. İsrail’in savaşı, İran’ın nükleer silah üretme kapasitesini hedef aldığı ölçüde, İsrail’in amacı Orta Doğu’yu nükleer silahlardan arındırmak değil, kendi bölgesel nükleer tekelini korumaktır.
Bu tekel, İsrail’in Orta Doğu’nun en yıkıcı aktörü haline gelmesine, bölgedeki diğer tüm ülkelere kıyasla daha fazla devlete silahlı saldırı gerçekleştirmesine zemin hazırlayan bağlamın bir parçasıdır. ABD’nin, İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü mevcut savaşa doğrudan müdahalesi, bu istikrarsızlaştırıcı davranış biçimini onaylamak ve teşvik etmek anlamına gelecektir.
Başka yerlerdeki istikrarsızlık da artacaktır; çünkü bu durum saldırganlık yapmama normuna ve bu normu içeren uluslararası hukuka bir darbe daha indirecektir. Nasıl ki Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna’ya yönelik saldırgan eylemlerine gelen uluslararası eleştirileri savuştururken ABD’nin Irak işgalini örnek gösterdiyse, ABD’nin bir başka saldırı savaşına daha katılması, onun söylemsel cephaneliğini zenginleştirecek ve Rusya, Çin ya da başka saldırgan niyetli güçlerin çekincelerini azaltacaktır.
ABD, bir müzakere ortağı olarak daha önceye kıyasla daha da az güvenilir hale gelecektir; zira pek çok gözlemci —haklı ya da haksız şekilde— birçok İranlının kuşkusuz vardığı aynı sonuca ulaşacaktır: Trump yönetiminin nükleer anlaşmaya dair görünürdeki müzakere çabası, aslında silahlı bir saldırının örtüsünden ibaretti.
ABD’nin yumuşak gücü (soft power), yalnızca İran’a yönelik saldırganlıkla değil, aynı zamanda onun müttefiki olan haydut devletin diğer yıkıcı davranışlarıyla da dünya kamuoyunun zihninde giderek daha fazla özdeşleşmesi nedeniyle bir darbe daha alacaktır.
*Paul R. Pillar, Georgetown Üniversitesi Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nde misafir kıdemli araştırmacı (Non-resident Senior Fellow) ve Quincy Sorumlu Devlet Yönetimi Enstitüsü’nde misafir araştırmacıdır. Ayrıca Cenevre Güvenlik Politikası Merkezi’nde yardımcı araştırmacıdır.
Kaynak: https://responsiblestatecraft.org/israel-iran-war-2672402953/