Geçen haftadan önceki hafta Wesleyan Üniversitesi’ne gittim ve “İyi Bir Adam Bulmak Zor” (A Good Man Is Hard to Find) adlı öyküyü okudum. Sonrasında bir derse katıldım ve bana sorular yöneltildi. Sınıfta birkaç genç öğretmen vardı; içlerinden biri, gayet ciddi görünen bir tip, sorular sormaya başladı.
“Bayan O’Connor,” dedi, “Misfit’in şapkası neden siyahtı?”
Ben de, Georgia’daki çoğu köylünün siyah şapka taktığını söyledim. Oldukça hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Sonra, “Bayan O’Connor, Misfit İsa’yı temsil ediyor, değil mi?” dedi.
“Hayır, etmiyor,” dedim. Bu sefer iyice yıkıldı.
“Peki Bayan O’Connor,” dedi, “Misfit’in şapkasının anlamı nedir?”
“Başını örtmek içindi,” dedim; ondan sonra beni rahat bıraktı.
Her neyse, edebiyat öğretimi işte böyle bir hâl aldı.
– Flannery O’Connor
Flannery O’Connor’ın mektuplarının toplandığı hacimli eser The Habit of Being’in (Varoluş Alışkanlığı) ortalarında, O’Connor’ın dostu ve profesörü William Sessions’a yazılmış gizemli bir cümle yer alır. Bu cümleyi daha da parlak kılan şey, onun gelişigüzel yazılmış bir dipnot (postscript) olmasıdır:
Not: Kafası tamamen Teoriyle dolu. Teoriler, Erinyelerden (Furies – intikam tanrıçaları) bile daha beter.
O’Connor’ın tam olarak kimi kastettiğini bilmiyoruz, ama o kişi hakkında ne hissettiği son derece açık.
Antik Yunan ve Roma mitolojisine aşina olmayanlar için: Erinyeler (Furies, intikam tanrıçaları), Yeraltı Dünyası’nda yaşayan ve intikam için çağrılana dek orada kalan üç kız kardeşti. Bu tanrıçalar şunlardı: Alecto (sonsuz öfke), Megaera (kıskanç öfke) ve Tisiphone (intikamcı yıkım). Tanrıların en eski kuşaklarından biri olan titan Cronus’un kendi babasını vahşice hadım etmesiyle dökülen kandan doğmuşlardı. Ahlaki bir ilkeyi ya da yasal bir kuralı çiğneyenleri—özellikle tanrılara ya da aile onuruna hakaret edenleri—sürekli olarak azarlayan, takip eden, işkence eden ve delirten varlıklardı. En meşhur örneği ise, babası Agamemnon’un cinayetini annesi Klytaimnestra’yı öldürerek intikam alan Orestes’tir. Erinyeler, kefaret ödememiş bu suçun ardından Orestes’i cehennemvari bir şekilde acımasızca takip etmişlerdir.
Ancak O’Connor’ın sözünü ettiği Teoriler (Theories), aslında hikâyenin özünü bozan ve okuyucuyu soyutlamalara gömen, moda olmuş edebi varsayımlardır. “İyi Bir Adam Bulmak Zor” (A Good Man Is Hard to Find) adlı kısa öyküsünün aşırı uçta bir yorumunu okuduktan sonra, O’Connor öfkeyle şöyle demiştir:
“Doksan öğrencinizin ve üç öğretmeninizin yaptığı yorum, tam anlamıyla hayal ürünü ve benim niyetimden olabildiğince uzak. Eğer bu yorum meşru olsaydı, öykü bir tür numaradan ibaret olurdu ve tek ilgi noktası anormal psikoloji olurdu. Oysa ben anormal psikolojiyle ilgilenmiyorum. (…) Fazla yorum, az yorumdan kesinlikle daha kötüdür; bir hikâyeye dair hissiyat yoksa, teori o hissi sağlayamaz.”
Akademinin durumu ve orada eğitilen yetersiz öğrenciler karşısında büyük bir düş kırıklığı yaşayan O’Connor şöyle yakınmıştı: “Ses tonum rahatsız edici olsun diye değil. Şoktayım.”
Yunan ve Roma edebiyatındaki Erinyeler gibi, Teoriler de her yerdedir. Şunu baştan kabul edelim: Dünyanın işleyişini gözlemlemek ve gördüğümüz şeyler etrafında bir teori kurmak, tamamen doğal ve olağan bir davranış biçimidir. Eğer hayatı yönlendiren ana temalar ve neden-sonuç ilişkileri olmadan, dünyada sürekli yeni ayrıntılarla baş başa kalsaydık, yönümüzü kaybederdik. Ancak O’Connor’ın en sert şekilde karşı çıktığı şey, Teoriye duyulan tapınma ve onun aşırı hevesle yanlış uygulanmasıdır.
Tarih boyunca Teoriye karşı bir sarhoşluk hali olagelmiştir. Antik çağların hayalci sofistleri, Aydınlanma döneminin kibirli düşünürleri ve modern çağın dar alanda uzmanlaşmış akademisyenleri, doğa tarafından sınanmamış ve gerçeklikten kopuk kafa karıştırıcı teoriler üretmişlerdir. Bilimsel yöntem ortaya konduktan kısa bir süre sonra, bu yöntemi mutlaklaştıranlar onu her şeye uygulanabilir sanmış ve bu yöntemin kapsamı dışında kalan her şeyi ya saçmalık ya da ilgisiz ilan etmişlerdir.
Teorilere duyulan böylesi boyun eğmenin kusursuz bir örneği, Harvard profesörü Steven Pinker’ın yıldızlara bakan bilimcilik anlayışıyla, edebiyat eleştirmeni Leon Wieseltier’in felsefi sağlamlığı arasında geçen bir tartışmaydı. Konu neydi? Bilimin, beşeri bilimleri “arındırmadaki” rolüydü.
Bilimin, edebiyatı teknik olarak çözümleyip (ve bir şekilde zenginleştirip) açıklayabileceği tüm o “harika yöntemler” karşısında Wieseltier içini çekerek şöyle dedi:
“Sanatın nasıl işlediği, sanat hakkında sorulabilecek en derin soru değildir. Yıllar önce, Roman Jakobson’un Baudelaire’in ‘Le Chat’ adlı şiirinde ünsüzlerin yerleşim desenleri üzerine verdiği bir konferansa katılmıştım; bu, bir şiir üzerine dinlediğim en az aydınlatıcı konuşmaydı. ‘Davranış genetiği, ebeveyn etkisine dair halk arasında yaygın olan teorileri, genlerin, akran çevresinin ve rastlantıların etkilerine dair bulgularla güncelleyebilir ve bu, biyografi ile anıların yorumlanmasında derin etkiler yaratabilir.’ Derin mi? Bence değil. Genetik kökeni ne olursa olsun, bir insanın babasıyla yaşadığı deneyim, onun babasıyla yaşadığı deneyimdir. Ve bu ilişkinin bir biyografide ya da anıda temsil edilmesi, genetik özelliklerin (phenotype) peşine düşmekten çok, empati ve dürüstlük gerektirir.”
Teorilerin coşkulu müridleri her şeyi yanlış anlıyor. Bir mimar planlarını çizmeye başlamadan önce mutlaka zemini incelemelidir. Bir zamanlar biri şöyle demişti: Adam Smith, Ulusların Zenginliğini (The Wealth of Nations) yerel pazardaki takas ticaretini gözlemledikten sonra kaleme aldı; oysa Karl Marx, Komünist Manifestoyu, Britanya Kütüphanesi’nin izole ve boğucu raflarında yazdı. Ne gariptir ki, kendilerini bilime derinden bağlı olmakla övünen Teori yaratıcıları ve taraftarları, genellikle tembel bir inanma eğilimi sergilerler. İnsani doğanın köşeli yapısını kavrayamadıkları için, onu Teorinin yuvarlak deliğine zorla sığdırmaya çalışırlar.
Bazı modern aktivistler ise, ırk ve toplumsal cinsiyet, ekonomi ve siyasal felsefe etrafında dönen karmaşık teorilere sıkı sıkıya sarılıyor. Haklı öfke, akademik kulelerden konuşan entelektüellik ve aşırı basitleştirme ile beslenen bu kişiler, mevcut duruma saldırıyor ve sabırsızca olması gerekeni dayatıyorlar. Sonuçta, haklı olmak iyi hissettirir — bir sorunu nasıl çözeceğini bilmek, beceriksizlikle dolu bir dünyada kendimize biçtiğimiz değeri güçlendirir. Öfkelenmek de iyi hissettirir; tutkuyla yanmak, anlamlı bir hayat yaşadığımız hissini verir. Ancak O’Connor’ın uyardığı gibi: “Deneyim olmadan gelen inanç, katılığa dönüşür.” Ortaya çıkan sonuçlar yalnızca yıkıcı değil, aynı zamanda etkisizdir. Teoriler, insanın özgür iradesi ve kırılganlığı, biyolojik gerçekler ve siyasal hakikatler gibi sinir bozucu nüansları hesaba katmaz. Ve bu Teoriler gerçek dünyada kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğradığında, aktivistler bundan ders çıkarmak yerine, uygulamaya daha da sıkı sarılırlar. Örneğin, komünizmin “işe yaradığı” defalarca söylenmiştir. Sadece “doğru şekilde uygulanması” gerekir. Oysa bu düşünce tarzının doğal sonucu, coşkulu bir yaşam değil, yavaş yavaş küllere dönüşen bir hayattır.
İndirgemeci, bağlamından koparılmış ve orantısız şekilde çarpıtılmış olan Teoriler, tuhaf bir şekilde insanların düşünmeyi bırakmasına neden olur. “Araştırmalar gösteriyor” ve “bilimsel çalışmalar iddia ediyor”, “uzmanlar hemfikir” ve “bilim ısrar ediyor” gibi ifadeler, Teorilere dayanan cümlelerin çoğunun başlangıcıdır. Oysa gerçek düşünür şöyle karşı çıkar: “Hangi araştırmalar?”, “Kalitesi neydi?”, “Kim üzerinde yapıldı?”, “Hangi amaçla?” Daha da önemlisi, Teorilere karşı sağlıklı bir şüphe duyanlar (kendini beğenmiş muhalifler değil), bu teorilerin kişinin deneyimi, sezgisi, içgörüsü ve sağduyusuyla nasıl örtüştüğünü sorgulamaktan asla vazgeçmez. Teorileri arındıran en güçlü süzgeç, tükenmez bir sorudur: “Bu mantıklı mı?”
Teoriler, Erinyeler gibi amansızdır. Arı sürüsüne benzerler. Günlük haberleri şöyle bir gözden geçirdiğinizde, şu mesajla karşılaşırsınız: “Gördüğünüz şey aslında gerçek değil! Bizim [boşluğu doldurun] teorimizi dinleyin!” Siyasi teoriler ve toplumsal teoriler, tıbbi teoriler ve felsefi teoriler, dini teoriler ve edebi teoriler bizi dört bir yandan kuşatır. Bunların bazıları iyidir. Ama çoğu düpedüz berbat durumdadır.
William F. Buckley Jr., 1961 yılında Esquire dergisine verdiği bir röportajda ünlü bir şekilde şunu söylemiştir: “Harvard Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından yönetilmektense, telefon rehberindeki ilk iki bin kişi tarafından yönetilmeyi tercih ederim.” Bunun nedeni, Harvard’ın Teorilerle istila edilmiş olmasıdır.
Ya siz?
*Tod Worner pratisyen bir iç hastalıkları doktorudur. Bishop Robert Barron’un Evangelization & Culture Online platformunun genel yayın yönetmenidir. Ayrıca Evangelization & Culture, Journal of the Word on Fire Institute dergilerinde editörlük ve yazarlık yapmakta, Evangelization & Culture Podcast’ini sunmaktadır.