Walden Bello: Wolfgang Streeck ile röportaj
Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emekli direktörü olup, son otuz yılda neoliberal ekonominin krizleri ve neoliberal toplumun açmazları üzerine en derinlikli analizleri sunmuş, Avrupa’nın önde gelen sosyal düşünürlerinden biridir. Tartışmalara yabancı olmayan Streeck; Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki teknokratik elitleri, iktidar hakkını demokratik sürece değil de sözde “evrensel değerlere” dayandırdıkları için eleştirmiş; Avrupa’nın ABD’ye bağımlılığına son verilmesi gerektiğini savunmuş; Rusya tehdidini Baltık ülkeleri tarafından yaratılmış bir kurgu olarak görmüş ve Avrupa ile küresel düzenin küçük devletlerden oluşan sistemlere dönüştürülmesini önermiştir. Sol görüşlü olmakla birlikte, barış, göç ve sosyal politika konularında hem Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) hem de Sol Parti (Die Linke) ile arasına mesafe koymuştur. 2025 Bundestag seçimlerine yaklaşılırken, tartışmalı bir figür olan Sahra Wagenknecht’in partisi (BSW) ile güçlü şekilde özdeşleşmiştir. En yeni kitabı: Taking Back Control? States and State Systems after Globalism (2024).
AfD İktidara Gelecek mi?
WB: Aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisi, Şubat 2025 seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti’yi geride bırakarak Bundestag’daki ikinci büyük parti konumuna geldi. Yalnızca 12 yıl önce kurulmuş bir parti için bu oldukça etkileyici. Sizce AfD’nin sonunda iktidara gelmesi kaçınılmaz mı?
WS: Hayır. 1930’larda değiliz. Tamamen farklı bir dünyadayız. Naziler, ordu ve Prusya devletinin büyük kısmını elinde tutan eski doğu soylularının desteğini almıştı. Ayrıca, o dönemde Alman olan ve Fransız karşıtı tutum sergileyen büyük sanayi çevrelerinin ve elbette Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ardından Batılı müttefiklere tepki gösteren kesimlerin de desteğine sahipti. O zamanlar sanayi ulusaldı, bugünkü gibi uluslararasılaşmamıştı. Faşizm, devlet yanlısı ve piyasa karşıtı bir ideolojiydi. Ancak AfD’ye oy verenler, devlete ve devlet otoritesinin her türlü kullanımına – örneğin zorunlu aşılama gibi – karşı derin bir güvensizlik duyuyorlar. Bu seçmenlerin çoğu, devlet karşıtı, neoliberal görüşlere sahip orta sınıf Poujadistler. Yani tamamen farklı bir seçmen kitlesi ve yapıdan söz ediyoruz.
Naziler, devlet aygıtında, orduda ve poliste ciddi bir destek buluyordu. AfD söz konusu olduğunda ise bu tür bir destek çok ama çok sınırlı. Ayrıca, AfD yapısal değil, kültürel temelli bir hareket. Toplumun makro yapısı içinde bu tür bir oluşuma geniş bir destek yok. AfD’den çok daha tehlikeli gelişmeler yaşanıyor.
WB: İşçi sınıfının AfD ile ilişkisi hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
WS: Son yirmi yılda birçok seçmen Sosyal Demokrat Parti’den (SPD) uzaklaştı. Sağ kanat da bu süreçte geleneksel işçi sınıfından birçok kişiyi bünyesine kattı. Ancak AfD’nin bu kesim için başından beri tutarlı bir programı olmadı. Ekonomi politikaları bakımından neoliberal bir parti ama popülist söylemlerinde işçi yanlısıymış gibi davranıyor. İşçileri göçmenlere karşı savunuyor gibi görünse de, gerçekte sosyal devleti budamayı savunuyor.
Ayrıca, soldan uzaklaşan bu kültürel kopuş, solun yapısıyla da ilgili. Sol, giderek elitist, orta sınıfa mensup, küresel pazara entegre bireylerden oluşan ve büyük şehirlerin dışındaki taşrayı küçümseyen bir yapı olarak görülüyor.
Buna ek olarak, Doğu Almanya’yı özel bir durum olarak ele almak gerekiyor. Komünizmden liberal kapitalizme geçişin izleri hâlâ canlı – belki fiziksel olarak değil ama insanların zihinlerinde kesinlikle. Örneğin 21. yüzyıl kapitalizminde sürekli olarak şu retorik dile getirilir: “Bir sonraki teknolojik ve toplumsal dönüşüme hazırlıklı olun.” Oysa doğudaki insanlar, 1990’lardaki birleşmeden sonra zaten büyük bir dönüşüm geçirdiler. Şimdi hissiyat şöyle: “Yeter artık. O dönüşümü yaşadık, bir tane daha istemiyoruz.” Bu nedenle, modern kapitalizmin sürekli değişimlerine alışkın ve bu süreçlerden genellikle kazançlı çıkan Batı Almanlara kıyasla, Doğu Almanlar çok daha muhafazakâr bir tutum benimsedi. Onlar, ülkelerinin bazı bölgelerinde işsizliğin %40’lara ulaştığı o travmatik dönüşüm dönemini hâlâ hatırlıyorlar.
Üstelik Batı’dan gelen ve hâlâ süren küçümseyici bakışı ve yeterince değer görmediklerini hissettiren yaklaşımı da eklemek gerek. Batılı Almanlar, her zaman üstün geleceklerine dair kendilerine güven duyuyorlar. Bu tür bir duygu dünyasının karşı tarafında yer almak – bu duygu açıkça ifade edilmese ve gündelik hayatta görünmese bile – siyasette son derece kışkırtıcı ve etkili olabilir.
Göç: Yakıcı Sorun
WB: Bütün bu anlattıklarınız içinde göç meselesi nerede duruyor?
WS: Ah, bu konu kesinlikle çok önemli—yalnızca Almanya’da değil, tanıdığım tüm toplumlarda da öyle. İnsanların yabancılarla tanışması ve onlara alışması zaman alır. Birinin gelip “Artık ben de bu toplumun bir üyesiyim” diyebileceği, tamamen açık bir toplum yoktur. Toplum dediğimiz şey, kuşaklar boyunca güvene dayalı sosyal bağlara yapılan yatırımların ürünüdür. Elbette insanları ülkeye getirip vatandaş yapabilir, topluma dahil edebilirsiniz ama bu zaman alır. Eğer bu süreç çok hızlı ilerlerse, insanlar tedirgin olurlar.
Alman Yeşillerin zihninde şöyle naif bir düşünce var: İnsanlar bir yerden—diyelim ki Suriye’den—gelir, ardından yeni ülkelerinde, yerlilerin arasına doğrudan yerleşip sıradan bir Alman ailesi gibi yaşayabilirler. Oysa gerçeklik farklıdır: Göçmenler genellikle kendi ülkelerinden gelen diğer insanların yakınına yerleşirler; aynı dili konuşan, güvendikleri, kendilerine yardımcı olabilecek kişilerin yanına. Geldikleri yerin kültürel yaşamını sürdürmeye çalışırken, yerli halkın şüphesiyle karşılaşırlar.
Üstelik çoğu göçmen, herhangi bir toplumda en üstten değil, en alttan başlar. Üst sınıflarda sorun yaşanmaz. Eğer Hintli bir fizik Nobel ödüllüyseniz, her yerde yaşayabilirsiniz. Ama Pakistanlı sıradan bir adamsanız, toplumun en altından başlarsınız—ve orada her zaman en iyi insanlarla karşılaşmazsınız. Bu insanlar, içinde bulundukları toplumun normlarına tam olarak uyum sağlamamış olabilir ve bu da, genellikle yüksek suç oranlarıyla ilişkilendirilen, sosyologların ‘anomik durum’ olarak adlandırdığı tabloya yol açabilir.
Ayrıca, eğer 20 yaşlarında, bekar erkekleri büyük sayılarda ülkeye getirirseniz—nereden gelirlerse gelsinler—bu kişiler bazen yerlilerin kibirli tavırlarına karşı kendilerini savunmak için çeteler kurabilirler. Bu sadece Almanya’ya özgü bir durum da değildir.
WB: Öyleyse, Angela Merkel’in 2015’te Suriyeli mültecileri kabul etmesi bir hata mıydı?
WS: Peki ama siyasi hata nedir? Siyasette gözlemlediğim şey şu: Siyasi liderler bir karar aldıklarında, bunu genellikle birden fazla nedenle yaparlar. Aldıkları karar için bir destekçi koalisyonu oluşturmaları gerekir—ve gerekçeler farklı olsa da, ne kadar çok kesimi yanlarına alabilirlerse o kadar iyi. Her Alman Suriyelileri sevinçle karşılamadı, ama Alman işverenlerin bir kısmı, demografik nedenlerle daralan işgücü piyasasını görüp bu durumu olumlu karşıladı.
Sonra Almanya’nın dışında, Obama faktörü vardı. Neden Obama? Çünkü onun Suriye’ye yönelik müdahaleleri, Orta Doğu’ya yayılan büyük bir Suriyeli mülteci krizi yarattı. Amerikan “ulus inşası” (nation-building) politikalarının sonucu olan bu dalga, Türkiye gibi ülkelerde istikrarsızlığa yol açtı. Obama, Merkel’den Suriye’ye asker göndermesini istemişti. Ancak Merkel bunu yapamadı—anayasamız, partisi ve kamuoyu buna izin vermedi. Daha sonra Obama, Merkel’e şöyle demiş gibi görünüyor—bunu birkaç farklı kaynaktan duydum: “Angela, biz Suriye halkını kurtarırken bizi yalnız bıraktın; şimdi bana bir borcun var. Ayrıca bana hep demografik sorunlarından bahsediyordun; o zaman lütfen anlayış göster ve sınırını aç.”
Almanya’nın dış politikası, ancak ABD’ye olan derin bağımlılığı çerçevesinde anlaşılabilir.
Bunun yanında bir de Merkel’in Yeşiller’e yönelişi vardı. Merkel, Hristiyan Demokratlar içindeki merkez sağ muhafazakârları, Sosyal Demokratlar yerine Yeşiller’le yavaş yavaş yakınlaştırmaya çalışıyordu. Çünkü Yeşiller’i, Alman burjuvazisinin bir sonraki kuşağı—kendi geleneksel seçmen tabanının çocukları—olarak görüyordu. Böylece, koalisyonunda Alman burjuvazisinin siyasi ailesini birleştirmeyi amaçlıyordu. Onun 16 yıllık iktidarı, Liberallerden ve Sosyal Demokratlardan uzaklaşıp Yeşiller’e yaklaşma yönünde sürekli bir çabaydı.
2015’te sınırları açması, Yeşiller’i kendisinin en uygun koalisyon ortağı olduğuna ikna etme yolundaki en belirgin hamlesiydi. Ancak bu hamle geri tepti: Bir yıl içinde bir milyon Suriyelinin Almanya’ya gelişi, neredeyse yok olmanın eşiğindeki AfD’yi yeniden canlandırdı.
Solun Krizi
WB: O halde yeniden geleneksel Alman soluna dönelim. SPD şu anda seçimlerde üçüncü sıraya düşmedi mi? Sizce nerede yanlış yapıldı? Büyük Koalisyon dışında bir siyasi stratejileri olmadığı için mi? Yoksa siyasi hayal gücünün eksikliğinden mi?
WS: Bunu genel olarak Avrupa’daki sosyal demokrasinin bağlamında değerlendirmek gerekir; çünkü bu durum Almanya’daki sosyal demokrasiye özgü değil. (Avrupa’da bu sorunun yaşanmadığı tek ülke Danimarka gibi görünüyor. Ancak Danimarka Sosyal Demokratları istisnai bir örnek; çünkü göçmen karşıtılar, aynı zamanda da NATO yanlısı ve Rusya karşıtılar.)
Almanya’da ve genel olarak Avrupa’da sosyal demokrasi, 1970’ler ve 1980’lerden gelen bir détente (yumuşama) geleneğine sahipti. Ancak daha belirleyici olan başka etkenler vardı: işgücü piyasasının yapısal olarak değişmesi, sendikaların parçalanması, refah devletinin mali ve ekonomik sınırlarına dayanması. 1960’lardaki birçok sosyal sorun temelde çözüldü; fakat bu çözümler zamanla iş dünyası ve devlet için öyle maliyetli hale geldi ki, sosyal demokratlar iktidardayken refah harcamalarında kesintilere gitmek zorunda kaldılar. Ancak kemer sıkma politikalarında yer aldıkları anda seçmenleri hayal kırıklığına uğradı ve başka partilere yöneldiler.
Bu sadece Almanya’da değil; Fransa, İtalya ve İngiltere’de de böyle oldu. Hollanda sosyal demokratları—bir zamanlar gurur duyulan bir partiyken—neredeyse yok oldu. İtalya’daki eski Komünist Parti seçimlerde tamamen marjinalleşti. Yani çok daha genel, Avrupa çapında bir eğilimden bahsediyoruz.
Bunun kültürel bir boyutu da var. Geleneksel sosyal demokrat siyaset, kolektif siyasi eylemin kolektif siyasi disiplin gerektirdiğini varsayardı. Toplumsal hareketler, bir partinin liderliğinde örgütlenir, parti kongre düzenler, bir program belirlerdi. Siz de bir seçmen ya da üye olarak, her maddeyi onaylamasanız bile bu programı savunurdunuz. Bu anlayış, örgütlenme yoluyla sağlanacak sosyal ilerleme fikrine dayanıyordu.
Ancak bugünün kapitalizminde artık kimse böyle bir ilerlemeyi vaat edemiyor. Sosyal demokratların bugün en fazla vaat edebileceği şey, mevcut durumun korunmasıdır. Dürüst davranırlarsa, seçmenlerine şunu söylemek zorundalar: “Aynı yerde kalabilmek için daha hızlı koşmanız gerekiyor.” Ya da: “Gelecekte birçok risk var, biz bunları sizin için yöneteceğiz ama hiçbir garanti veremeyiz.”
Ben 1970’lerdeki sosyal demokrat coşkuyu hatırlıyorum. Sendikaların güçlü, ekonominin büyüme içinde olduğu, devletlerin ise cömert sosyal güvenlik sistemleri kurabilecek kaynaklara sahip olduğu bir dönemdi. O dönem sona erdi.
WB: Alman Sosyal Demokrat Partisi söz konusu olduğunda, partinin düşüşüne dair sıkça dile getirilen açıklamalardan biri de şu: Gerhard Schröder liderliğindeki SPD hükümeti, Hristiyan Demokratlar’ın asla yapamayacağı neoliberal reformları gerçekleştirdi.
WS: Bu açıklama biraz fazla basitleştirici. Almanya’da “İşsizlik Yardımı”ndan (Unemployment Benefit) farklı olarak, dünyada eşi benzeri olmayan bir kurum vardı: “İşsizlik Parası” (Unemployment Money). Belirli bir yaşın üzerindeyseniz ve işinizi kaybettiyseniz, işsizlik yardımınız bittikten sonra, emekli olana kadar bu “işsizlik parası”nı alabiliyordunuz. Bu nedenle işini kaybeden birçok kişi yeni bir iş bulmak için çaba göstermiyordu. Çünkü biliyorlardı ki önce işsizlik yardımı, sonra işsizlik parası, ardından da emeklilik…
Sistem bundan biraz daha karmaşıktı ama uygulamada böyle işliyordu.
Almanya birleştiğinde, Doğu Almanlara da bu haklar tanındı. 1992’den sonra Doğu Almanya’da işsizlik çok yaygındı. Yaşına göre birkaç yıl destek alan bir kişi, ardından emekliliğe geçebiliyordu. Ardından işverenler devreye girdi. İşten çıkaracakları çalışanlara, “Seni işten çıkaracağım ama senin net gelirini, süresiz alacağın işsizlik parasıyla birlikte tamamlamaya devam edeceğim,” dediler. Yani çalışmıyorlardı ama gelirleri aynıydı, hatta işsiz olduklarını bile hissetmiyorlardı.
Zamanla sendikalar da bu sistemle iş birliği yaptı—kısmen üyeleri bu durumdan memnun olduğu için, kısmen de “sabit iş miktarı” varsayımına (lump of labor theory) inandıkları için. Yani yaşlı bir işçi işten ayrıldığında, yerine bir genç işe alınacaktı. Gerçekte ise böyle olmuyordu.
Sonuç olarak: Schröder 2002’de kıl payı yeniden seçildi. O yıl Yeşiller ile yapılan koalisyon görüşmeleri felaketle sonuçlandı. Bunun üzerine Schröder, deyim yerindeyse “boğayı boynuzlarından yakalamaya” karar verdi ve bu sonsuz işsizlik desteği sistemini sona erdirmeyi hedefledi. Ortaya çıkan reform paketi ise Agenda 2010 idi ve 2003 baharında yasalaştı. Toplumda bu paket, sendika karşıtı, işçi karşıtı ve kemer sıkma yanlısı olarak algılandı—ki bu, kısmen doğruydu.
WB: Göçmenlik konusunda, solun siyasi hayal gücü eksikliği nedeniyle zemin kaybettiği söylenebilir mi?
WS: Bu mesele çok karmaşık ve çok boyutlu. Saatlerce konuşulabilir. 1960’larda, Almanya’da ekonomik büyüme zirvedeydi. O dönemin genel anlayışı şuydu: Güney Avrupa’dan insanlar gelecek, birkaç ay çalışacak ve sonra ülkelerine döneceklerdi. Bu, Gastarbeiter (misafir işçi) dönemiydi.
1960’ların tipik görüntüsü şöyleydi: trenler İtalya’dan gelir, içinden erkek işçiler inerdi—kadınlar ülkede kalıyordu—yıl sonunda da bu erkekler ceplerinde parayla ülkelerine dönerdi.
Ancak zamanla görüldü ki, bu bir yanılgıydı. İnsanlar kalmak istiyordu. Ailelerini yanlarına aldılar. Bu dönemde sendikalar, göçmen işçileri örgütlemekte çok ileri bir rol oynadılar. Metal İşçileri Sendikası özellikle hedefli örgütlenme çalışmaları yürüttü. Çünkü solda dayanışma kültürü güçlüydü. Bir fabrikada Alman olmayan biriyle yan yana çalışır, arkadaşlık kurar, patron ona kötü davranırsa onun adına sesinizi yükseltirdiniz.
Sendikalarda orta kademelerde de İtalyan, İspanyol, Türk kökenli kişiler görünmeye başladı. 1970’lerde, genç bir araştırmacı olarak Opel’de şunu duymuştum: “Bizim fabrikalarda iki tür hayvan olmayacak.” Yani: Yabancı işçilerle Alman işçilerin hakları eşit olacak.
Bugünse durum tamamen değişti. Fabrikalar azaldı. Göçmenler artık Almanlarla birlikte değil, diğer göçmenlerle çalışıyor; hizmet sektöründe düşük ücretli, geçici işlerde çalışıyorlar. Alman toplumuyla doğrudan temasta değiller. Bu da sendikal örgütlenmeyi zorlaştırıyor.
Ekonomik kriz dönemlerinde şu soru tekrar gündeme geliyor: “Bu insanlar neden kendi ülkelerine dönmüyor?” Irkçılık yükseliyor. Bazı yerlerde sendikalar, fiilen Alman işçilere daha fazla hak tanıyan düzenlemeleri kabul ediyor. Sosyalist geleneğin güçlü olduğu yerlerde bu daha az yaşanıyor ama yine de oluyor.
Yine de başarı hikâyeleri var. İkinci nesil İtalyan ya da İspanyol göçmenlerin kamu sektöründe, mühendislikte, teknisyenlikte başarılı olduklarını görüyoruz. Ama Almanya’da başarı için eğitimden geçmeniz şart. Bazı gruplar bu süreçte diğerlerine göre daha iyi sonuçlar alıyor.
Ve bugün artık bazı ilkokullarda, 1. ve 2. sınıflarda çocukların %70-80’i Almanca konuşamıyor. Bu da Alman ebeveynlerde, çocuklarının böyle bir ortamda yeterince öğrenip öğrenemeyeceğine dair endişe yaratıyor.
WB: Peki, üst orta sınıf ve üst sınıf, yani yönetim kademeleri söz konusu olduğunda, göçmen kökenlerinden sıyrılıp başarılı olan insanlar var mı?
WS: Örneğin Birleşik Krallık’taki gibi değil; bu ülkede bir elit kesimi tanımlamak o kadar kolay değil. Soyluluk yok, elit özel okullar yok. Ve savaş sonrasında toplum adeta karmakarışık hâle gelmişti. 1949’da, savaşın bitiminden dört yıl sonra, Batı Almanya’nın nüfusu yaklaşık 45 milyondu, buna Doğu’dan gelen 15 milyon mülteci de eklenmişti. Bu durumun, geleneksel toplumsal yapının köklü bir şekilde sarsılmasına yol açtığını tahmin edebilirsiniz.
Elbette, eğer ebeveynleriniz üniversiteye gittiyse, sizin de üniversiteye gitme olasılığınız artar. Ancak burası, ideolojik olarak bireysel başarının soydan değil, kişisel çabadan geldiğine inanan bir ülke.
WB: Güney Avrupa veya Doğu Avrupa kökenli insanlara kıyasla, İslam, Suriye ya da Afrika kökenli insanlara yönelik kabulde bir fark olduğunu söyleyebilir misiniz?
WS: Hiç kuşkusuz. Afrikalılar çok daha büyük zorluklarla karşılaşıyor. Eğer Afrikalıysanız, ten renginizden ötürü hemen tanınırsınız.
Suriye söz konusu olduğunda ise gözlemim şu: Suriyeli mültecilerin önemli bir kısmı orta sınıftandı. Suriye’de oldukça büyük bir eğitimli orta sınıf varmış gibi görünüyor. Bugün Almanya’da, en azından benim yaşadığım yerde bir hastaneye giderseniz, cerrahın Suriyeli olma ihtimali oldukça yüksek.
Türklerse bugün nispeten iyi entegre olmuş durumdalar. Bunda geniş aile yapılarının ve topluluk bağlarının büyük etkisi var. Eğer Türkseniz ve Almanya’ya taşınıyorsanız, orada zaten çok sayıda Türk vardır ve size yardımcı olurlar. Bu destekle kendi yolunuzu çizer, ilerlersiniz.
Bugünün tipik Türk göçmeni, bu nesilde, belki bir cerrah değildir; ama örneğin bir manav dükkanı işletiyor olabilir. Ve insanlar bilir ki, en iyi sebzeler Türk manavdadır—çünkü o, Alman rakibinden bir saat erken kalkar, pazara gider ve en iyisini alır. Ulusal bir topluluğun ve geleneksel bir büyük ailenin desteğiyle insanlar yabancı bir ülkede başarılı olabilirler.
WB: Peki ya İslam?
WS: Benim izlenimim, durumun diğer ülkelerde—özellikle Fransa’da—çok daha kötü olduğu yönünde. Fransa, din ile devletin çok katı bir biçimde ayrıldığı bir ülke olduğundan her türlü dine karşı mesafeli. Almanya’da ise bu durum söz konusu değil. Katolik ve Protestan kiliseleri var, bunlar yerleşik kurumlar; tıpkı İngiltere’de olduğu gibi, devlet tarafından tanınıyorlar.
İslam’a gelince: Müslümanların bir kilisesi yok. Hiyerarşileri, resmi bir teolojik ortodoksileri de yok. Alman devleti zaman zaman Katolik Kilisesi’ne benzer bir İslam kurumu kurmaya çalışıyor, ancak bu yapılar genellikle kısa sürede çözülüyor. Müslümanlar, dinlerini nasıl yaşayacakları konusunda Hristiyanlardan bile daha fazla fikir ayrılığına sahip ve bu görüş ayrılıklarını uzlaştıracak kurumsal yapılar da yok.
Almanya’da bir de İslam ile İslamcılık arasındaki fark meselesi var. “İslamcılık” tehlikeli görülüyor; çünkü anti-demokratik ve anti-semitik olduğu varsayılıyor. “İslam” ise kabul edilebilir bir şey olarak görülüyor—ama bu, Gazze’deki soykırım hakkında hiçbir şey söylemediğiniz sürece geçerli. Eğer bu konuda konuşursanız, “İslamcı” sayılırsınız.
Bildiğiniz gibi, Alman devleti, vatandaşlarının İsrail’i, onun Filistin topraklarındaki işgalini ve Gazze operasyonunu desteklemesi konusunda oldukça acımasız davranıyor.
* Walden Bello, Bangkok’taki Chulalongkorn Üniversitesi Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne bağlı Focus on the Global South adlı kuruluşun yönetim kurulu eş başkanıdır. Filipinler Üniversitesi ve New York Eyalet Üniversitesi Binghamton’da emekli profesörlük yapmış, Amsterdam’daki Transnational Institute (Ulusötesi Enstitü) ile iş birliği içinde çalışmıştır. Sayısız kitabın yazarı olan Bello’nun en son eseri, Global Battlefields: Memoir of a Legendary Public Intellectual from the Global South (2025) adlı çalışmadır.
Kaynak: https://fpif.org/the-german-question-and-europes-future-part-one/