Amerika Birleşik Devletleri, Venezuela ile eşi benzeri görülmemiş bir askeri çatışmaya doğru ilerliyor. Kriz, bu ayın başlarında ABD’nin bir insansız hava aracı saldırısında Venezuela’nın Tren de Aragua adlı çetesine mensup olduğu iddia edilen 11 kişinin öldürülmesiyle tırmandı — bu, 1989’daki Panama işgalinden bu yana Latin Amerika’daki ilk saldırıydı. Bunu, 15 Eylül 2025’te üç uyuşturucu kaçakçısının öldürüldüğü bir başka saldırı izledi.
Birkaç gün sonra, Venezuela’ya ait F-16’lar ABD donanmasına ait gemilerin üzerinden uçtu; bu, Pentagon’un uyarılarını ve Başkan Donald Trump’ın yaklaşan uçakların vurulacağı yönündeki tehditlerini tetikledi. Washington, o zamandan bu yana son on yılların en büyük Karayip donanma varlığını konuşlandırdı; buna 4.500 denizci ve deniz piyadesi, Tomahawk füzeleriyle donatılmış muhripler, denizaltılar, bir amfibi çıkarma gemisi ve Porto Riko’da konuşlanmış 10 adet F-35 dahildir.
Bu çatışma, Venezuela’nın tartışmalı Temmuz 2024 seçimlerinin ardından geldi. Seçimler, muhalefet adayı Edmundo González’in zafer ilanına rağmen, seçim konseyi Nicolás Maduro’yu kazanan olarak açıkladı ve seçimler yaygın şekilde hileli olarak kınandı. Yahudi siyaset bilimci Steven Levitsky, resmi sonuçları “modern Latin Amerika tarihinin en vahim seçim sahtekarlıklarından biri” olarak tanımladı. Protestolar en az 22 kişinin ölümüne ve 2.000’den fazla kişinin tutuklanmasına yol açtı.
Donald Trump göreve döndükten sonra, yönetimi yaptırımları ve terör örgütü tanımlarını artırdı; Tren de Aragua ve Cartel de los Soles’i narko-terörist örgütler olarak sınıflandırdı ve bu gruplarla bağlantılı Venezuela vatandaşlarına karşı Yabancı Düşmanlar Yasası’nı devreye soktu.
Düşmanlığın kökleri, Hugo Chávez’in 1999’daki yükselişine, 2002’de ABD destekli bir darbeyi atlatmasına ve on yıllar süren yaptırımların, suçlamaların ve rejim değişikliği girişimlerinin birikimine kadar uzanıyor. Analistler, Trump’ın mevcut tırmanışını, Washington’un uzun süredir devam eden yarımküre hegemonyası iddiası olan Monroe Doktrini’nin yeniden canlanışı olarak değerlendiriyor.
Ancak bugünkü krizi benzersiz şekilde patlayıcı hâle getiren unsur, Venezuela’nın Rusya ve Çin ile derinleşen bağlarıdır. Rusya, Mayıs 2025’te Maduro ile kapsamlı bir 10 yıllık stratejik anlaşma imzalarken; Çin, ABD’nin deniz kuvvetlerini bölgeye yığmasına açıkça karşı çıktı. Dünyanın kanıtlanmış en büyük petrol rezervlerine — 300 milyar varil, küresel toplamın yüzde 17’sine — sahip olan Venezuela, yalnızca enerji jeopolitiği açısından bir ödül değil, aynı zamanda ortaya çıkan Moskova–Pekin–Karakas ekseninin bir düğüm noktası hâline gelmiştir.
Ancak bu tırmanan askeri çatışmanın yüzeyinin altında göz ardı edilen bir boyut yatmaktadır: ABD-Venezuela ilişkilerindeki Yahudi boyutu. İsrail’in stratejik kaygıları, Caracas’a yönelik Amerikan politikasının şekillenmesinde kayda değer bir rol oynamıştır. Venezuela, Güney Amerika’nın en istikrarlı anti-Siyonist ülkesi olarak öne çıktıkça, ABD dış politika kurumu içindeki Yahudi fraksiyonlar Caracas’ı, geleneksel yarımküre güvenliği endişelerinin çok ötesine uzanan bir tehdit olarak görmeye başlamıştır.
Chávez Döneminde Venezuela’nın Anti-Siyonist Evrimi
Venezuela-İsrail ilişkilerinin bozulması, İkinci İntifada sırasında Chávez hükümetinin Filistin davasını destekleyen mitinglere sponsor olmasıyla hız kazandı. Venezuela’daki Yahudi cemaatine yönelik ilk doğrudan saldırı, Mayıs 2004’te, hükümet destekli Filistin yanlısı bir mitingin ardından Caracas’taki Sefarad Tiferet Israel Sinagogu’na düzenlenen saldırıyla gerçekleşti.
Durum, 2006 Lübnan Savaşı sırasında Chávez’in İsrail’i soykırım yapmakla suçlamasıyla dramatik biçimde tırmandı. Ağustos 2006’da Venezuela, İsrail’deki büyükelçisini geri çağırdı ve daha sonra şu açıklamayı yaptı: “İsrail çıldırdı. Çocukları katlediyorlar ve kaçının gömüldüğünü kimse bilmiyor.”
Venezuela’nın İsrail ile ilişkilerini tamamen koparması, 14 Ocak 2009’da Gazze’deki Dökme Kurşun Operasyonu sırasında gerçekleşti. Chávez, İsrail’in askeri saldırısını “İsrail yetkilileri tarafından yönetilen Filistin halkına yönelik acımasız bir zulüm” olarak nitelendirdi. Venezuela Dışişleri Bakanlığı, diplomatik ilişkilerin kesildiğini duyurarak, bu kararın “İsrail yetkilileri tarafından Filistin halkına yönelik insanlık dışı zulüm nedeniyle” alındığını bildirdi.
Bu diplomatik kopuşun ardından Venezuela, 27 Nisan 2009’da Filistin’i resmen tanıdı ve Amerika kıtasında Filistin Yönetimi ile resmi diplomatik ilişkiler kuran ilk ülke oldu.
Karakas’ta Likud: Venezuela Muhalefetinin Arkasındaki İsrail Eli
Venezuela muhalefeti, İsrail ile ilişkilere tamamen farklı bir yaklaşım benimsemiştir. Bunun en belirgin örneği, liberal Vente Venezuela partisinin lideri María Corina Machado’dur. Machado, Temmuz 2020’de İsrail’in iktidardaki partisi Likud ile resmî bir iş birliği anlaşması imzalamıştır.
Anlaşma, “siyasi, ideolojik ve sosyal konuların yanı sıra strateji, jeopolitik ve güvenlikle ilgili konularda iş birliğini geliştirmeyi” taahhüt etmektedir. Anlaşmada açıkça, “İsrail halkını Venezuela halkına yaklaştırmak ve birlikte Batı’nın özgürlük, hürriyet ve piyasa ekonomisi değerlerini ilerletmek” hedefi belirtilmiştir.
Machado, bunu “Nicolás Maduro’ya açık bir mesaj” olarak tanımlamış ve iktidara gelmesi hâlinde İsrail ile diplomatik ilişkileri yeniden kuracağını ifade etmiştir.
İsrail’in Juan Guaidó’yu Tanıması
İsrail, 2019 başkanlık krizi sırasında Juan Guaidó’yu Venezuela’nın geçici devlet başkanı olarak tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı. Başbakan Benjamin Netanyahu, 27 Ocak 2019’da İsrail’in tanıma kararını duyurarak, İsrail’in “bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin yanı sıra Kanada, çoğu Güney Amerika ülkesi ve Avrupa uluslarıyla birlikte hareket ettiğini” belirtti.
Axios’a göre Trump yönetimi, İsrail’den Maduro’ya karşı yürütülen rejim değişikliği kampanyasını alenen desteklemesini özellikle talep etmişti.
Guaidó, Netanyahu’ya tanıma kararı için teşekkür ederken, Venezuela’nın mücadelesini Holokost’tan kurtuluşla doğrudan ilişkilendiren bir retorik kullandı: “74 yıl önce Auschwitz toplama kampı kurtarıldı ve bugün, tıpkı ülkemiz de özgürlüğü için savaşırken, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’ya tanıma ve destek için teşekkür ediyoruz.”
Venezuela’nın İran ile Stratejik İttifakı
Venezuela, 1999’dan bu yana İran İslam Cumhuriyeti ile güçlü bağlar kurarak, her iki ülkenin de ABD emperyalizmine karşı bir “birlik ekseni” olarak tanımladığı bir yapı oluşturdu. Chávez’in 2001 yılında İran’a yaptığı ilk ziyaret, her iki ülkenin de kendi etki alanlarında Yahudi-Amerikan imparatorluğunun aşırı nüfuzuna karşı ortak direnişe dayanan stratejik bir ortaklığın başlangıcını teşkil etti.
Bu ilişki, Mahmud Ahmedinejad’ın 2005 yılında İran Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından daha da derinleşti. Çok sayıda karşılıklı ziyaret ve temas yoluyla, Chávez ve Ahmedinejad yüzlerce ikili anlaşma imzaladı. İttifakları öyle bir noktaya geldi ki, 2006 yılında Chávez “her zaman ve her koşulda İran’ın yanında olacağına” dair söz verdi.
Chávez, 2010 yılında Tahran Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada şu uyarıda bulundu: “Eğer ABD imparatorluğu hâkimiyetini pekiştirmeyi başarırsa, insanlığın bir geleceği kalmaz. Bu nedenle, insanlığı kurtarmalı ve ABD imparatorluğuna son vermeliyiz.”
Maduro döneminde Venezuela–İran ilişkileri güçlenerek devam etti. Tahran, yakıt kıtlığı dönemlerinde benzin sevkiyatı sağladı; insansız hava aracı teknolojisi dâhil olmak üzere askerî iş birliği yürütüldü; yaptırımları delmeye yönelik destek sunuldu ve milyarlarca dolarlık ticaret ve yatırım anlaşmaları yapıldı.
Hizbullah Bağlantısı
İran–Venezuela ortaklığı, İran’ın uzun süredir müttefiki olan ve Empire Judaica için güvenlik endişeleri yaratan Hizbullah’ı da kapsayacak şekilde genişlemiştir. ABD’li yetkililer, İran ve Hizbullah’ın Venezuela içinde narkotik kaçakçılığı ve kara para aklama planlarını kolaylaştıran operasyonel ağlara sahip olduğunu iddia etmektedir. Bu ağların, Cártel de los Soles içindeki Venezuela askeri elitleriyle birlikte kokain taşımacılığı yaptığı; Hizbullah’ın ise iddiaya göre “Tren de Aragua gibi narko-terörist grupların başlıca finansörü ve kara para aklayıcısı” olarak görev yaptığı öne sürülmektedir.
Güvenlik uzmanları, Hizbullah’ın, Maduro hükümetinin yasa dışı ekonomisine gömülü klan temelli yapılar aracılığıyla Venezuela’da faaliyet gösterdiğini iddia etmektedir. Venezuela’nın havayolu şirketi Conviasa, Caracas, Şam ve Tahran arasında düzenli uçuşlar gerçekleştirmekte olup; Hizbullah’ın bu uçuşları “operatörleri, yeni üyeleri ve kargoları bölgeye taşımak” için kullandığı bildirilmektedir.
Hizbullah’ın sızmasına ilişkin bu iddialar, Maduro’nun iç muhalefetini daha geniş bir Siyonist komplonun parçası olarak gösterme çabalarını daha da körüklemiştir.
Maduro’nun “Uluslararası Siyonizm” Suçlamaları
Venezuela’nın tartışmalı 2024 seçimlerinin ardından Maduro, ülkenin iç sorunlarından defalarca “uluslararası Siyonizm”i sorumlu tuttu. Ağustos 2024’te, seçimlerde hile yapıldığı iddialarının ardından başlayan yaygın protestolar üzerine Maduro, muhalefetinin uluslararası Siyonist ağlar tarafından desteklendiğini ve finanse edildiğini öne sürdü.
Maduro, televizyonda yayınlanan bir konuşmasında şöyle dedi: “Tüm sosyal ağları, uyduları ve bu darbenin arkasındaki tüm gücü kontrol eden Siyonizmin tüm iletişim gücü.” Ayrıca, hâlihazırda Latin Amerika’nın en filosemitik hükümetine liderlik eden Arjantin Cumhurbaşkanı Javier Milei’yi “Siyonist” ve “sosyal sadist” olarak nitelendirdi.
Maduro’nun bu açıklamaları, dönemin ABD Antisemitizmi İzleme ve Mücadele Özel Temsilcisi Deborah Lipstadt tarafından sert biçimde eleştirildi. Lipstadt, Maduro’yu Yahudilerin küresel olayları kontrol ettiği yönündeki klasik antisemitik anlatıları yeniden canlandırmakla suçladı.
Lipstadt, Twitter’da şu ifadeleri kullandı: “Maduro’nun, Venezuela’daki seçim protestolarının arkasında Yahudilerin olduğu yönündeki saçma iddiası antisemitiktir ve kabul edilemez. Venezüella halkı, oylarının sayılmasını barışçıl bir şekilde talep etmek için sokaklara döküldü. Her türlü antisemitizmi reddediyoruz ve bu tür eski klişelerin kullanılması, Latin Amerika’da ve tüm dünyada Yahudi nefretini körüklüyor.”
Mütercim şöyle dedi:
Kalıcı Neokonservatif Düzen
Amerika’nın Venezuela’ya yönelik yaklaşımı, son 30 yıldır ABD dış politikası üzerinde etkili olan neokonservatif ideolojinin etkisi anlaşılmadan kavranamaz. Neokonservatizm, Amerika Birleşik Devletleri’nin istisnai bir siyasal yapı olduğunu ve demokrasi modelini dünyanın dört bir yanına ihraç etmesi gerektiğini savunur. Ancak bu yalnızca yüzeysel bir bakış açısıdır. Nihai hedefi, dünyayı Siyonist üstünlük için güvenli hâle getirmektir — bu ideolojik akım, Yahudilerin belirgin biçimde orantısız temsiliyle karakterize edilir.
Batı İngiltere Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde kıdemli öğretim üyesi olan Stephen McGlinchey, “Bush’un neokonservatif dış politika paketinin temel dayanağı olan devrimci demokratikleşme, İsrail’in güvenliği ile karmaşık biçimde bağlantılıdır” şeklinde değerlendirmiştir. Bu Yahudi üstünlükçü çerçeveye göre, ilkesel bir anti-Siyonist duruş benimseyen herhangi bir ülke, Yahudi-Amerikan çıkarlarına tehdit olarak görülür.
Birçok Yahudi hareketinde olduğu gibi, neokonservatizm de gündemini uygulamak için itaatkâr gayrimüslimlere dayanır. Hâlihazırda Dışişleri Bakanı olan Marco Rubio, uzun süredir müdahaleci bir politikacı olarak, Latin Amerika’yı Amerika Birleşik Devletleri’nin işlevsiz imajına göre yeniden şekillendirmeyi hedefleyen Maduro karşıtı kampanyanın öncülüğünü yapmaktadır. Rejim değişikliği yanlısı olan Rubio, María Corina Machado gibi Venezuela muhalefet figürleriyle yakın ilişkilerini sürdürerek daha sert yaptırımlar ve daha fazla diplomatik izolasyon için baskı yapmaktadır.
Venezuela’nın, dünya Yahudiliğinin başlıca düşmanı olarak görülen İran ile yakınlığı, Rubio ve Yahudi hamilerini Caracas’a karşı cezalandırıcı önlemler almaya daha da teşvik etmektedir. Bu konsensüsten sapma gösteren herhangi bir ülke, rejim değişikliği için yeni bir hedef hâline gelir.
ABD–Venezuela ilişkilerindeki bozulma, yarımküre hegemonyası, enerji jeopolitiği ve Yahudi endişelerinin karmaşık bir kesişimini temsil etmektedir. Petrol rezervleri ve büyük güçler arasındaki rekabet, Amerikan düşmanlığının bariz gerekçelerini sunarken, İsrail faktörü politika analizlerinde sürekli olarak hafife alınan kritik bir boyut eklemektedir.
Güney Amerika’nın en güvenilir anti-Siyonist ülkesi olarak öne çıkan, İran ile ittifak kuran ve Hizbullah’ın varlığına göz yuman Venezuela, Washington’daki Yahudi politika yapıcıların öfkesini üzerine çekmiştir. Bu isimler, İsrail’e yönelik her türlü meydan okumayı, Siyonist hedefleri savunmak amacıyla Amerikan gücünü genişletmek için bir bahane olarak görmektedir.
Tüm bu dinamikler bir araya geldiğinde, Venezuela’nın meydan okumasının Washington’da yalnızca bir yarımküre meselesi olarak değil; İsrail’in güvenliği ve Siyonist etkinin küresel erişimiyle bağlantılı daha büyük bir ideolojik mücadelenin parçası olarak algılandığı ortaya çıkmaktadır. Yahudi çıkarları dış politikayı en üst düzeyde şekillendirirken, Amerika’nın kendi gerçek çıkarlarının peşinden gitmesi imkânsız hâle gelmektedir.
Kaynak: https://www.theoccidentalobserver.net/2025/09/22/the-untold-jewish-role-in-venezuelas-crisis/