Türkiye’de Sol Akımlar Ve Sosyalizm/ Ahmet Özcan-Bakış’92 Yıllığı

Ocak 24, 2025
image_print

TÜRKİYEDE SOL AKIMLAR VE SOSYALİZM

Ahmet ÖZCAN-Bakış 1992 Yıllığı

 

Türkiye’de son dönem siyasi hayatına damgasını vuran akımlardan biri olan sosyalizmin, 1992’de çekilmiş fotoğrafını tek kelimeyle anlatmak gerekseydi, herhalde “trajedi” en uygunu olurdu. 1960’lı yıllarda 27 Mayıs harekâtının sağladığı olanaklarla güçlenen ve uluslararası zemindeki ideolojik yükselişe paralel olarak Türkiye’de de hissedilir bir etkiye ulaşan sosyalist akımların bugün geldiği noktayı “trajedi” ile ifade etmek için pek çok sebep sıralanabilir.

Radikal siyasetlere, özellikle de radikal sola mesafeli duran insanlar için uzaktan ve kabaca görülen sebep, SSCB ve Doğu Bloku sosyalizmlerinin çöküşü ve/veya 12 Eylül darbesinin fiziksel tasfiyesi olarak gösterilebilir. Ancak radikal sol siyasete ve sosyalist örgütlere daha yakından bakan bir göz, bu iki sebebin de solun trajedisinde rol oynayan dış ve tali faktörler olduğunu; asıl faktörlerin ise daha farklı noktalarda aranması gerektiğini rahatlıkla fark edecektir.

12 Eylül 1980 tarihi, eğer Türkiye tarihi içerisinde bir milat keskinliğinde değişimlere yol açtıysa ve 1991’de SSCB’nin kendini dağıtma ve Komünist Partisi’ni feshetme kararı dünya tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil ediyorsa, dünyanın Türkiye’sinde, kendi amaç varlığını sürdüren sol siyasetin bu farklılık ve değişimlerden etkilenmemesi elbette mümkün değildir. Ancak bu iki olguyu, trajediyi doğuran bir sebep olarak ele almak, olayları yalnızca dış faktörlerle açıklamaya alışmış Türkiye insanı için kolaycı bir yaklaşım olabilir. Oysa solun trajedisinin asıl boyutları ve sebepleri dış faktörlerden çok, solun bizzat kendi içinde, Türkiye toplumundaki 30 yıllık tarihinde ve düzenle ilişkilerinde aranmalıdır.

Türkiye Sosyalist Hareketinin temel zaafları

Türkiye’de bir fikir akımı olarak 1908’lerden beri varlığını sürdüren sosyalizmin, özellikle 60’lı yıllardan sonra gelişen ve 80’li yıllara taşınan ideolojik ve siyasi karakteri incelendiğinde, birtakım yapısal zafiyetler tespit edilebilir. Her şeyden önce, Batı kültürü ve düşünsel paradigmasının farklı bir versiyonu olan Marksizmin, dünyayı değiştirme retoriğini temellendirdiği Batı toplumlarının tarihsel süreci ile dünyanın geri kalan bölgelerinin, dolayısıyla Türkiye coğrafyasının tarihsel süreci arasındaki belirgin farklılık, sosyalizmin Türkiye pratiğindeki en önemli zafiyet zeminini oluşturur. Bu zemin üzerinde gelişen sosyalist hareketin, batılılaşmayı temel bir hedef olarak belirlemiş olan mevcut düzenle aynı ideolojik kulvara düşmesi, kaçınılmaz bir şekilde düzenle karmaşık bağlar kurmasına yol açmıştır.

Özellikle 1960’lı yıllardaki yükseliş döneminde, sosyalizm ile Kemalizm ve sosyalist gruplar ile Kemalist zinde güçler arasındaki ittifak politikaları, bu iş birliğinin ideolojik düzeyde Kemalizm’in temel tezleriyle örtüşmeye dönüşmesini sağladı. Bu durum, sosyalist hareketin 30 yıllık tarihine damga vuracak olan ideolojik-politik karakterini önemli ölçüde belirlemiştir.

Bu karakterin, 60’lı yıllarda düzenin ekonomik arayışlarında devletçilik-liberalizm arasında devletçiliği, laiklik-muhafazakârlık ayrımında laikliği, geleneksellik ve modernizm arasında modernizmi tercih eden sosyalist akımların, egemen sınıfların uzun vadeli hedefleriyle yer yer örtüşen kimlikler oluşturması ile şekillendiği ileri sürülebilir. Özellikle solun mayalanma dönemi olan 60’lı yıllarda, sosyalist jargonun ilericilik, devletçilik ve kalkınma retoriklerinin arkasında, Kemalist toplum projesiyle kurulan özdeşlik yer alıyordu. Bu özdeşliklerin bir takım somut ilişkilerle iş birliğine dönüşmesi ve sol-Kemalist bir devrim tasavvurunun uzun süre ciddi olarak birçok kişi tarafından desteklenmesi bilinmektedir.

Solun mayalanma döneminde karakterini belirleyen Kemalist bakış açısı ve düzenin Kemalist yönüyle kurulan bağlar, aynı zamanda solu tüketen bir dinamik haline gelmiş ve bu gerçek 1980’li yıllara denk düşmüştür.

Kemalizmin eskiyip egemen sınıfların işine yaramaz hale gelmesi, daha doğrusu ideolojik özünün büyük ölçüde tasfiye edilmesiyle şekillenen 1980’li yıllar, sosyalizmin 12 Eylül gibi önemli bir dış faktörün belirleyiciliğine girdiği dönem oldu. Ancak 12 Eylül 1980 tarihine kadar sosyalist solun kitlelere önerdiği ve gerçekleşmesi için çaba harcadığı temel projelerin, Kemalist projelerle olan özdeşliği halen devam etmekteydi. 1970’li yılların temel özelliği olan sağ-sol çatışması sürecinde öne çıkmayan teorik yönelim, 12 Eylül sonrası durgunluk döneminde açık bir şekilde görünür hale geldi.

Sosyalist grup ve çevreler, 12 Eylül’ün karanlık atmosferinde fiziksel ve örgütsel tasfiyeyi yaşarken, aynı zamanda Kemalizmin ve dolayısıyla düzenin egemenlerinin ilk defa ciddi olarak sorgulanması sürecini başlattılar. Ülkücü hareket mensuplarının, manevi ve pratik bağlarla özdeş oldukları devleti yeniden sorgulaması gibi, sol grup ve çevreler de ideolojik bağlarla özdeş oldukları Kemalizmi mercek altına alma sürecine girdiler. Ancak solun Kemalizmi sorgulamaya başlamasındaki asıl etken, yalnızca Kürtçü ulusal hareketin yükselişi oldu. Sol, Kemalizmin yalnızca ezen ulus milliyetçiliğini içeren yüzünü sorgulamakla kendini sınırladı.

Sosyalist akımların, 1980’li yıllara kadar süren Kemalizmle özdeşlik sorunu, laiklik, modernizm ve jakobenizm konularında içsel bir özellik olarak hiç gündeme getirilmedi. Oysa sosyalizmin Türkiye toplumuna yabancı olduğu ve varlığıyla toplumun kendine yabancılaşmasına hizmet ettiği asıl noktalar, Kemalizmle aynı kulvarı paylaştığı bu üç meselede odaklanıyordu. Ne var ki sosyalist ideolojinin Batılı bir niteliğe sahip olması ve temel tezlerinin ancak Batılılaşmış bir toplum için geçerli olması nedeniyle, sol hiçbir zaman bu konuları derinlemesine ele alma noktasına gelemeyecekti.

Sosyalist hareket, Türkiye pratiğinde Kemalist ideolojinin temel tezleri olan ulus-devlet milliyetçiliği, laiklik ve modernizmi; bu tezleri topluma zorla kabul ettirme anlamında (jakoben) tepeden inmeci politik bir tutumu karakter haline getirmiştir. Sosyalist hareketin bütün ideolojik ve politik varlığı, bu tezlerin belirlediği bir toplum projesini gerçekleştirmeye odaklanmıştır.

Bu bağlamda, toplumun sosyalist bir iktidar eliyle Batılılaştırılması ile Kemalist kadrolar eliyle Batılılaştırılması arasında temel noktalarda hiçbir fark bulunmamaktadır. Nitekim Kemalist Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan bugüne kadar hiçbir solcunun Kemalizmitemelden eleştirdiği, laikliği sorguladığı veya modernizme itiraz ettiği görülmemiştir.

Ulus-devlet olgusu ise, Kürtçü hareketin gelişimine paralel olarak tartışılmaya başlanmış ve PKK etkisindeki bazı örgüt ve çevrelerce yalnızca bu nokta ekseninde Kemalizm eleştirisi gündeme getirilmiştir. Ulus-devlet ve Kürt sorunu bağlamında, TİKKO kurucusu İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizme yönelttiği bazı eleştiriler ise büyük ölçüde Dersim’in acıları üzerine kurulmuş duygusal yargıların ötesine geçememiştir.

Solun Kemalizmle olan bu ideolojik-politik akrabalığı, gerçek halkın büyük bir kesimini daha baştan karşısına almak zorunda bırakmıştır. Ayrıca, Kemalist pratikten devralınan bazı siyaset biçimlerini benimsemesi de önemli zaaf noktaları oluşturmuştur. Halkın İslami duyarlılığı ve geleneksel değerleri karşısında, Kemalist düzenin tavrını takınan bir hareketin hem ulaşabileceği kitle tabanı hem de toplumu yönlendirebileceği doğrultu doğal olarak Kemalizmin doğrultusu olmuştur. Türkiye solu, 30 yıllık pratiği sonucunda, etkileyebildiği kitlesini laik-modernist-ulusçu ve Batılı yaşam tarzını benimsemiş bir kimliğe dönüştürmenin ötesinde bir anlam ifade edememiştir.

Sosyalist hareketin trajik akıbetini hazırlayan önemli içsel sebeplerden biri olan bu durum, 1980’li ve 1990’lı yılların Türkiye’sinde, gerek Kemalizmin iflası gerekse halkın İslami duyarlılığının artması sonucunda, solu bir cazibe merkezi olmaktan çıkarmıştır. Kemalist projenin genel çerçevesini aşacak hiçbir siyasi ve sosyal projeye sahip olmayan sol hareketin, kitlelere sunabileceği, insanları cezbedecek ciddi bir önerisi ve programı bulunmadığı için geriye yalnızca iki seçenek kalmıştır: ya Ortodoks Marksizmin temel tezlerini anlamsızca tekrar etmek ya da Avrupa solunda olduğu gibi kapitalizmle uzlaşma niteliği taşıyan birtakım “yeni” sol düşünceleri yeniden üreterek savunmak. Bu iki seçeneğin dışında kalanlar ise ya PKK’nın peşine takılarak Kürt milliyetçiliği yapmayı ya da SHP içinde menfaat ve geçim devrimciliğiyle uğraşmayı tercih etmiştir.

Sosyalist solun bir diğer içsel zafiyet noktası olarak pratik siyaset yöntemleri öne çıkmaktadır. Marksizmin her tür yorumunun özünde yatan “dünyayı tarihsel determinizmin yasaları doğrultusunda değiştirme” retoriğini, Kemalist jakobenizmle yani halkı zorla değiştirme yöntemleriyle pratiğe döken sol akımların gerek örgütlenme ve çalışma tarzı, gerekse devrimciliğin seçilen araçları konusunda kendini tüketecek bir kulvarda bulunduğu söylenebilir. Bir yanda uluslararası ve Türkiye gerçekleri ekseninde bin bir parçaya bölünmüşlük; öte yanda illegalite, silahlı mücadele, tahakküm ve dikte etmeye dayalı propaganda gibi pratik siyaset yapma tarzının, sola kaybettirdikleri kazandırdıklarından çok daha fazla olmuştur.

Belirli bir düşünceyle katı ve dogmatik kavrayışın ürünü olarak şekillenen farklı sosyalizm anlayışları ve bu anlayışları “tek yol” olarak mistifike ederek dayatmanın bir sonucu olarak, sol hareket yüze yakın örgüt ve çevreye bölünmüştür. Bu durum, bir yandan sol içi şiddete kadar uzanan enerji tüketimine, öte yandan sosyalist ideolojinin genel toplumsal etkinliğinin küçük parçalara bölünerek etkisiz hale gelmesine yol açmıştır. 1970’li yıllar boyunca ülkücü hareketle süren can kavgası sırasında dahi solun bölünmesi devam etmiş ve 12 Eylül geldiğinde soldaki fraksiyonlaşma neredeyse kemikleşmiş bir noktaya ulaşmıştır. Hiçbir fraksiyonun tek başına sosyalist hareketin temsilcisi ve belirleyicisi konumuna gelememesi ve her fraksiyonun “az olsun benim olsun” anlayışıyla benmerkezci bir tutum sergilemesi sonucunda, sol hareket geniş kitlelerden uzak, kendi kendine yayın yapan ve gürültücü bir kalabalık görüntüsüne bürünmüştür.

Devrimi gerçekleştirme aracı olarak benimsenen şiddet, 1970’li yıllarda ülkücü harekete karşı, 1980’li yıllarda ise polise karşı, yani son tahlilde hâkim sınıfların bizatihi kendisine yönelmeyen bir tarzda kullanılmıştır. Bu durum, solun marjinalleşmesini ve fanatikleşmesini sağlayan bir etken olmuştur. Şiddetin, 1971’deki THKP/C ve THKO hareketlerinden itibaren temel bir mücadele yöntemi olarak benimsenmesi, devrimciliğin ölçütü olarak ele alınması ve zamanla rakip sol gruplara karşı bile kullanılır hale gelmesi, solun huysuz, hırçın ve marjinal karakterine dayanmaktadır. En kestirme yoldan devrim yapmaya çalışmak, beğenilmeyen her şeye karşı şiddete başvurmak ve bunu düzen dışındaki herkese karşı yapmak, ne savaş ne de devrim teorileriyle, hele ki Türkiye’ye özgü doğru pratiklerle açıklanabilir. Bu tutum, en hafif ifadeyle, solun jakoben karakterinin ve ideolojik açmazlarının bir sonucudur.

Nitekim 1980’li yıllarda, Dev-Sol dışındaki hemen tüm örgütler silahlı mücadele teorilerini ya gözden geçirme ya da ileri bir tarihe erteleme ihtiyacı hissetmiştir.

Örgütlenme ve çalışma tarzı konusunda, sol siyasetin tükenişini hazırlayan temel zaaf noktaları “illegalite hastalığı” ve “dayatmacı propaganda” olarak tanımlanabilir.

Büyük ölçüde Sovyet devrimini izleme mantığının bir ürünü olarak, sosyalist grupların tamamı temel örgütlenme biçimini illegalite tarzında kavramıştı. Düzenin baskıları karşısında, doğal bir savunma ve korunma aracı olması gereken illegalite, Türkiye’deki sol hareketlerin elinde bir yeraltı dünyası kurma ve “komitacılık” oynama aracına dönüştü. Bir araya gelen her üç-beş solcunun önce “parti” adı alıp daha sonra da merkez komite, plenum, seksiyon, komite, birim, kod adı, randevu, sorumlu, hücre gibi kavramlarla tanımlanan kapalı ve dar bir dünyada dünyayı değiştirme mücadelesine giriştiği bu Türkiye’ye özgü illegalite sendromu, sola düzen tarafından yüzlerce darbe indirilmesini engelleyemedi. Ancak halkta, illegal çalışmalara karşı derin bir korku ve tedirginlik oluşturma noktasında ciddi katkıları oldu.

Propaganda konusunda ise “tek yol” söylemiyle başlayan ve “ezeceğiz, yok edeceğiz, kahrolsun, yaşasın” temalarında yoğunlaşan, oldukça itici bir telkin yöntemi benimsendi. Bu tür propaganda yöntemlerinin sol siyaset tarzıyla özdeşleşmiş olması, geniş kitlelerin sol akımlardan uzak durmasında önemli bir rol oynadı.

İdeolojik düzeyde Kemalizm’le olan özdeşlikler, fraksiyonlaşma, illegalite sendromu, silahlı mücadele ve propaganda konularındaki içsel zafiyetler, Türkiye’deki sosyalist akımların adeta “mezar kazıcısı” işlevini gördü. 12 Eylül’ün yaptığı fiziksel tasfiye ve SSCB’nin yıkılışıyla gelen moral çöküntüsü ise, solun mezara itilmesi rolünü oynadı.

Sol, 1980’e kadar kendi mezarını kazmıştı ve 1980’li yılları, yarı ölü bir hastanın yaşama çabası ve ayağa kalkma girişimleriyle geçirdi. 12 Eylül darbesinin azgın terörü ise, zaten çürüme belirtileri gösteren sol üzerinde yıkıcı bir rol oynadı.

Sosyalist akımın yükseliş evresine denk düşen 12 Mart darbesinin sola yönelik operasyonları, “sakal traşı” etkisi yaratmış ve 1970’li yıllarda solun daha da güçlenmesini engelleyememişti. Ancak 1970’li yılların sonlarına doğru inişe geçen bir harekete vurulan sert darbeler, sol üzerinde ciddi bir sarsıntı ve çöküntü etkisi yarattı. 1980-1990 yılları arasında Türkiye solu, toparlanmak, yaralarını sarmak ve kaldığı yere dönebilmek için mücadele etti. Bir yandan yenilgi yıllarının doğal sonuçları olan mücadeleyi terk etme, kaçma ve düzenle uzlaşmacı teorilere yönelme eğilimleriyle boğuşurken, diğer yandan cezaevlerinde ve sokaklarda düzenin baskı ve terörüne maruz kalıyordu. Sonuçta üniversitelerde küçük çaplı ve marjinal bir varlık göstermek ile kendiliğinden gelişen işçi eylemlerinin arkasına takılmak dışında ciddi bir toparlanma sağlanamadı.

1987-1990 yılları arasında PKK’nin yükselişiyle birlikte Kürt sorunu, sol için yeni bir dinamik ve motivasyon unsuru olarak gündeme geldi. Kürt sorunu ekseninde, sol yeni bir genel bölünme ve saflaşmanın eşiğine kadar geldi.

1980-1986 yılları boyunca sol yayınların gündemi, devrimcilik ve reformculuk tartışmaları ile doluydu. Bu dönemde hâlâ devrimci olmak, önemli bir prestij noktası olarak kabul ediliyordu. Birikim dergisi çevresinin gündeme soktuğu “sivil toplum” tartışmaları, tüm radikal grupların demokrasi, legalite, örgüt, çalışma tarzı, halk, devrim gibi birçok meseleyi yeniden tartışmaya açmasına vesile oldu. Sonuç olarak, birçok sol grup ya eski çizgileri doğrultusunda devam etmeye ya da yeni arayışlarını sürdürmeye karar verdi. Bu tartışmalar, sol saflarda önemli etkiler bıraktı.

1967-1990 yılları arasında Devrimci Yol’un bir kanadı, Kurtuluş, TKEP, TSİP, TKP ve TİP’inbazı unsurları, Birikim çevresi, bir grup aydın ve Doğu Perinçek’in liderlik ettiği grup, ortak ve birleşik bir sol parti arayışına yönelik bir süreç başlattı. Ancak sonuçta Perinçek grubu kendi partisini kurarken, eski TKP-TİP çevreleri SBP’yi (Sosyalist Birlik Partisi) kurarak birleşik parti arayışını sonlandırdı.

1990’lı yıllara girildiğinde, hemen hemen tüm sol örgüt ve çevrelerin gündemini PKK ve Kürt sorunu belirler hale geldi. Bu dönemde sol, PKK’ya tavır alma ve Kürt sorununun çözümü ekseninde yeni bir saflaşmaya evrildi. Bu saflaşmada, Devrimci Yol, Kurtuluş ve TSİP’in bazı kanatları, MLSBP, Acilciler ve TİKB örgütleri ile bazı bağımsız çevreler ve aydınlar, PKK’nın yörüngesini benimseyerek HEP’e (Halkın Emek Partisi) destek vermeye başladılar. Dev-Sol, TKP/ML-TİKKO, TDKP ve TKEP gibi örgütler ise eski çizgilerini sürdürmeye devam etti. SP (İşçi Partisi), önce PKK’ya yanaşma çizgisi izledi, ardından çark ederek eleştirel bir tutum aldı. SBP ve Birikim çevresi ise ağırlıklı olarak PKK karşıtı bir tavra yöneldi.

1980’li yıllar boyunca yükseliş grafiği çizen İslami canlanma, solun bir başka önemli gündem maddesini oluşturuyordu. Birçok sol grup, İslam’a karşı tavır konusunda oldukça sıkıntılı tartışmalara yöneldi. Bir yanda klasik Marksist materyalizmin, diğer yanda ise anti-emperyalist bir profil çizen radikal İslamcılığın arasında kalan solcular, net bir sonuca ulaşmakta zorlandılar. Bu durum, Turan Dursun’un İslam eleştirileri ve Hizbullah-PKK çatışması gibi iki önemli faktörün etkisiyle daha karmaşık hale geldi.

1920’lerden itibaren mayalanmış, 1960’larda şekillenmiş olan bir dizi içsel zafiyet, 1980’deki fiziki tasfiyelerle yenilgiye ve 1990’lardaki evrensel gerileme ve çöküşle demoralizasyonauygun bir zemin oluşturmuştu. 1992 boyunca hemen hemen tüm örgüt ve çevreler, kendi çaplarında ve öznel durumlarına göre bu bozgunun sonuçlarını yaşadılar. PKK’nin etkisi ve Dev-Sol’un dinamizmi, Türkiye solunu medya ve polis nezdinde zaman zaman ilgi odağı haline getirdi. Ancak bu ilgi, genellikle solun toplumsal tasfiyesinin işaretleri olan cezaevi, işkence, dernek kapatma gibi sorunlar ekseninde veya cenaze törenlerindeki çaresiz öfke sahnelerinde odaklanıyordu.

Toplumda ciddi bir alternatif olarak yükselen İslami uyanış, solu ideolojik bir acizliğe sürükledi. Kemalizm’in ve solu el altından koruyup gözeten sol-Kemalist asker-sivil aydın zümresinin etkisizleşmesi, ayrıca sola asıl kadro potansiyelini sağlayan Doğu ve Güneydoğu’nun Kürt milliyetçiliğinin ipoteğine girmesi, bu bozgunun tarihsel bir yok oluş süreciyle tamamlanmasını başlattı.

1993, sol için yeni bir başlangıç özelliği taşıyabilir. Ancak bu tarihsel yok oluşun başlangıcını, önümüzdeki yıllar, örgütsel yapısını korumayı başaran TİKKO, Dev-Sol, TİKB ve TKP/ML Hareketi gibi gruplar özelinde daha hırçın eylemler ve daha azgın devlet terörünün bir yarışı olarak geçirebilir. Bu yarış, ancak solun ölüme gönderebileceği insan kaynaklarının tükenişine kadar sürebilir ve sosyalizm adına ciddi bir anlam ifade etmez.

Devrimci Yol, Kurtuluş ve Birikim gibi çevre ve örgütler ise SHP’lileşme ve yeni sosyalizm arayışlarıyla belli kesimleri bir müddet daha oyalamayı başardı. Turan Dursun, solculara İslam’ı(!) da öğreterek materyalist kalmaları gerektiğini hatırlattı. Hizbullah ise İslamcıların aslında anti-emperyalist olmadıklarını, 1960’lardaki gibi düzenin safında ve anti-komünist bir karakterde olduklarını hatırlattı(!). Bu gelişmelerin bu şekilde kavranması sonucunda, solun büyük bir kesimi İslamcılarla diyalog veya İslam’ı yeniden tanımlama arayışlarına son verdi.

Ve ideolojik olarak biraz daha yumuşatılmış bir materyalizm, politik olarak daha süpheli bir bakış açısı İslam’a karşı tavrı belirlemeye başladı.

Silahlı Mücadele konusunda ise ısrar ve inadını sürdüren tek örgüt olarak hemen hemen Dev-Sol kalmıştı.

PKK yörüngesine giren örgütler daha çok toparlanma uğraşı içerisinde idiler. TDKP ve TKEP gibi örgütler mümkün olduğu kadar darbe yememeye çalışıyor ve isçi sınıfı içerisinde çalışma gibi daha uzun vadeli politikalar belirtiyorlardı. TiKKO ise 80li yıllar boyunca uç bölünme yaşadı ve daha çok kendi iç sorunlarıyla uğraştı. 90 yılların başından itibaren de silahlı mücadeleye devam etme noktasına geldi. Dev-yol ve Kurtuluş örgütsel tasfiye ve dağınıklık yaşamaya devam ediyordu. Teorik olarak ta silahlı mücadele çizgisinden uzaklaşma özelliği gösteriyorlardı.

1993 Sol İçin Neler Getirebilir?

1970’li yılların sonlarına doğru teorik ve pratik düzeyde yorulma belirtileri gösteren radikal solun, 1920’lerde mayalanmış ve 1960’larda şekillenmiş bazı içsel zafiyetleri, 1980’deki fiziki tasfiye ile yenilgiye, 1990’lardaki evrensel gerileme ve çöküşle ise demoralizasyonazemin hazırlamıştı. 1992 yılı boyunca hemen hemen tüm örgütler ve çevreler, kendi çaplarında ve öznel durumlarına bağlı olarak bu bozgunun sonuçlarını yaşadılar. PKK’nin etkisi ve Dev-Sol’un dinamizmi, Türkiye solunu medya ve polis nezdinde zaman zaman ilgi odağı haline getirdi. Ancak bu ilgi genellikle solun toplumsal tasfiyesi anlamında cezaevi, işkence, dernek kapatma gibi sorunlar ekseninde ya da cenaze törenlerindeki çaresiz öfke sahnelerinde gündeme geldi.

Toplumda ciddi bir alternatif olarak yükselen İslami uyanış, solu ideolojik bir acizliğe sürükledi. Kemalizm’in ve solu el altından koruyup gözeten sol-Kemalist asker-sivil aydın zümresinin etkisizleşmesi, ayrıca sola asıl kadro potansiyelini sağlayan Doğu ve Güneydoğu’nun Kürt milliyetçiliğinin ipoteği altına girmesi, bu bozgunun tarihsel bir yok oluş süreciyle tamamlanmasını başlattı

1993 Sol İçin Yeni Bir Başlangıç Olabilir mi?

1993 yılı, sol için yeni bir başlangıç özelliği taşıyabilir. Bu tarihsel yok oluşun başlangıcını, önümüzdeki yıllarda örgütsel yapısını korumayı başardıkları oranda TİKKO, Dev-Sol, TİKB, TKP/ML Hareketi gibi gruplar özelinde daha hırçın eylemler ve daha sert devlet baskısı ile geçebilir. Ancak bu süreç, solun ölüme gönderebileceği insan kaynaklarının tükenişine kadar sürecek ve sosyalizm adına ciddi bir anlam ifade etmeyecektir. Devrimci Yol, Kurtuluş ve Birikim gibi çevre ve örgütler ise SHP’lileşme ve yeni sosyalizm arayışlarıyla bir süre daha belli kesimleri oyalayabilir.

Her halükârda, kısa vadede radikal solun hareketlendikçe tükenen, eskiye sarıldıkça yalnızlaşan ve yeniyi aradıkça kendini inkâr eden sancılı ve karmaşık bir süreç yaşayacağı öngörülebilir. Bu süreç, belki birkaç yıl belki daha uzun sürebilir. Ancak sol için de Türkiye için de önemli olan, bir fikir akımının ne zaman kesin olarak öleceği değil, yaşama dair vaat ettiği hiçbir şeyin kalmadığının daha net bir şekilde ortaya çıkmasıdır.

Radikal solun, bir cazibe merkezi olmaktan uzaklaşarak ömrünü uzatma sürecine girmesi, artık yalnızca “hâlâ” solcu olanları ve devleti ilgilendiren bir konu haline gelmiştir. Ancak gelecekte Müslümanları da ilgilendirebilecek bir yönün altını çizmekte fayda vardır. Sosyalist devrimden ümidini kesen radikal sol tabanın önemli bir kısmı, süreç içerisinde kendisini farklı bir zeminde yeniden üreterek, ileride düzeni tehdit eder hale gelecek örgütsel ve programlı bir İslami hareket karşısında kendiliğinden şekillenebilecek bir laik cephede önemli bir unsur rolü oynayabilir.

Radikal sol gelenek hem ideolojik hem de politik olarak böyle bir misyona çok da yabancı değildir. 1927’deki TKP tevkifatlarının ardından Kemalist safları seçen Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir gibi komünist artıklarının, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda “irtica” olarak adlandırılan hiçbir ciddi varlığı olmayan bir unsura karşı yoğun bir “savaş”ı kendilerine görev bilmesi bunun tarihsel örneklerinden biridir. Benzer şekilde, 1960’lı yıllarda önemli bir tehdit oluşturmayan muhafazakâr-dindar kitlelere karşı Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve benzeri liderlerin başını çektiği “irticaya karşı Mustafa Kemal yürüyüşleri” ve yobazlara karşı “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı başlatma” kampanyaları da bu geleneğin örnekleri arasında yer alır. Yine 1970’li yıllarda süren “Allah yoktur” propagandaları ve “Muhammed’in piçleri giremez” gibi yazılar, radikal solun bu konudaki tutumunu tarihsel olarak gözler önüne sermektedir.

90’lı yılların sonları ve 2000’li yılların başlarında bu tür yaklaşımların farklı slogan, ifade tarzları ve örgütsel kimliklerle yeniden üretilmeyeceğini ileri sürmek safdillik olacaktır. Aksine, Muammer Aksoy, Çetin Emeç ve Bahriye Üçok gibi laik-Kemalistlerin cenaze törenlerinde atılan “Türkiye İran olmayacak” sloganları; Turan Dursun’un, İslam eleştirisi yapan eserlerinin bulduğu yankılar ve Güneydoğu’da vahşice şehit edilen yüzlerce Müslüman’ın kanlarına atılan iftira ve çamurlar, laik cephenin sol kanadı için gerekli politik ve ideolojik potansiyelin biriktiğini göstermektedir.

Eğer Türkiye’de toplumsal gelişmeler bugünkü mecrasında devam eder ve sol potansiyelin yeni kimlik ve misyona doğru evrilmesi sürerse; İslami hareket, düzenin karşısına politik ve kültürel bir alternatif olarak dikilirse, geleceğin laik cephe-İslami cephe senaryosu geçerlilik kazanabilir. Böyle bir durumda, laik cephenin sol kanadı, 1960’lı yıllardaki meşhur “işçi-köylü-ordu-gençlik elele” sloganında işçi ve köylüye karşı orduyla (el ele olmasa da) aynı saflarda yer alma hedefine ulaşmış olacaktır. Solun, o yıllarda geliştirdiği “asker-sivil-aydın zümre” teorileri, asker-bürokrat-aydın ve sermaye sınıflarının oluşturacağı laik barikatların arkasında “savaşım” veren bir laik öncülük-akıncılık görüntüsüne dönüşebilir.

Şüphesiz Bunlar Fanteziler Olabilir. Bunların gerçekleşmesi kadar gerçekleşmemesi de mümkündür. Bu fantezilerin bir gün yaşanır olması, belki de eskimiş düzeni yerle bir edecek İslam ırmağının akışını engelleyemez ve bu yüzden Müslümanlar için ciddi bir önem taşımayabilir. Ancak onur ve erdem gibi kavramlar bir anlam ifade ediyorsa, solun bu kavramlar çerçevesinde ciddi bir muhasebe, özeleştiri ve gelecek tahayyülünü bugünden, bugünü de içeren bir şekilde tartışmaya açması gereklidir. Çünkü Türkiye’de sosyalist sol, bu toprakların evlatlarının önemli bir kesimini gerçekten samimi ve dürüst bir şekilde zulme ve haksızlıklara karşı çıkmaya sevk edebilmiştir. Ve bu uğurda inkâr edilemeyecek bir direniş ve mücadele geleneği oluşturabilmiştir. Laik cephede alınacak bir rol, bu erdemli yönü unutarak solu halk düşmanı bir konuma oturtabilir.

Devrimci Yol: Genel Bir Profil

1980 öncesinin en kitlesel ve yaygın hareketi olan THKP/C Devrimci Yol (DY)’nin1992’deki durumunu anlamak için kısa bir geçmiş değerlendirmesi yapmak gereklidir.

1975 yılında, THKP/C’nin eski kadroları hem Mahir Çayan’ın mirasını sürdürmek hem de Dev-Genç’in kitlesel ve politik mirasını örgütlemek amacıyla bir süreç başlattılar. Ancak bu miras, Kurtuluş ve Dev-Genç olarak ikiye bölündü. Dev-Genç örgütlenmesinde inisiyatifi ele geçiren kadrolar, 1976 yılında “Devrimci Yol” adlı bir dergi çıkararak faaliyetlerini hızlandırdı. Katı bir örgütsel yapıya sahip olmayan, büyük ölçüde ilkesiz ve gevşek ilişkilere dayanan DY geleneği, bu özelliği sayesinde ve THKP/C’nin yeni solcu gençlik üzerindeki prestijiyle hızla kitleselleşti. Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenen ve gençlik içinde hatırı sayılır bir militan kitle tabanı oluşturan hareket, Türkiye ve dünya analizlerini Mahir Çayan’ın tezleri doğrultusunda çerçevelemişti.

DY’nin ideolojisi, devrimin Latin Amerika tipi kır ve şehir gerillası ile gerçekleşeceğini, bunun için de Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS) biçiminde bir mücadele çizgisi izleyeceğini savunuyordu. THKP/C ideolojisi, silahlı propaganda ve öncü savaşıyla ülkede var olan “suni dengeyi” sarsarak demokratik bir halk devrimi yapmayı hedefliyordu. Ancak ülke analizleri büyük ölçüde Kemalizm’in sol bir yorumu olarak değerlendirilebilecek tezlere dayanıyordu. THKP/C’nin Kemalist milliyetçilik niteliği taşıyan bir anti-emperyalizm ve Stalinist faşizm analizlerine dayalı bir anti-faşizm hattı vardı. Bu anlayış, 1970’li yılların koşullarında ülkücü hareketle en yoğun çatışmaların yaşanmasına neden oldu. Doğan Avcıoğlu ve Hikmet Kıvılcımlı’nın analizleri doğrultusunda Kemalizm’i doğal bir müttefik olarak görme anlayışı oldukça belirgindi.

Çin-Sovyet kutuplaşmasında “Ho Chi Minh tavrı” olarak nitelendirilen, her iki güce de eşit uzaklıkta duran bir tutum izleyen DY hareketi, teorik kaynaklarını dünya analizlerinde Stalin ve Kruşçev tezlerinden, Türkiye analizlerinde ise Doğan Avcıoğlu ve Hikmet Kıvılcımlı düşüncelerinden alıyordu. Politik mücadele çizgisini ise Che Guevara, Fidel Castro, Carlos Marighella, Alberto Bayo ve Filistin örgütlerinin teori ve pratiklerinden harmanlamıştı.

Kurtuluş grubu ile ayrışmalarında, bu düşünsel çerçeveden çok liderlik kadrolarının kişisel çekişmelerinin etkili olduğu söylenebilir. Ankara merkezli bir liderlik yapısına sahip olan DY, 1978 yılına gelindiğinde, başta üniversiteler olmak üzere, Karadeniz, Doğu Anadolu, Orta Anadolu ve Batı’daki hemen tüm yerleşim birimlerinde hatırı sayılır bir kitle tabanı oluşturmuştu.

1978 yılında, Ankara merkezli liderliği pasiflik, THKP/C tezlerini inkâr ve Mahir Çayan’a ihanetle suçlayan İstanbul’daki kadroların önemli bir kısmı hareketten ayrılarak Devrimci-Sol adını aldı. Ayrışmaya rağmen etkinlik ve prestijini sürdüren DY, 1978-1980 arasında bir yandan teorik arayışlarını, diğer yandan pratik anti-faşist mücadele çizgisini devam ettirdi.

Birikim Dergisi ve Yerel Yönetim Deneyimleri

Birikim dergisi çevresinin bazı teorik yaklaşımlarının etkisiyle, yerel yönetimlerde halk komiteleri oluşturma, direniş komiteleri ve kurtarılmış bölgeler kurma pratiği gündeme geldi. Bu pratiğin sonucunda, Fatsa, Artvin, Kars ve daha küçük bazı yerleşim birimlerinde, belediye seçimlerine bağımsız adaylar göstererek başarı sağlandı. Özellikle Fatsa’da Fikri Sönmez’in belediye başkanlığını kazanmasıyla direniş komiteleri aracılığıyla yeni bir halk örgütlenmesi modeli uygulanmaya çalışıldı. Tüm ülkede yankı uyandıran Fatsa olayı, 12 Eylül darbesi sonrasında “Fatsa’yı ele geçirme” operasyonlarıyla sansasyonel bir boyut kazandı.

12 Eylül Öncesi ve Sonrası Devrimci Yol

12 Eylül öncesinde, on binlerce kadrosu olduğu ileri sürülen Devrimci Yol (DY) hareketinin, Devrimci Yol ve Demokratisimli yayın organları binlerce tiraj yapıyordu. Bu durum, hareketin kitlesel çapını gözler önüne seriyordu. Ancak, 12 Eylül 1980’e gelindiğinde, anti-faşist mücadele çizgisi nedeniyle oldukça yıpranan ve yorulan DY hareketi, darbeyi önceden sezip CHP içerisinde politika yaparak engellemeye çalıştı. Ancak beklenenden erken gelen askeri darbe, en yaygın ve güçlü örgütlerden biri olan DY’yi ilk hedef haline getirdi. Önderliğin darbenin hemen ardından yakalanması, merkezi bir direniş odağı oluşturulamamasına neden oldu ve hareket, kadrolarını kendi kaderleriyle baş başa bıraktı. Bunun sonucunda, yurtdışına yoğun bir kaçış, sürekli bir yakalanma ve panik süreci başladı.

Bu süreçte, binlerce taraftar yakalandı, bir o kadarı yurtdışına çıktı ve geri kalanlar ya gizlenerek ya da devrimciliği terk ederek kendilerini kurtarmaya çalıştı. Bazı kadroların ise 1981-1984 yılları boyunca özellikle Orta Anadolu, Güneydoğu ve Karadeniz dağlarında gizlendiği, yer yer çatışmalara girerek ağır yaşam koşulları altında mücadele ettikleri ileri sürülmektedir. Ancak bu çatışmalar o dönemki basında fazla yer bulmadı.

Cezaevi ve Yurtdışı Süreci

12 Eylül’den sonra, DY önderliğinin neredeyse tamamı Mamak Cezaevi’nde ağır işkence ve baskılara maruz kaldı. Hareketin birçok üyesine yönelik açılan toplu davalar 1989 yılına kadar sürdü. Ancak cezaevi sürecinde kayda değer bir direniş gösteremeyen hareket, içinde çok sayıda hizip ve klik oluşmasına yol açtı. Yurtdışına kaçan Taner Akçam gibi bazı önderler ise DY geleneğini bütünüyle terk ederek bireysel arayışlara yöneldiler.

Devrimci Yol: 1990’lar ve Tartışma Süreci

1980’li yıllar boyunca sessiz bir bekleyiş içinde bulunan Devrimci Yol (DY) kadro ve taraftarları, 1991 yılında önderliğin cezaevinden çıkmasıyla birlikte bir tartışma süreci başlattı. 1990 yılında yayına başlayan Demokrat dergisi, DY’nin bütününü temsil etmese de,önemli bir kesimine “artık değişmeliyiz” mesajını iletiyordu. Başta Oğuzhan Müftüoğlu olmak üzere Mehmet Ali Yılmaz, Nasuh Mitap, Melih Pektemir gibi DY önderliğini oluşturan isimlerin aftan yararlanarak dışarı çıkması, yeni bir toparlanma beklentisi yarattı. Ancak 1992 yılına girildiğinde bekleyiş ve sessizlik devam etti.

1992’nin sonlarına doğru, sosyalizm anlayışından örgütlenmeye, mücadeleden Türkiye ve dünya analizlerine kadar hemen hemen her konuda yeni bir süreç başlatmak adına bir tartışma açıldı. 1993 yılına girildiğinde, hâlen devam eden DY tartışmaları, örgüt içindeki işçiler, gençlik, eski kadrolar ve şehir örgütlenmeleri gibi farklı dinamiklere dayalı hiziplerin değişik yaklaşımlar sergilemesiyle sürüyordu. Diğer sol grup ve çevrelerin de ilgiyle takip ettiği DY tartışmaları, “Bir Tartışma Platformu İçin: Ön Notlar ya da Satır Bağlantıları” başlıklı metin ile Melih Pektemir’in yazdığı “Anne Bak Kral Çıplak” ve Çetin Uygur’un derlediği “Dinozorların Krizi: Değişim ve Sendikalar” isimli iki kitap ekseninde devam ediyordu.

DY içinde veya dışındaki bazı grup ve çevreler de tartışmalara olumlu ya da olumsuz yargılarla katıldı. Tartışmanın birinci turu, daha sınırlı kesimler arasında sürdürülerek tamamlandı. 1993 yılına sarkan ikinci turda ise daha geniş katılımın sağlanması için çaba gösteriliyor ve bazı legal olanaklar kullanılarak tartışma sürecinin genel bir sol muhasebesine dönüştürülmesi öngörülüyordu.

Devrimci Yol: Eleştiriler ve Çözülme Süreci

Diğer birçok örgüt tarafından yoğun eleştirilere ve saldırılara maruz kalan Devrimci Yol (DY), 12 Eylül yenilgisi, direniş gösterememe, sapma ve SHP’lileşme gibi konular etrafında suçlamalara hedef oldu. Ancak ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, DY Türkiye solunun içinden çıkan en yaygın, kitlesel ve etkin hareket olarak dağılması ve tartışmalarıyla diğer sol grupları etkilemeye devam ediyor.

1992 yılı boyunca gençlik içinde neredeyse hiçbir eyleme aktif katılım göstermeyen DY’ningençlik örgütü, diğer gruplar tarafından “lümpenleşmek” ve mücadeleyi terk etmekle suçlandı. Sendikalar, dernekler ve diğer demokratik kitle örgütlerinde belirsiz, ilkesiz ve ciddi olmayan tutumlar sergilemekle eleştirildi. Seçimlerde ise ağırlıklı olarak SHP’yi destekleyen eski DY taraftarları, giderek SHP’lileşmek ve dolayısıyla düzene uyum sağlamakla suçlanıyordu.

1993 yılına gelindiğinde, bir yandan DY tabanında lümpenleşme ve SHP’lileşme eğilimi devam ederken, diğer yandan hâlâ bir şeyler yapılabileceğine inanan kadroların tartışmaları sürüyordu. Ancak DY’nin ideolojik-politik çizgisi, örgütsel yapısı ve akıbeti, Türkiye solunda ve hatta Türkiye siyasi hayatında önemli bir yere sahip olmaya devam ediyor. DY’den arta kalanlara bakıldığında, hareketin yalnızca tarihsel bir değer taşıyacağı ve önümüzdeki dönemlerde kayda değer bir varlık gösteremeyerek bütünüyle eriyeceği öngörülüyor.

Devrimci Sol: Silahlı Mücadelede Israr

1978’de Devrimci Yol örgütünden ayrılanlar tarafından kurulan Devrimci Sol (DS), DY’yisuçladığı tüm temel noktalar üzerinden kendi çizgisini geliştirmeye çalıştı. THKP/C geleneği, Mahir Çayan’ın tezleri, silahlı mücadele ve sıkı örgütlülük gibi konulara odaklanan DS, 12 Eylül’de ağır örgütsel darbeler aldı ve binlerle ifade edilen militan ve taraftarları tutuklandı.

Genel ideolojik çerçeve ve pratik durum açısından DY ile köklü bir farklılık göstermemekle birlikte, daha aktif ve sürekli bir mücadele vurgusu yaparak DY’yi aşan bir noktaya ulaştı. Özellikle İstanbul’da odaklanan örgütsel yapısı, 12 Eylül’e kadar Dev-Genç potansiyeli üzerinden DY ile rekabete girerek DY’nin bulunduğu her bölge ve şehirde tabanını genişletmeye çalıştı.

Mahir Çayan’ın silahlı mücadele ve devrim anlayışını daha rafine ve dogmatik bir şekilde yorumlayan DS, geleneğini 1980’lerden günümüze kadar ciddi bir değişim geçirmeden taşımaya önem verdi. 1980’li yılların ilk yarısında, 12 Eylül yönetiminin özel önem verdiği örgütlerden biri olması nedeniyle operasyonlar, tutuklamalar, işkence ve cezaevi baskıları nedeniyle ciddi anlamda kuşatılmıştı. “Dışarıda” kayda değer bir varlık gösteremeyen DS, “içeride,” yani cezaevlerinde, özellikle 1983-1987 yılları arasında yoğun direniş ve pasif eylemliliklerde dinamik bir performans sergiledi.

1984’teki ölüm orucu sırasında üç önemli militanını kaybetti, birçok kadro elemanı ve taraftarı sakat kaldı. 1986-1988 yılları arasında gerek üniversitelerde gençlik arasında gerekse cezaevi direnişleri çerçevesinde tutuklu yakınlarını örgütleme ve eylem çalışmalarını hızlandırdı. Bu süreçte özellikle İstanbul’da, 12 Eylül öncesinde varlık gösterdiği bazı semt ve mahallelerde kitle çalışmaları kaldığı yerden devam ettirildi.

1980’li yılların sonlarına doğru, bir yandan tahliye olan militanların; diğer yandan 1989-1991 yılları arasında sansasyonel firarlarla dışarı çıkan önder kadronun etkisiyle DS, ağırlıklı olarak silahlı mücadele ekseninde eylem ve propaganda alanında adını sık sık duyuran bir hareket haline geldi.

Devrimci Sol: Silahlı Devrimci Birlikler ve Mücadele Süreci

Devrimci Sol (DS), Silahlı Devrimci Birlikler (SDB) adını verdiği askeri kol aracılığıyla polis, MİT, emekli generaller, kamu kurum ve kuruluşları, yabancı şirketler ve ajan-provokatörlere yönelik yoğun saldırı ve yok etme eylemleri gerçekleştirdi. Bu eylemler, düzen açısından ciddi bir gündem sorunu haline geldi. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında, hükümet ve meclis oturumlarında “Teröre Karşı Önlemler” başlığı altında bir dizi tedbir ve strateji geliştirildi.

Silahlı mücadeleye verilen ağırlık, DS’nin üniversite ve kitle çalışmalarında gerilemesine neden oldu. Üniversite ve liselerde Dev-Genç adıyla örgütlenen gençlik kesimi, şiddet ağırlıklı eylemlere yönlendirildi. Ancak bu şiddet odaklı çizgi, geniş kitlelerin apolitik kimliğine uzak düştüğü için üniversitelerde marjinalleşme ve küçülmeyi beraberinde getirdi. İşçi sınıfı içinde ise “Devrimci İşçi Hareketi” adıyla örgütlenme çabalarına katıldı; ancak bu alanda önemli bir konum elde edemedi ve sınıfsal çalışmalardan kayda değer bir etki çıkmadı.

1992 Yılı ve Ağır Darbeler

1992 yılına kadar bu süreci takip eden DS, 17 Nisan ve 11 Temmuz tarihlerinde yapılan iki büyük operasyonla ağır darbeler aldı. Bu operasyonlarda merkez komite üyelerinden Sabahat Karataş, Niyazi Aydın ve Sinan Kukul öldürüldü. Ayrıca birçok üst düzey kadro elemanı yakalandı. İstanbul, İzmir, Ankara, Adana ve Bursa gibi illerde yoğunlaşan yirmiye yakın operasyon veya çatışma sonucunda 30’dan fazla SDB üyesi öldürüldü, yüzlerce militan veya taraftar gözaltına alındı ya da tutuklandı.

Operasyonların çoğunda “yerinde infaz” adı verilen doğrudan öldürme yöntemi kullanıldı. Bu durum, DS’nin eylem çizgisinin giderek intikam temeline kaymasına neden oldu. 1992 boyunca bu intikam çizgisi ekseninde onlarca eylem gerçekleştiren DS, polis güçlerine de kayıplar verdirdi ancak kendi kayıpları da oldukça ağır oldu.

Kırsal Gerilla Örgütlenmesi

1992 yılının sonlarına doğru DS, kırsal gerilla örgütlenmesini hızlandırmaya çalıştı. DS’nin, Bekaa Vadisi’ndeki Marksist Filistin örgütlerinin boşalttığı kampları kullandığı ileri sürüldü. Özellikle Ege Bölgesi, Karadeniz, Orta Anadolu’nun doğusu (Malatya civarı) ve Doğu Anadolu (Tunceli civarı) bölgelerinde yoğunlaşan kırsal gerilla hazırlıkları sırasında DS, birçok kayıp verdi ve yakalanmalarla karşı karşıya kaldı.

Partileşme İlanı

1992 yılının sonunda DS, partileşme sürecini tamamladığını ve “parti” ismini aldığını ilan etti.

Devrimci Sol: PKK ile İlişkiler ve Radikal Sol İçindeki Yeri

Devrimci Sol (DS) örgütünün eylemli ve sansasyonel yükselişi, doğuda PKK’nın, batıda ise Dev-Sol’un imajının geniş kamuoyunda yerleşmesini sağladı. Zaman zaman “PKK-DS işbirliği” şeklinde ortaya atılan iddialar, gerek PKK liderinin gerekse DS liderinin kamuoyuna yansıyan karşılıklı suçlayıcı açıklamalarıyla netlik kazandı. PKK lideri Abdullah Öcalan, DS’yi “Çatapat örgüt, yola gelmez, iflah olmaz, küçük burjuva örgütü” gibi ifadelerle tanımladı. DS lideri Dursun Karataş ise, bir militanın üzerinde ele geçirilen ve MK üyesi Sinan Kukul’a yazılmış bir mektupta, Öcalan için “Bu adam tam bir megalomanyak, bunlardan uzak durmalıyız” ifadelerini kullandı.

Bu suçlamaların ötesinde, PKK-DS ilişkileri daha karmaşık bir zemine dayanıyordu. DS’ninPKK’yı “yurtsever ve dost bir örgüt” olarak tanımlayıp zaman zaman zeytin dalı uzattığı biliniyordu. Ancak PKK’nin ünlü kibri ve Türk solunu küçümseyen tavırları, ilişkilerin soğuk ve gergin bir zeminde ilerlemesine neden oldu. Bu durum, PKK-DS ilişkilerinin her an kopma noktasına gelebilecek bir çizgide seyretmesine yol açtı.

DS Hareketi: Radikal Solun Sembolü

Devrimci Sol, global düzeyde 12 Eylül darbesinden sonra ayakta kalabilen birkaç örgütten biri olarak, Türkiye’deki radikal solun geldiği ve geleceği noktayı sembolize ediyor. İdeolojik ve teorik saplantılarıyla 1970’li yıllara duyulan gizli bir nostaljiyi hatırlatıyor. Pratikleri, eylemleri ve örgütlenmesiyle bir yandan, 12 Eylül sonrası iktidarların (hatta düzenin en alt mekanizması olan polis düzeyine kadar indirgenen yapıların) temsil ettiği düzen karşısında “intikam” almayı amaçlıyor. Diğer yandan tükenen sosyalizmin, kör topal yaşamaya devam ettiğini yüksek sesle duyuruyor.

DS’nin eylemleri başarılı oldukça, bu intikam çizgisi sol camiada içgüdüsel bir sevinç yaratırken, darbe ve infazlar arttıkça, camianın geri kalanında çaresizlik ve trajedinin yankılandığı görülüyor. Bu süreç, DS’nin bir yandan marjinalleşmesine, diğer yandan radikal sol içinde kendine has bir yer edinmesine yol açıyor.

Gelecek Perspektifi

DS, ideolojik düzeyde iyice eskimiş, politik düzeyde ise ayakta kalma çabasını sürdüren bir hareket olarak görülüyor. Özellikle lise ve üniversitelerden seçtiği bir miktar acemi kadro eliyle, diğer örgütlere oranla biraz daha fazla eylem gerçekleştirmeye devam edecek gibi görünüyor. Ancak bu durum, DS’nin daha geniş bir kitle hareketine dönüşmesini değil, marjinalleşmiş bir yapı olarak varlığını sürdürmesini işaret ediyor.

TKP/ML-TİKKO: Radikal Solun Farklı Bir Çizgisi

Radikal solun, THKP/C ve THKO’dan sonra üçüncü önemli çizgisi olan TKP/ML-TİKKO hareketi, 1972-1973 yıllarında İbrahim Kaypakkaya’nın teorik ve pratik önderliğinde kuruldu. 1973’te Tunceli’de bir çatışma sırasında yakalanan Kaypakkaya, Diyarbakır Cezaevi’nde gördüğü ağır işkenceler karşısında konuşmaması ile bilinir. Bu özellik, onu örgüt içerisinde ve sol camiada önemli bir figür haline getirdi. Hareket, ağırlıklı olarak Tunceli ve çevresinde yoğunlaşan örgütlenme ve eylemleriyle dikkat çekmiştir. Örgütün askeri kanadı TİKKO ve 1970’lerde çıkardığı Partizan dergisi, hareketin kimliğini belirleyen unsurlar olmuştur.

TKP/ML-TİKKO, 1970’ler boyunca benimsediği Maoist çizgiyi, 1980’li yıllarda ve günümüze kadar ciddi bir değişim göstermeden taşımıştır. Büyük kentlerde ve Tunceli çevresinde yoğunlaşan ve sert eylemleriyle bilinen örgüt, kuruluşundan itibaren defalarca operasyon ve darbelere maruz kalmıştır.

Ayrışmalar ve Yeniden Yapılanma

İbrahim Kaypakkaya’nın öldürülmesinden sonra, 1970’lerin sonlarında Garbis Altınoğlu liderliğindeki bir grup, örgütten ayrılarak TKP/ML-Hareketi adını aldı. 12 Eylül darbesiyle büyük darbeler alan örgütün önemli bir kadro ve taraftar kesimi yurtdışına çıktı. 1980’li yıllarda, örgüt hem düşünsel hem de kişisel nedenlerle üç gruba ayrıldı. Yurtdışına çıkan kanat, örgütten koparak büyük ölçüde tasfiye oldu. Tunceli bölgesinde kalan kadrolar ise Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) adı altında ayrı bir örgütlenme oluşturdu.

1992 yılına kadar süren ayrılık boyunca, örgüt bir yandan yeni darbeler yerken, diğer yandan doğuda ve batıda birçok askeri eylem gerçekleştirdi. 1987’de Metris Cezaevi firarı ve Kandıra baskını gibi sansasyonel çıkışlar yaptı. 1988’de, “yerinde infaz” uygulamasının ilk örneklerinden biri olan Tuzla Katliamı sırasında dört militan araçlarında öldürüldü.

İdeolojik Çizgi ve Farklılıkları

TKP/ML-TİKKO, kuruluşundan bu yana Kemalizm’e en mesafeli duran sol örgütlerden biri olmuştur. Bu yönüyle, diğer sol gruplardan ideolojik olarak farklı bir çizgi geliştirmiştir. Düzen karşısında acımasız ve katı bir tutum alan örgüt, Kürt sorunu ve Alevilik konularına diğer gruplara oranla daha fazla ağırlık vermiştir. (Eski) SSCB’yi “sosyal emperyalist” olarak tanımlayan TKP/ML, Afganistan cihadını da bu çerçevede aktif bir şekilde desteklemiştir.

Maoist teori çerçevesinde kırsal gerillayı savunan örgüt, “halk savaşı” stratejisi doğrultusunda köylerde “kızıl üsler”oluşturup iktidarı parça parça ele geçirmeyi hedeflemektedir. 1992 yılının başlarında iki hizip şeklinde devam eden ayrılık, birleşme görüşmeleri sonucunda sona ermiş ve örgüt yeniden TKP/ML-TİKKO adı altında eski çizgisi doğrultusunda bir araya gelmiştir. Bu süreçte, askeri ağırlık nedeniyle daha az önemsenen gençlik örgütlenmesi, TMLGB (Türkiye Marksist Leninist Gençler Birliği) adıyla yeniden oluşturulmuştur.

PKK ile İlişkiler ve Rekabet

TKP/ML-TİKKO, dünya genelinde Peru’daki Aydınlık Yol hareketi gibi Maoist çizgiyi savunan az sayıda örgütten biri olma özelliğini taşımaktadır. Büyük ölçüde “köylü devrimi” perspektifine dayanan ideolojik yönelimi ile tükenen sosyalizmin en geri kalmış biçimlerinden birini temsil ettiği söylenebilir. Örgütün, silahlı mücadele ve Kürt sorunu konusundaki duyarlılığı, Doğu Anadolu’da yoğunlaşması nedeniyle PKK ile gizli bir rekabet içinde olmasına yol açmıştır. Zaman zaman bu rekabet, yerel gerilimlere ve çatışmalara dönüşmüştür.

PKK ve TİKKO: Karşılıklı Eleştiriler ve İlişkiler

PKK, TİKKO’yu izlediği yol ve Kürt politikaları açısından “olumlu ancak başarısız, yetersiz ve dönemini tamamlamış bir hareket” olarak değerlendirmektedir. TİKKO ise PKK’yi, lider kadrosu da dahil olmak üzere geçmişte yetersiz mücadele deneyimine sahip oldukları iddiasıyla eleştiriyor. TİKKO, PKK’nin “sekter” (birliği engelleyici) ve halk çıkarlarını gözetmeyen bir eylem çizgisi izlediğini savunuyor.

Dine yaklaşım açısından her iki hareket de dini motifleri politikalarında kullanma konusunda belirli bir benzerlik göstermektedir. Ancak hitap ettikleri kitlenin farklı karakterlerinden ötürü, PKK “Sünni” bir din yorumu izlerken, TİKKO “Alevi” bir yorum ve politika benimsemektedir.

1992 yılı boyunca Tunceli, Erzincan, Artvin, Sivas, Tokat, Bingöl ve Elazığ civarında yoğunlaşan TİKKO eylemleri, çoğunlukla ya basın tarafından ya da PKK propagandasıyla PKK’ya mal edilmiştir. Bu durum, iki örgütün yayın organlarında polemiklere ve karşılıklı atışmalara neden olmuştur.

TİKKO’nun Geleceği

TİKKO, geri ideolojik çizgisini PKK’nin oluşturduğu bölgesel konjonktürdeki Kürtçü politikalarla kapatmaya çalışıyor. Özellikle Dersim imajıyla özdeşleşen etkinliği, bölgesel yoğunlaşması oranında varlığını sürdürme şansı bulabilir. Ancak, “Türkiye Solu” kategorisinden çok “Kürt Solu” kategorisine dahil olduğu ölçüde manevra alanı daralabilir. Çünkü Kürt Solu alanı, büyük ölçüde PKK ve onun dolduramadığı boşluklarda etkili olan “Özgürlük Yolu” grubu tarafından domine edilmektedir.

Bu koşullardaki avantaj ve dezavantajlar, TİKKO’nun varlık ve etkinlik derecesini belirleyecektir.

TDKP: İlkesizlik Suçlamaları ve Yapısal Sorunlar

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP), Türkiye solunun kendi iddiasına göre “en Marksist ve Leninist,” diğer gruplara göre ise “en ilkesiz ve oportunist” örgütü olarak tanımlanmaktadır. 12 Eylül öncesinde “Halkın Kurtuluşu” adlı dergiyle bilinen TDKP, kökenini THKO ve Deniz Gezmiş çizgisinden alır. 1970’lerde önce Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve Maoist bir çizgi benimseyen örgüt, 1970’lerin sonunda Arnavutluk Emek Partisi ve Enver Hoca’nın görüşlerine yönelmiştir. Bu değişimler, diğer gruplar tarafından “ilkesizlik” ve “oportunizm” suçlamalarına zemin hazırlamıştır.

1971’deki THKO’dan arta kalan kadroların önderliğinde varlığını sürdüren TDKP, 1970’li yılların en güçlü örgütlerinden biri olarak bilinir. 12 Eylül darbesinde ağır darbeler alan örgütün yurtdışında da önemli bir taraftar kitlesi bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak büyük şehirlerde örgütlenen TDKP, 12 Eylül öncesinde Güneydoğu’da PKK ile çatışmalara girmiştir. PKK tarafından “ajan örgüt” ve “provokatör” olmakla suçlanmış, TDKP ise PKK’yi “Kürt milliyetçisi” ve “emperyalizmin ajanı” olarak nitelendirmiştir.

12 Eylül Sonrası ve Toparlanma Süreci

12 Eylül’den sonra TDKP, bir yandan toparlanmaya çalışırken diğer yandan kendi içinde ayrılık ve bölünmeler yaşamıştır. 1980’li yıllar boyunca, ideolojik ve örgütsel bütünlüğünü sağlamaya çalışmıştır. TDKP, silahlı mücadele, parti, devrim ve çalışma tarzı gibi konularda Sovyet devrimini ve Leninist modeli örnek alan bir çizgi geliştirmeye çalışmıştır. Bu yaklaşım:

Kapalı, dar ve katı bir iç işleyişe sahip bir parti yapısı oluşturulmasını,
Leninist ayaklanma modeline uygun olarak işçi sınıfı içinde uzun vadeli çalışmaları,
Uzun bir hazırlık dönemi sonunda genel grevler ve direnişler temelinde genel bir ayaklanmayı hedefleyen eylem pratiklerini içermektedir.
TDKP: Marksist-Leninist Çizgide Israr ve Çelişkiler
TDKP’nin merkezci ve katı çizgisi, zamanla örgütün marjinalleşmesine yol açmıştır. Diğer tüm grupları sapma ve yanlışlıkla suçlayan ideolojik tutumu, TDKP’nin farklı gruplarla çoğunlukla mesafeli ve sorunlu ilişkiler geliştirmesine neden olmuştur. Marksizmin en dogmatik ve materyalist yorumuna bağlı kalan ideolojik tutumu, TDKP’nin dine, İslami harekete ve Müslümanlara karşı klasik “gerici” yaklaşımını açıkça sürdürmesini sağlamıştır.
1980’lerin sonlarına doğru, yayın faaliyetlerinde, üniversite gençliği arasında ve metropol işçileri arasında kısmi bir hareketlilik dönemi yaşanmıştır. Ancak sekter ve fırsatçı eylem tutumu, keskin ve sloganik çıkışlarına rağmen, dar ve kapalı örgüt yapısı nedeniyle sınırlı taraftar kitlesiyle ciddi bir mesafe alamamıştır. Türkiye Genç Komünistler Birliği (TGKB) adıyla örgütlenen gençlik yapısı, Leninist literatürdeki Komsomol örgütlenmesini andıran bir yapıya sahiptir. Ancak bu yapı da üniversitelerde büyük ölçüde DY ve DS’nin etkisi altında kalmıştır.
AEP ile İlişkiler ve Sosyalizmin Son Kalesi
TDKP, Arnavutluk’u “Sosyalizmin Son Kalesi” olarak değerlendirmiş ve Arnavutluk Emek Partisi (AEP) ile doğrudan ilişkilere sahip olan tek hareket olmakla övünmüştür. 1991 yılına kadar bu çizgide ısrar eden TDKP, AEP’in çözülmesi ve 1991 ortalarında iktidarını kaybetmesi üzerine bu ülkeyi eleştirmeye başlamıştır. Aynı dönemde Etiyopya’da darbe ve iç savaş sürecinde, Tigre bölgesinde küçük bir Marksist egemenliği “kardeş ülke” ilan etmiştir.
Bu tür çıkışlar, diğer sol gruplar ve düzen medyası tarafından ciddiyetsizlik olarak değerlendirilmiştir. TDKP, SSCB’nin yıkılışının ardından “sosyal emperyalist” nitelemesinin tarihsel haklılığını ileri sürerek moral çöküntüyü bir ölçüde hafifletmeye çalışmıştır. Ancak, “Türkiye Sosyalist mücadelesinin TDKP’nin önderliğinde Marksist-Leninist bir çizgide ilerlediği” iddiasını sık sık dile getirmesine rağmen, 1992 yılı boyunca eski sessiz ve durgun görüntüsüne geri dönmüştür. Bu sessizlik, “işçi sınıfı içinde yaygınlaşma ve büyüme süreci” iddiasıyla açıklanmıştır.
PKK ile İlişkiler ve Çelişkiler
1990’ların başında PKK ile başlayan “barışma” dönemi, Abdullah Öcalan’ın “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım”kitabı ve HEP’in uzlaşmacı politikaları ile soğukluğa dönüşmüştür. Buna rağmen TDKP, “Kürt Ulusal Hareketini destekleme” politikasını sürdürmüş ve Doğu ile Güneydoğu’da örgütlenme çabalarına devam etmiştir. Ancak, din konusundaki kaba materyalist tutumu ve agresif ateizm politikası nedeniyle PKK’yi “dincileşmek” ve “dincilere prim vermekle” suçlamıştır. Yasal bir parti kurma fikrine mesafeli duran TDKP, daha çok yayın faaliyetleri ve işçi-memur örgütlerinde faaliyet göstermeye yönelmiştir.
 TDKP’nin Geleceği ve Rolü
1974’ten itibaren birbirine zıt ideolojik tutumlar ve “en hakiki Marksist çizgi” iddiasıyla öne çıkan TDKP, bu yönüyle solun fikirsel durumunu ve inatçı iddialarını temsil etmektedir. Kitlelerden kopuk silahlı mücadele anlayışını eleştiren, ancak kendi dar ve kapalı örgüt yapısıyla bu eleştirilerle çelişen bir yapıya sahiptir. Din karşıtlığı ve kaba materyalist politikaları, TDKP’nin Kemalist-laik geçmişini yansıtan bir özellik taşımaktadır.
Leninist ayaklanma çizgisiyle, küçük ve kapalı devre Marksist ilişkilerinin uzun süre ve küçülerek devam edeceği bir imaj çizmektedir. “Aşırı devlet düşmanlığı” iddiasına rağmen, devletin laik-Kemalist-modernist ve ulusalcı yapısına karşı ideolojik ve pratik bir tavır geliştirememiştir. Bu gerçeklik, tükenen solun ileride oluşabilecek bir laik cephede alacağı potansiyel rolde TDKP’yi önemli bir aday haline getirmektedir.
Halkın Kurtuluşu geleneğinden gelen TDKP’nin, Türkiye ve Ortadoğu halklarının gerçek kurtuluşunu sağlaması açısından önemli bir geleceği olmadığı öngörülmektedir.

TKP/ML Hareketi

İbrahim Kaypakkaya’nın ölümünden sonra TİKKO’dan ayrılan bir grup tarafından kuruldu. 70’li yıllarda Arnavutçu bir çizgiyi benimsedi. Bir ara Hindistan Komünist Partisi ve lideri Çaru Mazumdar’ın görüşlerini savundu ve kamuoyunda alay konusu oldu. Liderleri Garbis Altınoğlu, 50 civarında öldürme, yaralama, gasp, soygun gibi eylemlerden yargılandı. Aşırı din düşmanlığı ile tanındı.
80’li yıllarda etki gösteremedi. 90 başında G. Altınoğlu ve bir kısım eski kadronun cezaevinden çıkmasıyla hareketlendi. Turan Dursun’a ilk sahip çıkan ve yönlendiren çevre olma özelliğine nail oldu. 92 boyunca PKK yörüngesinde bir çizgi izledi. Gerilla savaşı başlatmak amacıyla Bekaa’ya giden bir grup elemanı dönüşte pusuya düşürülerek öldürüldü. Polisin yoğun ilgisini çeken ve sık sık operasyonlara uğrayan bir özellik gösterdi.
Sol içerisinde fırsatçı, kabadayı ve kibirli tavırlarıyla sevilmeyen bir grup olarak biliniyor. Gelişme sınırının son aşamasında bulunan grup, birkaç yüz taraftarıyla gelecek için oluşabilecek laik cephede gönüllü bir ateist hizip adayı olabilir. Antep, Maraş ve Hatay gibi illerdeki Alevi tabana dayanıyor. Eski “Halkın Yolu” grubuyla birleşmeye çalışıyor.
TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği)
1970’li yıllarda THKO geleneğinin TKEP gibi Rusçu, TDKP gibi Maocu iki kampa bölünmesi sürecinde, TDKP safında yer almış, sonra ayrılarak küçük ve silahlı bir örgüt haline gelmiştir.
12 Eylül’de bütün önderliği yakalanmış ve ağır işkencelerden geçirilmiştir. Bazı kadro ve önderleri işkenceyle öldürülmüştür. İşkencede konuşmama ve direnme konusunda en hassas ve kararlı bir tavır izlemektedir. Bu tavrı bir örgüt politikası olarak uygulamaktadır.
80’li yılların sonlarına doğru cezaevinden çıkan kadroların toparlanmasıyla yeniden örgütlenen grup, önderlerinin çoğunun Adanalı olması münasebetiyle sol içerisinde “Adanalılar” olarak biliniyor. İstanbul’un bazı semtlerinde de kitleye yönelik çalışmalar başlatmış ve PKK’yi eleştirmekle birlikte destekleme politikası izlemiştir.
1992 boyunca ağırlıklı olarak üniversitelerde tükenen solun Dev-Sol’dan boşalan yerini doldurma anlamında en keskin ve hırçın grup rolünü üstlenmiştir. Açık bir ateizm propagandası yapmamakla birlikte Müslüman gençlikle çatışma yanlısı ve saldırgan bir politika izlemiş ve 92 boyunca ortaya çıkan her gerginliğin başını çekmiştir. Küçük ve hırçın bir grup olarak türünün son örneklerinden biridir.

TKEP (Türkiye Komünist Emek Partisi)

Türkiye solunun, TİKKO’dan sonra ikinci “Doğu kökenli” örgütü olarak değerlendirilebilecek bir yapı. THKO geleneğinin 71’den sonra Çin-Rus kutuplaşması ekseninde Rus yanlısı bir çizgiyi benimseyen Teslim Töre ve arkadaşları tarafından kuruldu. 70’li yıllarda örgütün yayın organı “Emeğin Birliği” ismiyle tanındı. Ağırlıklı olarak Malatya, Adıyaman ve Sivas bölgelerinde yoğunlaşan faaliyetlerde bulundu. Bölgedeki Alevi köylülüğünün karakterini yansıtan bir düşünce ve eylem pratiği geliştirdi.

Örgütün lideri olarak bilinen Teslim Töre, 60’lı yılların sonlarında Filistin’e giden ilk solculardan biri olarak tanınıyor. Deniz Gezmişlerin Filistin’e gidiş gelişlerinde kurye ve kılavuzluk yaptığı, uzun süre Filistin, Lübnan ve Suriye’de kaldığı ve Suriye istihbaratıyla ilişkide olduğu ileri sürülüyor. Hatta Teslim Töre’nin uluslararası bir ajan (KGB veya CIA adına) olduğuna dair iddialar da bulunmaktadır (Halid Özkul, Emperyalizm, CIA ve Türkiye). Bu iddialara göre, Töre 70’li yıllarda cezaevinden kaçıp tekrar “görevine” dönmüş ve o yıllardan bugüne kadar istediği gibi Türkiye’ye girip çıkan, Ortadoğu’da her yeri rahatça dolaşan, her taşın altından çıkan bir kişi olarak esrarengiz bir “solcu lider” görünümü kazanmıştır.

1980’ler ve 1990’lara Geçiş

1980’li yıllarda hemen hiç sesi çıkmayan örgüt, 80’lerin sonları ve 90’ların başında yeniden adını duyurmaya başladı. Teslim Töre’nin makalelerinin de yayınlandığı “Emek”“Yöneliş” gibi dergiler, bu grubun çizgisini yansıttı. TKEP, Kürt sorunu ekseninde ayrı bir örgütlenmeyi savunan görüşler benimsedi ve 80’li yıllarda Kürdistan Komünist Partisi (KKP) adıyla bir Kürt örgütlenmesi oluşturdu. PKK’yı “eleştirerek savunma” siyaseti izleyen her iki örgüt, 1990-91 yıllarında Doğu ve İstanbul örgütlenmeleri şeklinde ikiye bölündü. İstanbul kanadı, TKEP-Leninist Kanat ve 13 Mart Genç Komünistler Birliği adlarıyla silahlı ve silahsız eylemler gerçekleştirdi. Özellikle büyük basına yönelik silahlı ve bombalı saldırılar dikkat çekti.

İdeolojik ve Bölgesel Karakter

Din konusunda sözde Marksist materyalizmi kabaca savunan bir çizgi izleyen TKEP’in tabanı ve düşünsel karakteri gereği, din düşmanlığının özünde laik-Alevi düşüncesinin materyalist yorumu yattığı söylenebilir. Moskova yanlısı bir çizgi izleyen örgüt, SSCB’nin yıkılışı sonrası bir yandan teorik kılavuz arayışına girmiş, öte yandan sosyalizmin ölmediği iddiasına sarılmayı ihmal etmemiştir. Gençlik düzeyinde Deniz Gezmiş’in 1967’de kurduğu Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) adını kullanan grubun, üniversitelerde ciddi bir varlığı bulunmamaktadır.

TKEP, Malatya-Sivas-Adıyaman Aleviliğinin Marksizmle harmanlanarak Sovyet yayılmacılık konsepti çerçevesinde teorileştirildiği bir solculuğu temsil etmektedir. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Suriye ile olan ilişkilerinin geçersiz hale gelmesiyle, yalnızca Alevici komünistlik ve Kürtçülük temelinde bir teorik çerçeveyle varlığını sürdürmeye çalışmıştır.

1992 ve TKEP’in Zayıflaması

1992 yılı boyunca TKEP’in, ne sol açısından, ne Marksist düşünce açısından, ne Alevilik ne de Kürtçülük açısından ciddi bir anlamı kalmamış ve bu süreçte erimemeye çalışma dışında bir özelliği olmamıştır. Kürtçülük yalnızca PKK’ya, Alevilik ise 92 boyunca boy gösteren hakiki Alevilere; TKEP türü sol ve sosyalizm ise daha büyük örgütlere kalmıştır.

THKP/C Kurtuluş Örgütü

Mahir Çayan çizgisinin 70’li yıllardaki ilk ciddi bölünmesinin ardından, DY’yi oluşturan kadrolarla yollarını ayıran grup, Kurtuluş dergisini çıkararak THKP/C geleneğinin ikinci büyük grubunu ortaya çıkarmıştı. Büyük ölçüde teorik ve pratik açıdan DY ile aynı kulvarda olan Kurtuluş grubu, DY kadar kitlesellik kazanmasa da genel sol bazında önemli ve güçlü gruplardan biri haline gelebilmişti.

DY’nin var olduğu her yerde varlık gösteren ve özellikle büyük şehirlerde ve gençlik içerisinde taban oluşturan grup, tıpkı DY geleneği gibi gevşek bir örgütsel yapıya, anti-faşist bir eylem çizgisine ve Mahir Çayan’ı eleştirmeye müsait bir esnekliğe sahipti.

12 Eylül’ü operasyonlar, darbe, mültecilik ve dağılma ile karşılayan örgütlerden biri olan Kurtuluş, sosyalizm anlayışı konusunda Birikim Dergisi’nin tezlerinden, Kürt sorunu (o yıllardaki adıyla Milli Mesele) ve Kemalizm konusunda ise Kürt solundan etkilendi. Bu etkileşimler, Kurtuluş grubunun Kürt kolunun ayrı bir örgütlenmesini (Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü – Têkoşîn) ve yeni sosyalist tezlerin etkisiyle Mahir Çayan’dan ciddi bir kopuş yaşamasını beraberinde getirdi.

80’li yıllar boyunca, gerek yurtiçi ve yurtdışındaki taraftarlar gerekse cezaevindeki kadrolar, yeni Öncü dergisi çerçevesinde teorik bir tartışma süreci başlattılar. 1991 yılında yayına başlayan Kurtuluş dergisi, Kurtuluş grubunu yenileyerek sürdürmeye çalışan eski kadroların çabalarını yansıttı.

PKK’yi eleştirmekle birlikte savunan bir siyaset izleyen grup, SHP’lileşmek ve düzene uyum sağlamaktan arta kalan taraftar kitlesiyle, DY, TSİP, eski TKP ve bir kısım aydınların da katıldığı Birleşik Sol Parti çabaları ve benzeri arayışlardan ümidini kesince, yükselen PKK etkisi altında HEP’i destekleme siyasetine yönelmişti. 1992 boyunca, bir yandan HEP içindeki tartışmaları ve sol cephe oluşturma çabalarını sürdürürken, diğer yandan özellikle DY’nin başlattığı tartışma sürecini ilgiyle takip etti ve yer yer bu süreçlere katıldı.

Kurtuluş grubu, DY’nin bir boy küçüğü olarak teorik bulanıklık ve belirsizlik, pratik bekleyiş ve tıkanıklık süreci yaşamaktadır. Bu süreç, büyük ölçüde tasfiye olmuş eski örgütsel yapının yeniden inşasına ciddi imkânlar sunmamaktadır. Bir yanıyla PKK arkasına takılmanın onursuzluğu, grubun ömrünü kısaltmakta ve tükenişini belgelendirmektedir. Kurtuluş, PKK’cileştikçe eriyip yok olmayı, DY sürecine katıldıkça tartışıp vakit öldürmeyi yaşamaktadır. Bütünüyle yeni bir “kendisi” olabilmesinin vakti ise çoktan geçmiştir.

Aydınlıkçılar (İşçi Partisi – İkibine Doğru Çevresi)

Türkiye solunun en uç ve “en sol dışı solcuları” olarak nitelendirilebilecek olan Aydınlıkçı çevre, bir istihbarat örgütünün aktif kontraları ya da anti-ideolojik-politik bir sirkin illüzyonist madrabazları ve büyücüleri olmak yerine solcu olmayı tercih etmiş, birbirine benzeyen kişilerden oluşmuş bir ekibi ifade etmektedir.

Türkiye gibi bir toplumda, bu kadar paradoksal, girift ve çelişik bir varoluşun sol bir örgüt görünümü altında ortaya çıkması ve yer yer gündem oluşturacak kadar öne çıkabilmesi, aslında politik bir tahlilden çok sosyolojik bir vaka olarak ele alınabilecek bir konu olabilir. Ancak böyle bir analize girmekten çok, bu tür analizlerden hoşlananlar için birtakım ham malzemeler vermek yeterli olabilir.

Aydınlıkçılar, Doğu PerinçekHasan YalçınHalil BerktayGün ZileliŞahin AlpayCengiz ÇandarOral Çalışlar gibi birçok üniversite asistanı ve öğrencisinin 1960’lı yılların sonunda FKF-Dev-Genç içerisindeki tartışmalarda bir “ekip” haline gelmesiyle tohumlanmıştır. O yıllarda, sol içi bölünmelerin başlangıcında “Ben de şu görüşü savunuyorum” diyen her lafazan ve sivri tipin etrafına birkaç kişi toplayıp ayrı bir grup oluşturabildiği bir süreç yaşanıyordu. İşte bu süreçte, önce TİP’e karşı Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim”tezi çerçevesinde saf tutan, daha sonra MDD safındaki ayrışmalarda Mihri Belli-Mahir Çayan ekibinden de aylarak fark bir yapıya yönelen Doğu Perinçek ve çevresi, 12 Mart darbesini hafif atlatan (1978’de) kurduğu TİKP adlı partinin başkanı sıfatıyla (Mehmet Eymür’ün anılarında anlattığına göre Türkeş, Ecevit ve Erbakan’la birlikte “Dil Okulu’nda” misafir edilme şerefine kavuşmuştu), mahkemede hızlı bir Marksizm savunması yaparak 1971 sonrası Çin-Sovyet kutuplaşmasında Çin ve Maocu çizgiyi “ilk” sahiplenerek çıkış yapan Aydınlıkçılar, emeklerinin ve çabalarının karşılığını 12 Eylül darbesinin hemen akabinde, 12 Mart sonrası olduğu gibi yine öne atılarak solun toparlanıp yeni bir atılımla “mücadeleye” dönmesini savunmuşlardı.

1984-1986 yılları boyunca çıkardıkları Saçak isimli dergi vasıtasıyla bir yandan gelişen anti-Marksist sivil toplumcu akıma karşı saf Marksizmi savunma pozisyonu almış, öte yandan alttan alta eski imajı unutturacak söylem, ilişki ve faaliyetlere başlamışlardı.

Aydınlıkçılar’ın Geçmişi ve İdeolojik Kökenleri

Mihri Belli-Mahir Çayan çevresinin çıkardığı Aydınlık Sosyalist Dergiye karşı –bu derginin sol kitle üzerindeki etkisini paylaşmak amacıyla– çıkarılan Proleter Devrimci Aydınlık dergisi, bu grubun o yıllardan sonra “Aydınlıkçılar” olarak tanınmasına yol açtı. 12 Mart darbesinin etkisi ve THKP/C-THKO gibi örgütlerin fiilen silinip yok olması ortamında,hem keskin Marksist söylem kullanarak hem de yeni bir olgu olan Maocu düşünce ve Çin Kültür Devrimi çizgisini savunarak ortaya çıkmak, o koşullarda prim yapmış ve bu çevrenin sol içi konumunu pekiştirmişti.

Ancak 1972 yılı boyunca keskin laflar dışında hiçbir ciddi adım atmayan bu “aydınlar ordusu”, o zamana kadar bu çevreyle birlikte olan İbrahim Kaypakkaya’nın grubu ile birlikte ayrılması sonucu önemli bir güç kaybına uğramıştı.

1970’lerde Aydınlıkçılar ve Üç Dünya Teorisi

1970’li yıllar boyunca Maocu düşüncenin Türkiye temsilciliğini kimseye kaptırmayan Aydınlıkçılar, 1975’te Çin Komünist Partisi’nin ortaya attığı “Üç Dünya Teorisi”nisavunmaya başlamıştı. Bu teorideki Amerika-Avrupa-Rusya üçlemesini, Amerika ve Avrupa’yı “üçüncü dünyanın dostu” olarak değerlendirip, baş düşman olarak Rusya’yı hedefe oturtmuşlardı. 1976-1980 yılları arasında bu “dünya tahlili” ekseninde, “Sosyal Faşist” olarak nitelediği TKP’lilere karşı yoğun bir kampanya açmış, giderek SSCB’ye mesafeli duran ve silahlı mücadeleyi savunan örgütlerin hepsini “Sovyet uşağı, terörist-gözcü gruplar” olarak değerlendirerek kampanyayı genişletmişti.

Aynı yıllarda çıkan Günlük Aydınlık Gazetesi, gerek MİT’ten gerekse istihbarat gibi çalışan taraftarlarından alınan bilgilerle sansasyonel bir yayın organına dönüşmüş ve bütün yoğunluğunu “sahte sol” olarak nitelediği diğer grupları yıpratmaya hasretmişti. Aydınlık Gazetesi, 1978-1980 yılları boyunca “Anarşinin kaynağı” olarak silahlı solu gösteren, ev ev, isim isim, krokiler ve fotoğraflarla beslenmiş yazı dizileri yayımlamış ve bu diziler sonucunda birçok sol örgüte operasyonlar yapılmıştı.

Aydınlıkçılar ve MİT İddiaları

Aydınlıkçılar, 12 Eylül öncesinde kültürel ve bürokratik kanallardan kadro veren ilk sol çevrelerden biriydi. MİT ile ilişkileri oldukça dikkat çekiciydi. 1978-1979 yıllarında Aydınlık’ta sözde kontrgerilla ve MİT’e yönelik bir kampanya açılmış, MİT içinde “Amerikancı” olarak nitelenen Hiram Abas-Mehmet Eymür kanadı tasfiye edilmeye çalışılmıştı. Bu çevrenin Avrupa adına çalıştığı ve Alman, İngiliz, Fransız istihbaratlarıyla ilişkileri olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

1980’ler ve Aydınlıkçılar

Doğu Perinçek çevresi, 1988 yılında “muhasebe” adı altında başlattığı iç tartışmalar boyunca çeşitli kişisel ihtilaflar sonucu bölünmüş ve Halil Berktay, Oral Çalışlar gibi bir grup ayrılmıştı. Ancak Perinçek, bu ayrılığın ardından yoğun çalışmalarla gerek eski Aydınlıkçılardan bir kısmını gerekse solun yeni kuşaklarından yeterli sayılabilecek bir taraftar kitlesi oluşturmayı başarmıştı.

Özellikle 1979-1980 yılları boyunca yoğun bir propaganda yürüten Aydınlık Gazetesi, sağcı güçlerle ittifak, silahları bırakma, okullara birlikte sahip çıkma gibi o dönem solu için “ilginç” sayılabilecek görüşler de savunuyordu. 12 Eylül Darbesi’ni anarşiyi önlediği için destekleyen ve mahkemelere dosyalar dolusu solu ihbar eden bilgi ve belgeler sunan Aydınlıkçılar, kendileri için açılan ve 250 civarında kişiyi kapsayan davada önemli ölçüde az cezalarla kurtulmuşlardı. Doğu Perinçek ise 1980 öncesinde sık sık gündemde yer alıyordu.

1989-1991 yılları arasında bir yanda haftalık sansasyonel bir yayın olan 2000’e Doğru, diğer yanda Sosyalist Partitartışmaları ve bu tartışmaların sonuçsuzluğundan sonra kurulan Sosyalist Parti ile, Perinçek çevresi kendini sürekli gündemde tutmayı başardı. Legal bir sosyalist partinin olmaması, TBKP’nin iyice kapitalist bir çizgiye kayarak düzenle uzlaşması, illegal solun genel kitleyle ciddi bir bağ kuramaması gibi faktörler, Sosyalist Parti ve 2000’e Doğru’nun genel sol potansiyel içerisinde sosyalizme ilgi duyabilecek bir kesim üzerinde etkinlik kurmasını sağladı.

PKK ile Yakınlaşma ve Ayrılık

“Çapulcu sürüsü” dediği PKK, 1980’li yıllarda yükseliş sürecine girip Kürt sorununa dair muhalif bir duruş her kesimin düzen karşıtlığında ciddi bir ölçü olmaya başlayınca, Perinçek geçmişi unutarak, PKK ise desteğe ve propagandaya ihtiyacı olduğundan unutmuş gibi görünerek birbirlerine yaklaşmaya başladılar. Perinçek, Bekaa Vadisi’ne giderek Abdullah Öcalan ile görüştü ve bu görüşmeyi kendi yayın organlarında yayımlayarak sol çevrelere, “PKK’dan bile icazet aldık” mesajı verdi. Bu, yeniden meşrulaşma ve affettirme amacıyla değerlendirildi.

1991 genel seçimleri sırasında, doğuda PKK, batıda SP biçiminde bir güçlülük noktasına yükselebilmek için PKK’nin SP’yi desteklemesine çalıştı. Ancak PKK, HEP ve SHP’ye yönelince Perinçek’in hesapları boşa çıktı. Bu noktadan itibaren, yıllardır donmuş bir şekilde duran bazı ideolojik ve politik eleştiriler, yavaş yavaş alıştırılarak PKK’ya karşı düşmanca bir tavra dönüştü. Perinçek, PKK içindeki çelişkiler (örneğin M. Şener olayı), PKK’nin bağımsızlık ve sömürge tezleri ile batıdaki eylemlerini eleştirmeye başladı.

İşçi Sınıfı Üzerine Stratejiler

PKK üzerindeki hesaplar tıkanınca, 1989’dan beri yedek bir konu ve dinamik olarak bekletilen “işçi sınıfı” devreye sokuldu. Grevler ve işçi eylemleri defalarca 2000’e Doğru’nun kapağına taşındı. Sosyalist Parti, kendisini işçi sınıfının “öncü müfrezesi” ilan etti.

Kemalizm ve Materyalist Propaganda

Perinçek ve çevresi, 1960’ların sonundan beri Kemalizmi en kararlı ve bilinçli bir tutumla sahiplenme ve savunma çizgisi izliyordu. Özellikle Kemalizmin laik ve milliyetçi boyutunu öne çıkararak, bir yandan “gerici” güçlere, diğer yandan “emperyalist Rusya”ya karşı M. Kemal’in bıraktığı mirası sürdürmeye çalışıyordu.

1980’li yıllarda, Evrenci Atatürkçülüğe karşı “en hakiki Atatürkçülük” iddiasını öne çıkaran Perinçek, İslam’a karşı da ateist ve materyalist bir propaganda savaşı ilan etti. Önce Atatürk’ün arkasına saklanarak, 1989-1990 yıllarında Turan Dursun’u keşfederek yoğun bir materyalizm propagandası yürüttü.

Müslümanlarla Diyalog Çabaları

Bu süreçte, Abdurrahman DilipakAli Bulaç gibi İslami aydınların yoğun çabaları sayesinde başörtülülerin eylemlerini ziyaret edip çiçek sunmayı, Müslümanların panellerine konuşmacı olarak katılmayı da ihmal etmedi.

Doğu Perinçek ve Sosyalist Parti’nin Üçlü Taktiği

Doğu Perinçek ve Sosyalist Parti’nin İslam, Türk ve Kürt solu ile MİT üzerine oturan üçlü taktiği, dönemsel konjonktürlere göre farklı ve hatta çelişkili biçimler alarak 1992 boyunca da devam etti. Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında, sürekli gündemde tuttuğu anti-Amerikancılığı ile bir yandan sola mesajlar gönderdi ve eski teorik tezlerini terk ettiği imajını vermeye çalıştı. Öte yandan, MİT ve ordu içindeki Amerikancı kanatlara karşı yıpratma taktiği izledi. Turan Dursun vesilesiyle laik güçlere güven verme ve sol içerisindeki ateist kesimleri toplama siyaseti güttü. Müslümanlarla diyalog yolunu açık tutarak etkili, söz sahibi ve ciddiye alınan bir sol önder kimliğini pekiştirmeye çalıştı. MİT’e saldırarak genel kamuoyunun gözünde düzen karşıtı bir profil çizmeye özen gösterdi.

Diğer yandan, MİT ve ordu içindeki Avrupacı ve Almancı kliklere de birtakım mesajlar gönderdi. 2000’e Doğrudergisi, yayınlarının hemen her sayısında tipik bir istihbaratçının bakış açısını, kafa yapısını ve yorum tarzını yansıtan bir gazetecilik örneği sergiledi. Her konuda bol dedikodu, orijinal komplo teorileri, ilginç darbe ve savaş senaryoları yayımladı. Bu yazılar, gizli güçlerin, entrikaların, hesapların ve dolapların her olguyu yönlendirdiği, herkesin bu karanlık odakların rahatlıkla birer maşası olabileceği esrarengiz bir dünya profili çizdi. Belki bu, 2000’e Doğru’nun somut dünyasının tabii bir ifadesiydi, belki de özel bir politika olarak gizli güçlerin ne kadar güçlü, büyük hesaplar sahibi ve her şeye kadir olduğu imajını yaratmak için yapılmıştı. Bu yayınlar, sol, sağ ve İslamcı kesimlerde belli etkiler uyandırmayı başardı.

Aydınlıkçılar: Politik Olgu Değil, Sosyolojik Bir Vaka

Aydınlık çevresi ve Doğu Perinçek, bir politik olgu olmaktan ziyade sosyolojik bir vaka olarak incelenmeye değer birçok özellik, misyon ve işleve sahip. Belgeli, fotoğraflı klasörler dolusu ihbarlar, hakaretler, ithamlar, dedikodular, yalanlar ve çarpıtmalarla dolu bir geçmişe sahip. Dolaylı Amerikancılık, doğrudan Avrupacılık, Kemalistlik, milliyetçilik gibi birçok zıt özelliğin nasıl unutturulabildiği, nasıl birbirine zıt tutumların aynı anda veya peş peşe alınabildiği ve tüm bunların ciddi bir sosyalistlik ve en doğru Marksistlik görüntüsü altında nasıl yapılabildiği geniş araştırmaların konusu olabilecek nitelikte.

Bu çevre, büyüleyici bir illüzyon, tesirli bir göz boyama ve sürekli bir telkinle amorf bir yapı sergiliyor. Sol olarak hiçbir önem taşımıyor. Ancak ister sosyolojik sebeplerin tabii bir ürünü olarak, ister karanlık odakların planlı bir uzantısı olarak değerlendirilsin, Türkiye coğrafyasındaki siyasi yapılar için böyle grupların her zaman etkin roller oynayabilecek bir zemine sahip olduğu gerçeğinin altını çiziyor.

Birikim Çevresi

Türkiye solunun elit ve nitelikli entelektüellerini temsil eden Birikim Dergisi, ilk olarak 1970’li yıllarda, 1976-1980 arasında yayımlanmıştı. Bu dergi, ideolojik kalıpların ötesinde entelektüel bir derinlik, tatmin olmaz bir arayış ve sürekli sorgulayıcı bir üslupla dikkat çekmiş, yazarlarının ve birebir ilişkilerinin oluşturduğu bir çevre niteliği kazanmıştı.

Ağırlıklı olarak 1960’lı yılların yükselen TİP’i içinde sol ve solculukla tanışan, 1968-1971 döneminde mistifikasyon sürecine girmeyip tartışma-bölünme sürecini izleyen bir çevreden oluşuyordu. Ancak bireysel ilişkiler veya bazıları için daha ileriye uzanabilen grupsal yakınlıklar sayesinde 1971 darbesinin etkilerinden de nasibini alan bu çevre, 1970’li yıllar boyunca genel “solculuk” kategorilerinden ayrılarak farklı arayışları temsil etmiş ve özgün bir nitelik kazanmıştı.

Birikim Dergisi ve Çevresi

Özellikle üniversite kimliği ve yurtdışı eğitimi gibi akademik bir atmosferde şekillenen aydın bireylerin, 1970’li yılların kaos ortamına rağmen ciddi sorular sorarak sol adına entelektüel bir arayışa yönelmeleri ve bu arayışın ürünlerini aylık bir dergide değerlendirmeleri söz konusu olmuştur.

Bir yanda Çin-Sovyet kutuplaşması sonucu ortaya çıkan uluslararası sosyalizmin bölünmüşlüğü, diğer yanda hem Sovyetler Birliği’nin hem de Çin’in giderek bürokratik ve baskıcı birer totaliter devlete dönüşüp kapitalist-emperyalist dünyayla yarışa girmesi sonucu uluslararası sosyalist dünyada birtakım yeni Marksist kavrayışlar gündeme gelmişti. Alışılmışın dışına çıkan bu Marksizm yorumları, 1970’li yıllar boyunca genel olarak “Avrupa Komünizmi” başlığı altında toplanarak farklı bir solculuk anlayışı ortaya koymuştu.

Bu arayışların en önemli yönü, keskin bir reel sosyalizm eleştirisini temel alarak Stalin ve Lenin’i de içeren geleneksel solun mitlerini sorgulamak ve Marksizmi savunmaya yeniden yönelmekti. Avrupa merkezli bu perspektifin, o dönemin sosyalist düşüncesine farklı bir soluk getiren yönü, sivil toplum, sosyalist demokrasi ve daha liberal bir Marksizm yorumu ile öne çıkıyordu. Bu düşünceler, Leninist yorumların (proletarya diktatörlüğü, devlet, devrim, emperyalizm vb.) aksine, ütopik sosyalizmin eşitlikçi ve hümanist yaklaşımlarından, genç Marx’ın felsefi yazılarından, 1848-51 Paris Komünü deneyiminden ve Soğuk Savaş dünyasındaki krizlerin ürünü olan feminizm, çevrecilik gibi yeni akımlardan etkilenmişti.

Eurokomünizm ve Gramsci’nin Etkisi

1970’li yıllarda Avrupa komünizmi, İtalya Komünist Partisi’nin önde gelen teorisyenlerinden Antonio Gramsci’nin düşüncelerinden besleniyordu. Gramsci’nin İtalya’daki faşizme karşı geliştirdiği “sivil toplumun devlete karşı işlevi” anlayışı, 1970’lerin Eurokomünizmi için önemli bir referans olmuştu. “İleri” Avrupa merkezinden dünyaya bakan bu akım, endüstri-ötesi çağa geçen Avrupa toplumlarına uygun, gelişkin bir sosyalizm projesi sunuyordu.

Birikim Dergisi, 1970’li yıllarda Eurokomünizmin Türkiye’ye uyarlanmış bir biçimini yansıtıyordu. Gerçek anlamda sağ-sol çatışmasının ve sürekli krizlerin yaşandığı 1970’li yılların Türkiye’sinde, sanayi-ötesi toplumların sosyalizm anlayışı, yerleşik Marksist şablonların ve teorilerin oldukça dışında bir yaklaşımla geliştirilmeye çalışılıyordu.

Sivil Toplumculuk ve Birikim’in Rolü

1980’li yıllarda, Antonio Gramsci’nin sivil toplum teorisine dayanan ve Avrupa komünizmi tarafından teorize edilen “sivil toplumculuk” akımı belirgin bir görünüm kazandı. Geleneksel solun yenilgi ve bozgun yıllarına denk gelen bu dönemde, ortaya çıkan boşluk sayesinde geçici bir yükseliş gösterdi. Ancak örgütlenme ve bütünlüklü bir çerçeve oluşturma iddiası taşımadığı için, dağınık ve birbirine benzeyen aydınlardan oluşan bir çevre olarak kaldı. Solun yeniden toparlanması ile birlikte eski prestijini kaybetti.

1991 ve 1992 yıllarında, “yeni bir sosyalizm tasavvuru” eksenindeki tartışma forumu özelliği kazanan Birikim Dergisi, bu dönemde yükselen İslami uyanışı sürekli gündem konusu yaptı. 1992 boyunca, Ali Bulaç’ın geliştirmeye çalıştığı “Medine Vesikası temelinde çoğulcu toplum projesi” tartışmalarına aktif olarak katıldı ve bu tartışmalara sayfalarını cömertçe açtı.

Birikim’in Çevresi ve Yazıları

Belirli bir entelektüel derinliği yansıtan ve özgün bir perspektife sahip görünen Birikim Dergisi, “sol bir çevre” olmaktan çok, Türkiye entelijansiyası içinde seçkin bir çevre olarak değerlendirilebilir. Derginin sürekli yazarları arasında Murat Belge, Ömer Laçiner, Tanıl Bora, Ahmet İnsel, Ragıp Ege, Ertuğrul Başer ve Taner Akçam gibi isimler bulunuyordu.

 

kaynak: Bakış’92 Yıllığı/Ahmet Özcan

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.