Suriye’de 8 Aralık 2024 tarihinde Esad rejiminin çöküşüyle başlayan yeni dönem, salt bir iktidar değişiminden ziyade, devletin doğasına ilişkin ontolojik bir mücadelenin başlangıcı olarak okunabilir. Bu süreç, savaşın tahrip ettiği kurumsal yapıların yeniden inşası ile sınırlı kalmamış; merkez-çevre ilişkilerinin ve meşruiyet rejimlerinin yeniden tanımlandığı çok katmanlı bir dönüşüm halini almıştır. Ahmed Şara liderliğindeki geçiş hükümeti, devraldığı kurumsal enkazı bir “üniter ulus-devlet” paradigmasıyla onarmaya çalışırken, 13 yıllık iç savaş sürecinin yarattığı sahadaki bazı yapılar bu vizyona direnmektedir. Dolayısıyla mevcut tabloyu salt bir “geçiş süreci” olarak değil; Şam merkezli “yeniden merkezileşme stratejisi” ile çeperdeki “fiili otonomi pratikleri” arasındaki asimetrik ve sürekli bir güç mücadelesi olarak değerlendirmek gerekmektedir. Söz konusu bu mücadele, temelde iç içe geçmiş üç stratejik fay hattı üzerinde cereyan etmektedir: (i) kuzey ve güneydeki fiili otonomi pratikleri, (ii) güvenlik mimarisinin merkezileştirilmesi sorunsalı ve (iii) dış aktörlerin rolü.
Merkez-Çevre Gerilimi: Kuzeydoğu ve Güney Eksenleri
Yeni yönetimin karşılaştığı en büyük yapısal kriz, egemenliğin mekânsal paylaşımı noktasında, özellikle de kuzeydoğu ekseninde düğümlenmektedir. Literatürde sıkça Kürtler’in “federalizme geçişi” olarak romantize edilen sürecin aksine, Şam yönetimi Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) fiili özerkliğini bir model olarak kabul etmemekte; bilakis bunu üniter yapıya varoluşsal bir tehdit olarak kodlamaktadır. Kuzeydoğuda SDG’nin belirleyici olduğu özerk idari ve güvenlik yapılanması devam ederken, Ahmed Şara yönetimi Kürt meselesini çözmek için siyasi bir statü veya federasyon yerine, yalnızca “idari ademi merkeziyetçilik” formülünü masada tutmaktadır. Şam’ın perspektifinden bakıldığında, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması kabul edilebilir bir tavizken, özerk yapıların anayasal bir statü kazanması “bölünmeye giden yol” olarak reddedilmektedir. Bu bağlamda, Şam ile SDG arasındaki mevcut durum bir ortaklık inşasından ziyade, tarafların birbirini yok edemediği için sürdürmek zorunda kaldığı, güç dengeleri değişene kadar geçerli olacak bir “husumetli ateşkes” (hostile truce) niteliğindedir.
Bu bağlamda, 10 Mart 2025’te Ahmed Şara ile Mazlum Abdi arasında imzalanan mutabakat, normatif düzeyde önemli bir eşiği temsil etmektedir. Anlaşma, Kürt topluluğunun Suriye’nin yerli unsurlarından biri olarak tanınması, tam vatandaşlık ve anayasal hakların güvence altına alınması, ülke genelinde ateşkesin sağlanması ve zorla yerinden edilmiş kişilerin güvenli ve gönüllü dönüşünün teminat altına alınması gibi ilkeleri içermektedir. Bu maddeler, yeni devletin kapsayıcı bir siyasal yapıya evrilme iddiasını güçlendirmektedir. Ancak mutabakatın pratik uygulamaya dair yönleri oldukça sınırlı kalmıştır. Anlaşma ayrıntılarının 2025 yılı sonuna kadar komiteler aracılığıyla şekillendirileceği yönündeki formül, sürecin kurumsal kırılganlığını ve belirsizliğini yansıtmaktadır. SDG’nin ulusal orduya entegrasyonu ilkesel düzeyde kabul görmüş olsa da, örgütün kendi askerî yapılarının otonomisini koruma yönündeki ısrarı, geçiş sürecinin zorlu olacağını göstermektedir. Bu dosyanın geleceği büyük ölçüde Türkiye’nin güvenlik ve dış politika öncelikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla, Şara yönetiminin Kürtlerle kuracağı kurumsal uzlaşma yalnızca iç barış açısından değil, aynı zamanda Ankara-Şam hattında yeniden tesis edilmeye çalışılan stratejik koordinasyon açısından da belirleyici bir sınav alanı olacaktır.
Benzer bir asimetri güneyde yaşanmaktadır. Süveyde merkezli Dürzi topluluğunun taleplerinin yeni devlet yapısına nasıl entegre edileceği belirsizliğini korumaktadır. Şam yönetimi ile Dürzi topluluğu arasındaki mevcut durum, ne tam bir çatışma ne de tam bir uzlaşı olarak tanımlanabilir; daha ziyade tarafların birbirlerinin varlığını kabullenmek zorunda kaldığı bir “fiili birlikte yaşama” (modus vivendi) halidir. Temmuz 2025’te bölgeye yönelik güvenlik hamlesinin yerel direnişle karşılaşması, merkezi yönetimi, askeri dayatma yerine daha temkinli ve zamana yayılmış bir strateji izlemeye yöneltmiştir. Bu bağlamda yönetim, güneydeki otonom yapıları ve yerel milisleri, kısa vadede ortadan kaldırılması gereken tehditler olarak değil; devletin nüfuzunun sınırlı olduğu bir geçiş döneminde yönetilmesi gereken “yerel gerçeklikler” olarak ele almaktadır. Bu iç kilitlenme, İsrail’in “Zayıf Komşu Doktrini” ile derinleşmektedir. Tel Aviv, sınırlarında güçlü bir ordu yerine; zayıf, esnek federatif yapıda ve tampon bölgelerle (Golanizasyon) çevrelenmiş bir Suriye arzusundadır. İsrail’in Dürzi otonomisini bir “emniyet sibobu” olarak araçsallaştırması, Şam’ın egemenlik kapasitesini nesnel olarak sınırlandırmaktadır.
Güvenlik Mimarisi: Kapasite ve Meşruiyet
Bu siyasi kilitlenme, devletin şiddet tekelini yeniden tesis etme girişimi olan güvenlik mimarisi arenasında da kendini göstermektedir. Şam yönetimi, istikrarı sağlamak adına güvenlik odaklı bir merkezileşmeyi zorunlu görmekte ve tüm silahlı grupların Savunma Bakanlığı çatısı altında eritilmesini (demobilizasyon ve entegrasyon) bir egemenlik şartı olarak sunmaktadır. Buna mukabil, sahadaki gerçeklikte ülke içindeki fiili egemenlik parçalanmışlığı sürmekte ve silahlı gruplar varlıklarını korumaktadır. Gerek SDG gerekse güneydeki yerel güçler, kendi komuta kademelerini muhafaza ederek “otonom entegrasyon” talep ederken; Şam, bu yapıların lağvedilerek bireysel katılımlarla orduya dahil edilmesini dayatmaktadır. Rejimin askeri kapasite yetersizliği ile bu silahlı grupların direnci arasındaki açmaz, devletin şiddet tekelini eline almasını engellemekte ve güvenliği sürekli müzakere edilen bir meta haline getirmektedir.
Bu kapsamda kurulan yeni güvenlik yapıları —başta Polis Teşkilatı, “Genel Güvenlik” ve İstihbarat Başkanlığı— dikkat çekici bir biçimde İdlib bölgesinde geçmişte HTŞ bünyesinde görev almış eski kadrolar tarafından yönetilmektedir. Bu tercih, iki yönlü bir okumayı mümkün kılar: Bir yandan sahada hızlı kurumsal kapasite oluşturma ve güvenlik disiplini sağlama açısından işlevsel bir yöntemdir; ancak öte yandan, söz konusu aktörlerin geçmişteki insan hakları ihlalleri nedeniyle yeni yapının toplumsal meşruiyeti açısından ciddi bir risk taşımaktadır. Geçiş sürecinin kırılganlığını en açık biçimde ortaya koyan eşik, Mart 2025’te yaşanmıştır. Esad yanlılarının düzenlediği bir pusu saldırısının ardından, batı kıyı bölgesinde Nusayri topluluklarını hedef alan misilleme eylemleri yüzlerce sivilin ölümüne yol açmış ve geçiş hükümetinin güvenlik üzerindeki denetim kapasitesini ciddi biçimde sorgulatmıştır.
Hükümetin sivillere yönelik saldırıları açık biçimde kınaması, sorumluların hesap vereceğine dair açıklamalar yapması ve olaylarla ilgili bağımsız bir soruşturma komisyonu kurulmasını duyurması, siyasal irade açısından bir “sahiplenme” gösterisi olarak okunabilir. Ancak farklı silahlı grupların merkezî otoritenin talimatlarına uymaması, Şara yönetiminin ülke sathında henüz tam bir operasyonel denetim tesis edemediğini açıkça göstermektedir. Benzer şekilde, Dürzi topluluklar ile Bedevi aşiretler ve güvenlik güçleri arasında yaşanan çatışmalar geçiş sürecinin en hassas barometresinin “azınlıklar” olduğunu bir kez daha doğrulamaktadır. Bu çerçevede, Şara hükümetinin güvenlik performansına dair en dengeli değerlendirme üçlü bir çerçeve üzerinden yapılabilir; niyet, mekanizma ve uygulama. Yönetimin kapsayıcı bir meşruiyet söylemi benimsediği; yeni bir güvenlik mekanizması kurma yönünde adımlar attığı, ancak uygulama sahasında disiplinin zayıf, denetimin ise kırılgan olduğu gözlemlenmektedir.
Dış Aktörlerin Konumlanışı: Yeni Denge Arayışları
İçerideki bu gerilim hatları, dış aktörlerin stratejik hizalanmalarıyla (geopolitical alignment) daha karmaşık bir boyut kazanmaktadır. Özellikle Türkiye’nin güvenlik öncelikleri ve “terör koridoru” endişesi, Şara yönetiminin kuzeydoğudaki özerklik taleplerine karşı sertleşen tutumunda belirleyici bir katalizör işlevi görmektedir. Türkiye, iktidar değişiminin en önemli kazananlarından biri olarak konumlanmıştır. Temel hedefleri – mültecilerin dönüşü, SDG/PYD-YPG merkezli Kürt özerkliğinin sınırlandırılması, nüfuzun kalıcılaşması ve ekonomik canlanma – teorik olarak daha erişilebilir hâle gelmiştir. Türkiye destekli SMO’nun Tel Rıfat ve Münbiç’i ele geçirmesi, Ankara’nın sahadaki pazarlık kapasitesini artırmıştır. Öcalan’ın Şubat 2025’te PKK’nın feshi yönündeki çağrısı ve terör örgütünün silah bırakma çağrısına olumlu yanıtı, Türkiye’nin Suriye Kürtleriyle daha esnek bir çerçeve aramasının önünü açabilecek yeni bir bağlam üretmiştir. Bu, Şara yönetimi için de önemli bir diplomatik avantajdır: Türkiye ile koordinasyon, SDG ile entegrasyon sürecinin çatışmasız ilerlemesi açısından kilit bir dış değişken hâline gelmektedir.
ABD ve Batı Bloku’nun pozisyonu, Ankara-Şam yakınlaşmasını dengeleyen bir “fren mekanizması” işlevi görmektedir. Washington, Esad rejiminin çöküşünü, İran nüfuzunu daraltma ve Rusya’nın bölgesel konumunu aşındırma hedefleri bakımından stratejik bir fırsat penceresi olarak okumuştur. Bu çerçevede Washington’un Suriye’deki askerî varlığını sürdürmesi, bir yandan SDG üzerinden DEAŞ ile mücadele kapasitesini korurken, diğer yandan yeni Şam yönetimi üzerinde SDG’nin entegrasyon sürecinde pazarlık gücü üreten bir kaldıraç işlevi görmektedir. Ancak ABD politikasının asıl ayırt edici yönü, 2025 boyunca kademeli bir “koşullu normalleşme” hattı izlemesidir. Bu hat, 30 Haziran 2025’te Başkan Donald Trump’ın Suriye’ye yönelik yaptırımların büyük bölümünü kaldırmayı hedefleyen yürütme emrini imzalamasıyla daha yapısal bir çerçeve kazanmış; böylece ABD, Esad sonrası düzenin sürdürülebilirliği için ekonomik toparlanmayı güvenlik ve siyasal geçiş gündemiyle eşzamanlı okuyan bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu süreçte Trump ile Şara arasındaki diplomatik temaslar, ikili ilişkileri dönüştürücü bir dinamik üretmiştir. Son olarak 10 Kasım 2025’te Şara’nın Beyaz Saray’da Trump ile bir araya gelmesi, iki ülke ilişkilerinde “ihtiyatlı angajman” safhasından daha kalıcı ve kurumsal bir çerçeveye taşıma niyetinin sembolik zirvesi olarak okunabilir.
Şara hükümetinin ABD’ye karşı Rusya’yı dengeleyici ikinci güç olarak Suriye’ye çağırma yönünde niyetleri olduğu anlaşılmaktadır. Rusya, itibar ve sahadaki kapasite kaybına rağmen Tartus’taki deniz üssü ile Hımeymim hava üssünü muhafaza etmeyi önceleyen daraltılmış bir strateji izlemekte; Şam ise bu ilişkinin koşullarını yeniden müzakere etme iradesini giderek daha görünür biçimde ortaya koymaktadır. Bu eğilimin en somut göstergesi, Şara’nın 15 Ekim 2025’te Moskova’ya gerçekleştirdiği ve Vladimir Putin’le görüştüğü ilk resmî ziyarettir. Kremlin’in, görüşme gündeminde ikili ilişkilerin geleceği, ticaret ve ekonomi başlıkları, Ortadoğu’daki güncel gelişmeler ve Rusya’nın Suriye’deki askerî tesislerinin statüsü dâhil olmak üzere geniş bir çerçeveye işaret etmesi, Moskova’nın sahadaki asgarî stratejik kazanımlarını üsler üzerinden güvence altına alma; Şam’ın ise yeniden inşa, dış meşruiyet ve güvenlik dosyalarında Rusya’yı sahaya çekerek pazarlık alanı yaratma arayışını aynı anda yansıtmaktadır.
Benzer bir hizalanma paradoksu güney cephesinde, İsrail ile yaşanmaktadır. İsrail, Esad sonrası boşluğu “önleyici güvenlik” doktrinini genişleterek değerlendirmektedir. Golan çevresinde tampon bölge hamleleri, Hermon hattındaki kontrol arayışı ve Suriye’nin askerî kapasitesini hedef alan yoğun hava saldırıları, İsrail’in yeni Şam yönetimine temkinli hatta kuşkucu baktığını gösterir. Bu yaklaşım, Suriye’nin güneyinde egemenlik ve güvenlik krizlerini uzun vadeli bir dosyaya dönüştürme potansiyeli taşımaktadır. Aynı zamanda İsrail’in Dürzi topluluğunu koruma söylemiyle müdahale alanı açması, Süveyde’deki iç gerilimleri bölgesel rekabetin parçası hâline getirmiştir. Ayrıca İsrail’in kuzeyde SDG ile artan bir angajmanı da söz konusudur.
Öte yandan, yönetimin güney stratejisinde Körfez ülkeleriyle (Suudi Arabistan ve BAE) kurulan ilişkiler dengeleyici bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Şam, Körfez’in “Suriye’yi Arap sistemine entegre etme” vizyonuyla uyumlu hareket ederek, sağlanan finansal desteği devlet kurumlarının rehabilitasyonu için kullanmaktadır. Yönetim, askeri gücünün yetersiz kaldığı alanlarda, Körfez destekli ekonomik projeler ve kamu hizmetleri aracılığıyla meşruiyet üretmeye çalışmaktadır. Bu strateji, İsrail’in güvenlik odaklı kısıtlamalarına karşı, ekonomik araçlarla (economic statecraft) alan kazanma girişimi olarak okunabilir. Körfez monarşileri arasında ise yeniden hizalanma dikkat çekicidir. Katar, Esad’ın devrilmesi ve HTŞ merkezli yeni yönetimin yükselişiyle kendi “Arap Baharı sonrası” çizgisinin başarısını teyit eden bir sonuç elde etmiştir. Buna karşılık BAE, geçmişte Esad’la normalleşmeye öncülük ettiği için stratejik bir geri çekilme yaşamaktadır; İran’ın zayıflamasından memnuniyet duysa da Şam’da İslamcı bir iktidarın kurulması Abu Dabi’nin ideolojik hassasiyetleriyle çelişir. Suudi Arabistan ise daha pragmatik bir çizgide durmakta; İran ve Hizbullah’ın gerilemesini olumlu okurken yeni yönetimle kontrollü angajmana giderek daha açık bir tutum sergilemektedir.
Sonuç
Esad sonrası ilk yıl, Suriye’de devletin yeniden toparlanması ile toplumsal uzlaşmanın eşzamanlı işletilmeye çalışıldığı, kırılgan fakat yönü belirgin bir geçiş evresi olarak değerlendirilebilir. Ahmed Şara yönetimi, rejim çöküşünün ardından oluşan otorite boşluğunu hızla sınırlamayı, merkezî karar alma kapasitesi üretmeyi ve ülkenin dağınık güvenlik alanlarını asgarî bir çerçevede yeniden düzenlemeyi başarmıştır. Bu pratik yönetilebilirlik, savaş yorgunu bir toplumda “devletin geri dönebileceğine” dair psikolojik eşiği güçlendiren politik bir işarettir. Bu nedenle Şara hükümetinin ilk yıl bilançosu, tüm sınırlılıklarına rağmen, Suriye’nin yeniden devletleşme sürecinde gerçekçi bir başlangıç noktası ortaya koymuştur. Bu nispeten olumlu havayı besleyen ana unsurlar üç düzlemde okunabilir. Birincisi iç siyaset düzleminde, azınlıklara güvence vurgusunun ve SDG ile müzakere kapısının açık tutulmasının, yeni düzenin dışlayıcı bir intikam siyasetine evrilmesini frenleyen bir denge işlevi görmesidir. İkincisi güvenlik düzleminde, farklı silahlı aktörlerin tek bir ulusal çatı altında eritilmesine dönük iradenin, kısa vadede sert ve merkezî araçlara ihtiyaç duysa bile, uzun vadede devletin şiddet tekelini yeniden kurma hedefiyle uyumlu bir yönelim sunmasıdır. Üçüncüsü dış politika düzleminde ise, çok taraflı diplomasi ve koşullu normalleşme kanallarının genişletilmesi sayesinde geçiş yönetiminin uluslararası alanda “temas edilebilir” bir muhatap olarak konumlanmaya başlamasıdır.
Elbette Esad sonrası Suriye’nin ilk yılı, idealize edilmiş demokratik bir anayasal düzene geçişi değil; merkezi otoritenin henüz tam olarak tesis edilemediği bir “Çekişmeli Egemenlik” (Contested Sovereignty) durumunu işaret etmektedir. Ahmed Şara liderliğindeki yapı, özerklik taleplerini tanımamakta kararlı görünmekte; ancak askeri ve idari kapasite yetersizliği nedeniyle fiili durumu değiştirememenin yarattığı tıkanıklığı yönetmeye çalışmaktadır. Bu tablo, Suriye’nin geleceğinin anayasal metinlerden ziyade, sahadaki bu stratejik arenalardaki bilek güreşinin sonucuna göre şekilleneceğini göstermektedir.
Ayrıca Suriye’nin ekonomik tablosu, geçişin başarısını tayin edecek en önemli başlık olmaya devam etmektedir. Nüfusun yüzde 90’ının yoksulluk içinde yaşadığı, 16 milyondan fazla insanın insani yardıma muhtaç olduğu, enerji üretiminin yüzde 80 gerilediği, su ve kanalizasyon altyapısının ciddi ölçüde çöktüğü bir ortamda devlet kapasitesinin yeniden kurulması yalnızca siyasî bir hedef değil, sosyo-ekonomik bir zorunluluktur. Bu nedenle ABD yaptırımlarının kaldırılması hayati bir eşik olarak tanımlanmıştır. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi komşu ve bölgesel aktörlerin yeniden inşa denklemine ilgi göstermesi, Suriye’nin “coğrafi yakınlık temelli” ekonomik entegrasyon potansiyelini artırmaktadır. Bununla birlikte özelleştirme ve yabancı yatırım vurgusu kısa vadede sermaye çekme avantajı sağlasa da, mülkiyet hakları ve savaş dönemindeki zorla yerinden etmelerden kaynaklanan ihtilaflar çözümlenmeden sosyal gerilim riskini büyütebilir. Dolayısıyla ekonomik toparlanma, güvenlik ve adalet başlıklarıyla eşgüdümlü ilerlemediği takdirde kırılgan kalacaktır.
