Rosh Hashanah (Roş Aşana – Musevi Yeni Yılı) ile Yom Kippur (Yom Kipur – Kefaret Günü) arasındaki on güne girerken — bu zaman dilimi, şefkatten ne ölçüde saptığımızı düşünmek için ayrılmıştır — büyüdüğüm dindar Yahudi topluluğunda tanık olduğum Filistinlilerin insanlıktan çıkarılmasına yeniden dönüp duruyorum.
Yıllar boyunca İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına karşı konuştum ve “Al Jazeera’nın (El Cezire – Katar merkezli haber kanalı) körüklediği cahilce, acınası antisemitik söylemler” yaymakla suçlandım. “Sergilediğin bu gösterişli ahlaki duruşla takdir edilmeyeceksin,” diye uyarıldım. Beni eleştirenler çoğu zaman başka konularda şefkatli insanlardır, ancak İsrail ordusuna verdikleri destek sarsılmaz biçimde sürüyor.
Benim İsrail’e olan bağlılığım da bir zamanlar onlarınki kadar mutlak idi. Her ikisi de Holokost’tan (Yahudi Soykırımı) sağ kurtulan ebeveynlerim, çocuklarından sonra en çok İsrail’i severdi. Beni Siyonist okullara ve yaz kamplarına gönderdiler; İbrani müziği ve edebiyatıyla iç içe büyüdüm. Benim için İsrail yalnızca bir ülke değildi; başka bir Holokost’a karşı elimizdeki kalkanımızdı.
Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmesini ve bana dünyanın en ahlaklı ordusu olarak öğretilen İsrail ordusunun Afrika ve Latin Amerika’da ölüm mangalarını silahlandırdığını ancak daha sonra öğrendim. İsrailli kuzenim, yarım milyon Ugandalıyı katleden Idi Amin rejimi için asker eğitmişti. İsrail’in bunu nasıl yapabildiğini anneme sorduğumda, herkesin bizden nefret ettiğini, bu yüzden destek alabileceğimiz her yerden destek aldığımızı söyledi. Bu sözleri beni derinden sarstı. Beş toplama kampından sağ kurtulmuş, hayatını sevilen bir çocuk doktoru olarak yeniden kurmuş bu kadın, nasıl olur da İsrail’in soykırıma yardım etmesini mazur gösteren bir ahlaki istisnacılığı benimseyebilirdi?
Zamanla onun bu tepkisinin tarif edilemez bir travmadan kaynaklandığını görmeye başladım. Naziler, küçük kız kardeşini kollarından koparmıştı. Kendisi dövülmüş, aç bırakılmış ve her gün ölüme tanıklık etmişti. Yüzyıllar süren zulüm, şu sarsılmaz kabileci dürtüyü kazır insana: Ne pahasına olursa olsun kendi halkını koru. Ancak Haham Daniel Bogard’ın belirttiği gibi, “Travma bize ahlaki netlik kazandırmaz. Bizi sadece travmatize eder.” Ve iyileşmemiş travma, daha fazla travma üretir.
Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısı, Yahudilerin en derin yarasını — atalarımızın yok edilme korkusunu — yeniden uyandırdı. İsrail hükümeti bunu, sivilleri kasıtlı olarak aç bırakıp saldırmak, insani yardımı kısıtlamak, hastaneleri ve okulları bombalamak gibi bir yok etme kampanyasını meşrulaştırmak için kullandı.
İsrail Gazze’ye yönelik saldırısını tırmandırmaya devam ederken, savunucuları bu dehşeti küçümsüyor. İsrail medyasına yönelik kısıtlamalara ve eşi benzeri görülmemiş sayıda gazeteci ölümüne rağmen, ortaya çıkan kanıtların meşru müdafaa ile hiçbir ilgisi yok gibi görünüyor. Ancak düzinelerce insan hakları grubu bunu soykırım olarak nitelendirdiğinde, mesajı itibarsızlaştırmak için habercilerin itibarı zedeleniyor. “Ne kadar safmışsınız,” diyorlar. “Bu grupların bizden nefret ettiğini hâlâ anlamadınız mı?”
Kendi halkımın bu vahşeti bu kadar kolay mazur görmesi ürpertici. Jon Stewart, The Daily Show adlı televizyon programında “Çok açık bir şekilde korkunç ve insanlık dışı bir şey izliyorum,” dedi. Ancak bu eylemleri kınadığında, sesini yükseltmesinin İsrail’in varlığını tehdit ettiği uyarısını aldı — oysa ülkeyi en çok tehlikeye atan Yahudi muhalefeti değil, İsrail’in kendi eylemleridir.
Ve o haklı. Araştırmalar, İsrail’in uyguladığı şiddetin antisemitizmi körüklediğini, bunun da daha fazla militarizasyonu “meşrulaştırdığını” gösteriyor; böylece hem Filistinlileri vahşileştiren hem de dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri tehlikeye atan sonsuz ve ölümcül bir sarmal ortaya çıkıyor. Ayrıca Jewish Currents yayın yönetmeni Daniel May, Yahudilerin “nerede yaşarlarsa yaşasınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse söylesinler risk altında oldukları” argümanının, aslında İsrail karşıtı şiddeti doğuran koşulları ele almaktan bizi alıkoyduğunu söylüyor. Beni eleştirenler arasında bu bağlamı kabul etmek bir tabu. On yıllardır süren işgali dile getirirseniz, 7 Ekim’deki korkunç kaçırma ve cinayetleri mazur göstermekle suçlanırsınız.
İsrail’in var olma hakkına inanıyorum, ancak başka bir halkın acıları üzerine inşa edilen bir hayatta kalma, hayatta kalma değildir — bu, kendi yıkımımızın tohumlarını eken bir ahlaki çöküştür. Kabileciliğin evrimsel bir amaca hizmet ettiğini, tehdit zamanlarında sadakat oluşturduğunu anlıyorum. Ancak bu, ahlaki bir kör noktaya dönüştüğünde, zulmü meşrulaştırır ve gerçeği dile getirmeyi ihanet olarak damgalar.
İsrail Gazze’yi neredeyse tamamen yok etme eşiğine gelirken, travmadan beslenen mağduriyet mitosuyla yüzleşmeliyiz. Milyarlarca dolarlık ABD yardımıyla desteklenen İsrail artık Davut değil. Golyat’a dönüşmüştür. Ancak Golyat’ın gücü aynı zamanda zayıflığıdır; kaba kuvvet, yok ettiğinden daha fazla düşman yaratır. Yine de, benim büyüdüğüm topluluk hâlâ İsrail’in askeri gücüyle Hamas’ı ortadan kaldırabileceği yanılsamasına tutunuyor. Gerçekte ise durum tam tersidir. Gazeteci Peter Beinart’ın uyardığı gibi, kaderlerimiz birbirine bağlıdır: “İsrailli Yahudilerin güvende olmasını istiyorsanız, Filistinliler de güvende olmalı. Ve Filistinliler özgür olmadıkça güvende olamazlar.”
Bu, Filistinlilerin çocukları insan kalkanı olarak kullanan terörist canavarlar olduğu şeklindeki insanlıktan çıkarıcı anlatıyı terk etmek anlamına gelir. Çünkü ancak gerçek empati geliştirerek — Filistinlileri tıpkı bizim gibi, aileleri için güvenlik ve haysiyet isteyen insanlar olarak tanıyarak — bu travma döngüsünü kırabiliriz. Önümüzdeki tercih nettir: her iki halkı da tehlikeye atan bu ahlaki körlük yoluna devam etmek ya da Yahudi güvenliğinin Filistinlilerin yok edilmesini gerektirmediği başka bir hikâyeyi hayal etme cesaretini bulmak.
*Sarena Neyman, Batı Massachusetts’in Pioneer Valley bölgesinde yaşayan bir yazardır.
Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/09/25/how-jewish-trauma-fuels-moral-blindness-in-gaza/