Türk Savunma Sanayiine İlişkin Bir Değerlendirme  

Türkiye için bundan sonrasında mesele, savunma sanayini yerlileştirmek değil, sürdürülebilirliği sağlamak. Bunun yolu ise içerde, savunma sanayine ilişkin toplumsal ve siyasal mutabakatı genişletmek ve konuyu partiler üstü bir konuma taşımayarak siyasal tartışmaların dışına taşımaktan; dışarıda ise dost ülkeler ile girişilecek işbirlikleri, ortak üretim projeleri ile yerli savunma sanayini destekleyecek dışsal ekosistemi yaratmak ve genişletmekten geçiyor.
Temmuz 31, 2025
image_print

Türk savunma sanayisi, gerek son on yıllardaki hızlı gelişimi gerek uluslararası alanda yaşanan askeri hareketlilik nedeniyle gittikçe daha fazla kamuoyunun dikkatini çekmekte. Bu durum konunun siyasallaşmasına, bu kapsamda kimi zaman abartılı yorumlara kimi zaman ise hak etmediği söylemlere konu olmaktadır.

Türk savunma sanayinin gelişimin, hâkim olan farklı dinamikleri dikkate alarak beş döneme ayrılması mümkündür. İlk dönem, Osmanlı’nın son döneminde İttihatçıların milli ekonomi anlayışının uzantısı olarak çoğu subay kökenli kişilerin başlıca aktörler olduğu Cumhuriyetin ilk yıllarından NATO’ya girişe kadar geçen dönemdir. Türk savunma sanayinin özgün yerli ürünler verdiği, ancak bu girişimlerin bir kurumsal yapıya veya devlet politikasına dayanmadığı bu dönem, kurumsal yapının olmaması, siyasal iktidarların konuya gereken önemi vermemesi, çok partili yaşamın başlamasıyla ortaya çıkan kişisel siyasi çekişmeler ve NATO üyeliğinin yarattığı dönüşümle sona erdi.

Türkiye’nin NATO üyeliği ile başlayan ve savunma sanayi alanında önemli bir gelişmenin olmadığı 1940’ların sonu ve ellilerin başında başlayan ikinci dönem ise Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle uygulanan ambargolarla birlikte sona erdi. Bu dönemin temel özelliği, yerli savunma sanayinin büyük ölçüde ortadan kalkması ve askeri envanterin ABD yardımlarına bağımlı hale gelmesi oldu. Kıbrıs Barış Harekatının yol açtığı ambargolarla başlayan üçüncü dönem ise Türkiye’nin NATO üyeliği ile dâhil olduğu Batı Blokunun ambargoları nedeniyle kendisine yerli bir savunma sanayi inşa etmek zorunluluğu hissettiği bir dönem oldu. Bu dönemin ana iki özelliği, yerli savunma sanayi kurma düşüncesinin, savaş uçağı lastiği bile bulunamamasına yol açan ambargolar gibi dışsal bir etkiye tepki olarak ortaya çıkması ve bu amacı başarmak için, Cumhuriyetin ilk yıllarının aksine, devlet destekli kurumsal bir yapılanmaya yönelinmesidir. Gerek askeri fabrikalar gerek Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı gibi kamusal özellikteki bir vakfa ait Askeri Elektronik Sanayi -Aselsan (1975), TAI/TUSAŞ (1973), Roketsan (1988) vb.  şirketlerin kuruluşu, dönemin sektörün işleyişinde bugün dahi belirleyici katkıda bulunduğu en önemli gelişme olmuştur. Ancak gerek savunma sanayine yönelik yaklaşımdaki değişmenin ülkenin ekonomik yapısı, sanayisi, bilim ve teknoloji altyapısı ya da dış politika amaçlarından değil de üyesi olunan siyasi blokun uygulamalarına tepkiden kaynaklanması ve gerekse de kapsamlı politikalar üretecek siyasi istikrara, politik iradeye, ekonomik güce ve insan kaynağına sahip olunmaması nedeniyle stratejik seviyede bir dönüşüm söz konusu olmamıştır. Kıbrıs nedeniyle uygulanan ambargoların kalkması, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası ABD ile gelişen ilişkiler, yerli savunma sanayinin geliştirilmesine yönelik pratik ihtiyacı ortadan kaldırmıştır. Bu sebeple söz konusu çabalar bir süreklilik göstermemiştir. Bu durumu yansıtan herhalde en iyi örnek, Türkiye’nin, Özal’ın ABD ile yakın ilişkileri sonucu F 16 uçakları için üretim ve bakım yetkisi kazanan TAI/TUSAŞ’ta bu uçaklara ilişkin eğitim verdiği Güney Kore’den 2007 yılında pilot yetiştirmek için KT 1 temel eğitim uçağı almasıdır. Dolayısıyla bu dönemde de konuya yönelik stratejik bir yaklaşım belirlenmemesi nedeniyle siyasi ilişkilere bağlı konjonktürel kazanımlar dışında dönüştürücü olarak kabul edilebilecek kapsamlı bir gelişme yaşanmadı. Kurumsal alanda ise 1985 yılında Savunma Sanayi Başkanlığının, Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı adıyla kurulması gibi sektörün kurumsal yapılanmasına yönelik atılan adımlar, dönemin en önemli kazanımı oldu.

Yerli savunma sanayi konusunda stratejik yaklaşımın belirlemeye başlaması ise Soğuk Savaşın bitmesi ile başlayan dönemde ortaya çıktı. 1990 – 2002 arasını kapsayan ve sürekli siyasi istikrarsızlıkların yaşandığı bu dönemde, ABD’ye bağımlılığın söz konusu olduğu hava kuvvetlerinin aksine, Deniz ve Kara Kuvvetlerinde yerlileşme konusunda değişen uluslararası ortama paralel olarak ciddi ve bilinçli bir çaba sergilendiği görülmektedir. ABD’nin hibe ettiği firkateynleri saymazsak çoğunlukla Alman ürünlerinin kuvvete bağlı tersanelerde yerli olarak üretildiği Deniz Kuvvetleri cephesinde, bugün Milli Gemi’nin kısaltması olarak kullanılan MİLGEM projesinin fikir ve tasarım bazında çalışılması, yine hala daha üretemediğimiz TF 2000 hava savunma fırkateyni gibi projelerin geliştirilmesi, zihniyet değişimi ve çabaya örnek verilebilir. Bu dönemin daha dikkat çeken gelişmesinin ise Kara kuvvetleri cephesinde, özellikle topçu sınıfı bir subay olan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun önce kuvvet komutanlığı sonra dört yıl süren Genel Kurmay Başkanlığı döneminde liderlik ettiği yerlileştirme hamlesi olduğunu söylemek mümkündür. Bu dönemde Güney Kore ile yapılan işbirliği ile Fırtına Topçu Obüsünün geliştirilmesi, Sakarya, Kasırga vb. farklı menzillerde topçu ve topçu roket sistemlerinin kah ar-ge çalışmaları kah yabancı ülkelerden teknoloji transferi yoluyla geliştirilmesi suretiyle Kara Kuvvetlerinin hem envanterinin yerlileştirilmesi hem de ateş gücünün önemli ölçüde artırılması, bu yönde atılan adımlara örnek verilebilir. Yine Kuvvetin talebi ile TÜBİTAK tarafından yürütülen Toros Balistik Füze projesi ve bunun yanı sıra Çin’den Varyag gemisinin Boğazlardan geçmesi karşılığında bugün kullanılan Bora/Khan balistik füzesinin teknolojisinin transfer edilmesi, konuya ilişkin verilebilecek diğer örneklerdir. Dolayısıyla bu döneme ilişkin dikkat çeken bir husus, NATO üyeliğine karşın – muhtemelen Pakistan aracılığıyla – Çin ile geliştirilen askeri ilişkiler olmuştur. Yine bu dönemde İsrail ile yürütülen modernizasyon projeleri ile özellikle Aselsan’ın elektronik alanında elde ettiği teknolojik birikim, savunma sanayinin yerlileştirilmesinde önemli bir kilometre taşı olmuştur.

Bu dönemde savunma sanayinin yerlileştirilmesi sürecinin öne çıkan dinamikleri, Askerin, özellikle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin öncülük ettiği bir dönem olması, soğuk savaş sonrası değişen uluslararası konjonktür ve ABD’nin Körfez Savaşı sonrası dönemde izlemeye başladığı Ortadoğu Politikası nedeniyle ilişkilerde yaşanan gerilimlerin yerli savunma sanayi konusunda etkili bir fikri katalizör olması, Batılı olmayan Pakistan, Güney Kore, Çin ve İsrail gibi ülkeler ile yürütülen projeler ve işbirlikleri ile geliştirilen sistemler ve kazanılan teknolojik birikim, ülkede üniversitelerin artışı ve TÜBİTAK’ın etkinleşmesi ile birlikte yüksek teknoloji gerektiren ar-ge projelerinin yürütülmesinin mümkün hale gelmesi olarak özetlenebilir.

Türk savunma sanayi açısından AK Parti iktidarı dönemindeki gelişmelerin ise Parti’nin kendi yürüttüğü politikalardaki değişimi de dikkate alarak 2002-2010 ve 2010 sonrası olarak ikiye ayrılması daha isabetli olur. Bunlardan 2022-2010 döneminin politikalarına yön veren ana dinamikler, İktidar ile Askeri bürokrasi arasındaki gergin ilişkiler ile 11 Eylül sonrası değişen uluslararası ortam ve ABD ile ilişkilerin seyri, AB adaylık sürecinin, Öcalan’ın yakalanmasının PKK’yı eylemsizliğe sürüklemesinin yarattığı güvenlik çıpası, Şubat 2001 ekonomik krizinin yarattığı mali etki oldu. Bu dönemde iktidarın savunma sanayine bakışının stratejik olmaktan ziyade pragmatik olduğunu; Parti’nin liberal politikaları benimsediği bu dönemde savunma sanayi politikalarını belirleyen iki ana düşüncenin, çekişme yaşanan Askeri kanadın daha fazla güçlenmemesi isteği ile askeri dış alımların cari açık yaratmaması isteği olduğu söylenebilir. Bu dönemin en önemli gelişmesi, savunma sanayinin bugün geldiği noktanın büyük ölçüde başlangıç noktası olarak kabul edilmesi gereken Mayıs 2004 Savunma Sanayi İcra Komitesi kararları olmuştur. Bu toplantı ile savunma sanayinin yerlileştirilmesi, yerlilik oranının aşamalı olarak %50 ve üzerine çıkarılması yönünde hem de siyasetçilerin de ön ayak olması ile ilk kez kapsamlı bir stratejik plan kabul edilmiştir. Ancak o tarihte bu yaklaşım, ülke dış politikasına yönelik bir strateji değişikliğinden ziyade, ekonomik gerekçelerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle söz konusu dönemde stratejik silah sistemleri yerine platformların yerli üretilmesine öncelik verilmesi söz konusu olmuştur.

2008’de ABD’de Obama döneminin başlaması ve Türkiye’ye yönelik politikaların değişmesi, Arap baharı süreci ve son olarak Suriye İç Savaşı ise Türkiye’nin savaş araçlarının yerlileştirilmesinin yanı sıra stratejik silah sistemlerinin yerlileştirilmesine yönelinen bir sürecin başlamasına neden oldu. 2009 yılında itibaren Obama Yönetiminin PKK’ya karşı operasyonlarda kullanılan güdüm kitlerinin satın alınmasına bile engel olması şeklinde yaşanan örtülü ambargo örnekleri, artık insan gücü ve teknolojik olgunluk bakımından belli bir seviyeye gelmiş olan Türkiye’yi, tarihte eşine az rastlanır bir iştah ve hızla roket, füze, hava savunma sistemleri gibi stratejik silah sistemlerini yerli olarak geliştirmeye yöneltti. Bu eğilim, çözüm sürecinin PKK tarafından bozulması, Suriye’de YPG’nin Fırat’ın batısına yönelmesi, Doğu Akdeniz eksenli gelişmeler ve son olarak 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı ortam ile birlikte hızlanarak devam etti. Artık bu dönemde savunma sanayinin yerlileştirilmesinde ana etken, başta PKK’nın yok edilmesi ile Suriye ve Doğu Akdeniz eksenli çatışma senaryolarının sürüklediği beka temelli stratejik bir yaklaşım oldu. Bu yaklaşım Libya ve Karabağ savaşları ile birlikte 2020 sonrasında yerini, savunma sanayindeki gelişmelerin bölgesel güç olma hedefli dış politikanın desteklenmesinin aracı haline geldiği yeni bir yaklaşıma bıraktı. Gerek Endonezya, Bangladeş, Malezya ve Pakistan ile geliştirilen gerek Afrika ülkeleriyle yürütülen ilişkiler ve son olarak Suriye eksenli gelişmeler, bu son durumun bir örneği durumunda.

Günümüzde Türkiye, yürütülen projeler de dikkate alındığında, savunma sanayi alanında ABD ve Çin’in ardından Fransa ile birlikte en gelişmiş teknolojiye sahip ülke konumunda. Bu bakımdan en yüksek teknolojinin hâkim olduğu alanda çok uzun olmayan bir zaman diliminde kat edilen yol, dünyada az rastlanan bir gelişmeye tekabül ediyor. Sektör, Devlet içinde SSB’nin öncülük ettiği kurumsal yapı tarafından hazırlanan stratejik planlar doğrultusunda çalışıyor. Ancak geçmişin aksine bugün, sadece TSKGV uzantısı şirketlere değil, özel sektörün, çok sayıda KOBİ aracılığıyla tabana da yayılan geniş bir katılımına dayanıyor. İhtiyaç duyduğu nitelikli insan gücünü, ülke içinden karşılayabiliyor. Siyasal kutuplaşmanın yol açtığı tartışmalar bir yana bırakılırsa bu alanda yapılan çalışmalar, toplumun geniş kesimlerinin desteğini alıyor ve memnuniyetle karşılanıyor. Yıllık 10 milyar dolar ihracat hedefine doğru giden sektör, ülke ekonomisine doğrudan katkı sağladığı gibi, hem ülke içinde yarattığı güvenlik ortamı hem de dış politikada sağladığı kazanımlar ile dolaylı olarak da önemli katkılar sağlıyor. Bu bakımdan ekonomi ve dış politikasında motor rolü oynuyor.

Savunma sanayi alanındaki gelişmeler, TSK’nın gücünü artırarak ülkenin bölgesel güç konumunu desteklediği gibi küresel bir güce dönüşmesinin de önünü açıyor. Sivil amaçlarla da kullanılabilen uydu projeleriyle en az bin kilometrelik çapında bir alanda etkili olabilecek balistik ve cruise füze projeleri bölgesel güç konumunu desteklerken aynı anda 38 savaş gemisinin inşası gibi Deniz Kuvvetleri alanına yapılan yatırımlar, küresel etkiye sahip bölgesel güç politikalarının yolunu açıyor. Denizaltı ve savaş gemilerinden balistik ve seyir füzesi (Gezgin) atabilme kabiliyetinin kazanılması, menzil önem taşımaksızın küresel vuruş gücü kazandırıyor. İstendiğinde kıtalararası balistik füze geliştirebilecek teknolojiye ulaşılması da bu durumu destekliyor.

Elbette konuya ilişkin eleştirilebilecek hususlar da var. Örneğin, her şeyin yerlisini yapmaya çalışmanın yol açtığı gecikmelerin TSK envanterinde zaman zaman yarattığı zaaflar veya görüş ötesi hava – hava füzesi için yıllardır TÜBİTAK tarafından Gökhan füze projesi yürütülmesine rağmen son IDEF’te, başka ülkelerde örneği görülmedik bir biçimde, Roketsan’ın da Gökbora adıyla kendi füzesini tanıtması gibi durumlar yürütülen kimi projelerde kaynakların ne kadar etkin ve doğru kullanıldığı, kimi projelerdeki bazı tercihlerin doğruluğu, eleştiriye açık ve tartışılabilir hususlar. Ancak bunlar, kuşkusuz, Türkiye’nin artık Dünya’da savunma sanayi alanında en gelişmiş beş ülkeden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Türkiye için bundan sonrasında mesele, savunma sanayini yerlileştirmek değil, sürdürülebilirliği sağlamak. Bunun yolu ise içerde, savunma sanayine ilişkin toplumsal ve siyasal mutabakatı genişletmek ve konuyu partiler üstü bir konuma taşımayarak siyasal tartışmaların dışına taşımaktan; dışarıda ise dost ülkeler ile girişilecek işbirlikleri, ortak üretim projeleri ile yerli savunma sanayini destekleyecek dışsal ekosistemi yaratmak ve genişletmekten geçiyor. Farklı ülkelerle birbiri ardına açıklanan ortak üretime dayalı ihracat anlaşmaları ve firmalarımızın yurtdışında yaptığı şirket satın almaları, bu konuda da doğru yolda olunduğunu gösteriyor.

Doç. Dr. Cem Şenol

Doç. Dr. Cem Şenol, 1979 yılında Erzurum'da doğdu, Bursa'da büyüdü. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Atatürk Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilimdalında ceza hukuka alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Anabilimdalında doçent olarak çalışmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA