Ukrayna savaşının sona ermesi, üç temel soruna çözüm bulunmasını gerektirecektir: toprak takasları, güvenlik garantileri ve nükleer caydırıcılık.
15–18 Ağustos hafta sonunda Washington, DC’de gerçekleşen diplomatik zirve, devlet başkanları ve yardımcılarının Ukrayna’da bir ateşkes ya da barış anlaşması olasılığını değerlendirmek üzere Oval Ofis’e akın etmesiyle sıra dışı bir manzara oluşturdu. Zirvenin başlangıcını, 15 Ağustos’ta ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında yapılan ikili görüşme oluşturdu.
Ertesi Pazartesi günü, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodymyr Zelensky, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ve diğer önde gelen isimlerle birlikte çok sayıda Avrupa devlet başkanının bir araya geldiği bir toplantıya sahne oldu. Tarihsel açıdan bakıldığında, uluslararası çatışmaların çözümünde bir yöntem olarak zirve diplomasisine başvurulması bir nebze sıra dışıydı. Genellikle, savaşların ya da diğer anlaşmazlıkların sona erdirilmesine ilişkin müzakereler, çatışmaya taraf olan çeşitli ülkelerin konu uzmanları ve arabulucular arasında yapılan görüşmelerle başlar; bu görüşmeler, hükümet veya devlet başkanlarının imzalayacağı barışçıl bir çözümün önünü açar.
Bu kez süreç tersine işledi: Etkin konumdaki liderler Trump ve Putin, Alaska’da yaklaşık üç saat süren bire bir bir görüşme gerçekleştirdi; bunu birkaç gün sonra Washington’da düzenlenen çok taraflı bir buluşma izledi. Başka bir deyişle, bu kez aşağıdan yukarıya bir prosedür yerine yukarıdan aşağıya bir girişim uygulandı. Oysa normalde, cumhurbaşkanları ve diğer devlet başkanları, kendi ekipleri ve bürokratik uzmanları tarafından titizlikle hazırlanmış ve uygulamada test edilmiş planları onaylamak üzere, sembolik bir “altın tokalaşma” eşliğinde bir araya gelirlerdi.
Ukrayna konusunda çok taraflı diplomasiye yönelik bu yukarıdan aşağıya yaklaşımın savunulmasının gerekçesi, yalnızca Başkan Trump’ın Ukrayna, Rusya, NATO ve Avrupa’daki siyasi liderleri koltuklarından kaldırıp onları ateşkes ve daha sonra bir barış anlaşması için ciddi müzakerelere oturtacak etkiye ve inisiyatife sahip olmasıydı. Ve bu adil bir argümandı — süreç ve nihai sonuç ne olursa olsun, Trump’ın Ukrayna’da süregiden katliama karşı içgüdüsel tiksintisi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki en kötü savaşı sona erdirme arzusu, hem hükümetler hem de kamuoyları tarafından desteklenebilir.
Ancak acı gerçek şu ki, savaş başlatmak onu durdurmaktan daha kolaydır. Savaş ne kadar uzun sürerse ve savaşın insanlara ve onların değerlerine maliyeti ne kadar artarsa, liderler ve halklar barışa razı olmaya o kadar dirençli hâle gelebilir. Tarih, insani erdemler ve hatta sağlam askerî uygulamalar açısından değerlendirildiğinde, siyasi ve askerî liderlerin başlangıçta beklediklerinden çok daha uzun süren ve daha büyük felaketlere yol açan savaşlarla doludur.
İleriye dönük olarak, Ukrayna’daki barış çabalarına yönelik zorluklar iki kategoriye ayrılabilir: Ukrayna ile Rusya arasında olası “toprak takasları” ile ilgili olanlar ve NATO tarafından —ister ittifak olarak ister bu kapasiteye sahip bireysel üye devletler aracılığıyla— sağlanacak güvenlik garantileriyle ilgili olanlar.
İlk kategori olan toprak takaslarına gelince, Rusya’nın Donetsk’in hâlihazırda Ukrayna kuvvetleri tarafından kontrol edilen bölümleri dâhil olmak üzere Donbas bölgesi üzerinde tam denetim talep ettiği yönünde ciddi söylemler bulunmaktadır. Ukrayna’nın, Donetsk’in tamamını Rusya’nın savaş sonrası kontrolüne devretmeye razı olması karşılığında, Rusya’nın neyi “takas” edeceği ise tamamen net değildi. Askerî birliklerin hareket mekanizmaları her iki taraf için de karmaşık olacaktır ve Ukrayna’nın doğusunda yeni bir kontrol hattı, bunu denetlemek amacıyla çok uluslu bir barış gücü gerektirebilir.
Bu önceki nokta, ele alınması gereken ikinci konuya, yani savaş sonrası Ukrayna için güvenlik garantilerine götürmektedir. Bu bağlamda, NATO hükümetleri içinde ve arasında süren tartışma, bu güvenlik garantilerinin ne ölçüde kapsamlı ve bağlayıcı olması gerektiği üzerinedir. NATO’nun 5. maddesi, ittifaka üye tüm devletleri, dış bir tarafın askerî saldırısına maruz kalan herhangi bir üye devleti desteklemekle yükümlü kılar. NATO ülkeleri arasındaki askerî kapasite farkları göz önüne alındığında, Rusya’ya karşı askerî güç kullanımı ya da bu yöndeki bir tehdit, esas olarak görece daha büyük askerî bütçelere ve silahlı kuvvetlere sahip ülkelerin omuzlarına binecektir. Açıkçası, buna Amerika Birleşik Devletleri de dahildir.
Bu nedenle, savaş sonrası Ukrayna için bir güvenlik garantisi, başta Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Fransa olmak üzere bazı ülkelerin Ukrayna’ya askerî güçler ve destekleyici altyapı konuşlandırma taahhüdünü içerecektir. Bu konuşlandırmanın Amerikan “kara birlikleri”ni içerip içermeyeceği, anlaşılabilir nedenlerden ötürü hassas bir konudur. Yine de açık bir gerçek vardır ki, Ukrayna içinde ve dışında ABD’nin askerî desteği olmadan, savaş sonrası herhangi bir güvenlik gücünün caydırıcılığı inandırıcılıktan yoksun kalacaktır. Kabaca ifade etmek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri hâlihazırda Avrupa’da yaklaşık 84.000 asker konuşlandırmış durumdadır.
Dolayısıyla, bir Amerikan Ordu tugayının veya benzeri bir birliğin, diğer NATO güçleriyle birlikte Ukrayna’da ya da yakın çevresinde konuşlandırılması olasılık dâhilindedir. Amerika Birleşik Devletleri, Ukrayna topraklarına yönelik yeni saldırıları caydırmak için gereken hava gücünün önemli bir kısmını; ayrıca hava savunma sistemlerini, mühimmatı, uzun menzilli füzeleri ve komuta, kontrol, iletişim ile istihbarat desteğine yönelik donanımı kesinlikle sağlayacaktır. Başka bir deyişle, savaş durumunda çok uluslu kuvvetler arasında uyarı, saldırı değerlendirmesi ve müdahale koordinasyonunu kapsayan, uzay ve kara tabanlı hayati sistemler devreye girecektir.
Güvenlik garantisi meselesinin bir diğer yönü de, nükleer silahların önemi ve nükleer caydırıcılığın, hem Ukrayna ile Rusya arasındaki hem de Rusya ile NATO arasındaki ilişkilerde oynadığı roldür. Rusya’nın stratejik olmayan ya da operasyonel-taktik düzeydeki nükleer silahlarının sayısı, Avrupa’da konuşlanmış ve muhtemelen NATO’nun kullanımına açık olan Amerikan nükleer silahlarının sayısını aşmaktadır. Putin ya da onun vekilleri, Rusya Federasyonu ve rejimi için yüksek tehdit oluşturan durumlarda Rusya’nın nükleer silahları ilk kullanan taraf olma olasılığına birçok kez atıfta bulunmuştur.
Yeni START silah kontrol rejimi kapsamında, Rusya, konuşlandırılmış stratejik nükleer silahlar ve fırlatıcılar bakımından Amerika Birleşik Devletleri ile temel bir eşitlik içerisindedir. Birleşik Krallık ve Fransa da kendi ulusal nükleer kuvvetlerini balistik füze denizaltılarında —ve Fransa özelinde hem karada hem de denizde konuşlanmış uçaklarda— konuşlandırmaktadır.
Ukrayna için kalıcı bir barış anlaşması, Rusya’nın gelecekte Ukrayna’ya karşı ve ayrıca Ukrayna’ya verdiği desteği zayıflatmak amacıyla NATO’ya karşı nükleer baskı uygulama ihtimaline de çözüm getirmelidir. Bu amaç doğrultusunda, Rusya’nın, Ukrayna’ya komşu herhangi bir devletin (örneğin Belarus’un) topraklarında nükleer silah konuşlandırmasına izin verilmemelidir.
Buna ek olarak, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (INF) Antlaşması’nın ortadan kalkması yeniden ele alınmalı ve Avrupa operasyon sahasında (ancak diğer bölgelerde değil) eski INF rejimine benzer bir düzene geri dönüş, Rusya ile NATO arasında tartışmaya açılmalıdır. INF, işbirliği yapan devletlerin kara tabanlı orta menzilli veya daha kısa menzilli füzeler konuşlandırmasını yasaklamış ve bu sayede füze yayılımını önemli ölçüde kısıtlayarak askerî gerilimin tırmanmasını önleyen kritik bir unsur işlevi görmüştür.
Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, Ukrayna’nın nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge olduğunu ve hiçbir koşulda Ukrayna’nın nükleer silahlı bir devlet hâline gelmemesi gerektiğini ilan etmelidir. Buna karşılık, Rusya Ukrayna’ya karşı nükleer şantaj yapmaktan vazgeçmeli ve NATO’nun Ukrayna’yı bir üye devlet olarak değil, stratejik bir ortak olarak içeren bir nükleer caydırıcı kalkanının bulunduğu hatırlatılmalıdır.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş için uygulanabilir bir barış anlaşmasının mümkün hâle gelebilmesi için, devlet başkanları ve onların askerî danışmanları tarafından çok sayıda endişe ele alınmalıdır. Başkan John F. Kennedy bir keresinde şöyle demişti: “Asla korkudan müzakere etmemeliyiz, ama müzakere etmekten de asla korkmamalıyız.” Bu uyarı o zaman da geçerliydi, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
NATO’nun desteğindeki Ukrayna ile Rusya’nın, Avrupa için varoluşsal bir tehdit oluşturmadan ordularını bu kıyma makinesine sokmaya devam edebilecekleri varsayımı, saçma bir iyimserliktir. “Evet”e ulaşmak; yoğun, yorucu bir diplomasi ve tüm tarafların, akşam haberlerinde iyi karşılanmayabilecek tartışmalı tavizlere açık olmasını gerektirecektir. Tehlike altında olmayanların, kenarda oturup iyi niyetli müzakerecilere “uzlaşmacılık” ya da “vatana ihanet” diye bağırması kolaydır.
Kaynak: https://nationalinterest.org/feature/what-a-ukraine-endgame-might-look-like