Soykırımın Hukuki Sınırları: Srebrenitsa’dan Gazze’ye

Bugün, Gazze’den gelen görüntüler soykırımın ne olduğu konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirirken, uluslararası mahkemelerin bu suçu nasıl yorumladığını anlamak için Srebrenitsa’ya dönüp bakmamız gerekmektedir.
Temmuz 18, 2025
image_print

Soykırımın Hukuki Sınırları: Srebrenitsa Katliamı Bize Gazze Hakkında Ne Öğretebilir

 

Bu Temmuz, Srebrenitsa katliamının otuzuncu yıldönümünü. Katliam, Bosna-Hersek’in doğusundaki dağlık bir bölgede, Sırbistan sınırına yakın bir yerde gerçekleşti.

6-11 Temmuz 1995 tarihleri arasında, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilen ve mavi bereli barış gücü askerlerinin doğrudan koruması altında olan Srebrenitsa’da, 8.000’den fazla Boşnak Müslüman erkek ve çocuk, Bosnalı Sırplar tarafından öldürüldü. Savaş muhabirlerinin yayınladığı görüntüler dünya çapında şok etkisi yarattı ve Batı’nın kolektif bilincinde bir dönüm noktası oldu.

Bugün, Gazze’den gelen görüntüler soykırımın ne olduğu konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirirken, uluslararası mahkemelerin bu suçu nasıl yorumladığını anlamak için Srebrenitsa’ya dönüp bakmamız gerekmektedir.

Srebrenitsa’da Soykırım Niyetinin Kanıtlanması

Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY), Srebrenitsa katliamını soykırım olarak tanıdı. Bu, hukuken önemli bir adımdı; ama aynı zamanda birçok mağdurun yüreğinde bir burukluk bıraktı. Çünkü mahkeme, yalnızca Srebrenitsa’da işlenen suçları soykırım olarak tanıdı; diğer bölgelerde Boşnak Müslümanlara karşı uygulanan sistematik şiddet olaylarını bu kapsama dâhil etmedi.

Bu sorun, soykırım suçuna ilişkin son derece daraltılan bir hukuki yorumdan kaynaklanıyordu. 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre, eylemlerin (cinayet, işkence, yaşam koşullarının tahrip edilmesi gibi) “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen, yok etme niyetiyle” işlendiğinin ispatlanması gerekmektedir.

Sorun, bu “niyet”in yorumlanma şeklinden kaynaklanmaktadır. Günümüz hukuku, bilinçli ve kasıtlı bir yıkım niyetinin varlığını gerekli kılan “amaç temelli” yaklaşımı yaygın olarak benimsemiştir. Bu mantığa göre, eylemlerin bir grup üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu kanıtlamak yeterli değildir; aynı zamanda eylemlerin o grubu ortadan kaldırmaya yönelik özel bir niyetle de gerçekleştirilmiş olmaları gerekmektedir.

Kolektif Bir Suç

Modern çatışma ortamlarında, bir grubu yok etme niyeti, kamu politikalarının, askeri kararların, yasal çerçevelerin ve söylemlerin birikimiyle ortaya konur. Suçlayıcı delilleri – ister açık bir emir, ister açıkça imhadan bahseden konuşmalar, isterse de tek bir imha eylemine yapılan atıflar şeklinde olsun – nesnel olarak kaydetmek neredeyse imkânsızdır.

Ayrıca, soykırımı sadece yoğunlaşmış ve medya tarafından görünür kılınmış bir olayla sınırlamak, daha karmaşık ve incelikli kolektif diğer yıkım biçimlerinin göz ardı edilmesine neden olabilir.

Bu açıdan, soykırımı tanımlama biçimimizi yeniden düşünmek giderek daha da gerekli bir hale gelmektedir. Bu da Holokost’un toptancı modelinden uzaklaşmayı gerektirir (bazıları için bu model, soykırımın tek mümkün biçimi ve dolayısıyla tekrarlanamaz bir olaydır).

Bu geleneksel yaklaşıma alternatif olarak, eleştirel hukukçuların “bilgi temelli yorum” adını verdiği bir yaklaşım önerilmektedir. Bu perspektif, açık bir yok etme iradesinin kanıtını gerektirmez. Bunun yerine, failin eylemlerinin kolektif bir yıkım modeline katkıda bulunduğunu bilip bilmediğini – ya da bilmiyor olmasının mümkün olup olmadığını – sorgular.

Bu yaklaşım, soykırımı daha yapısal ve daha az bireyci bir şekilde ele alır. Suç, bireysel bir niyetle değil; kamu politikaları, olağanüstü yasal çerçeveler, insanlıktan çıkarıcı söylemler ve uzun vadeli stratejik kararlar gibi bağlamsal unsurlardan oluşan daha geniş örüntüler aracılığıyla işlenir. Bu mantık çerçevesinde, cezai sorumluluk belirsizleştirilmez tam aksine, çağdaş kolektif şiddetin gerçeklerine uyarlanır.

Gazze: Teorinin Pratiğe Dönüşmesi

Bu tartışma sadece teorik çerçeve meselesi değildir. Ekim 2023’ten bu yana, Gazze artan bir yıkım kampanyasına maruz kalmaktadır: yoğun bombardımanlar, temel hizmetlerin kesilmesi, zorla yerinden etme, planlanmış bir şekilde kıtlığın oluşturulması ve sağlık sisteminin çökertilmesi.

55.000’den fazla insan öldü ve yüz binlercesi yaralandı, ancak rakamların ötesinde gördüğümüz şey, sürekli bir şekilde Filistinli yaşam biçiminin yok edildiğidir.

Bu durum, Güney Afrika’nın Aralık 2023’te Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) sunduğu başvuruda gündeme getirildi. Mahkeme, geçici tedbirleri belirterek davayı onadı.

Bu karar, BM’nin en yüksek yargı organının, Gazze’deki Filistin halkının soykırım eylemleri ve Sözleşme’de yasaklanan diğer fiillerden korunma hakkına yönelik gerçek ve yakın bir onarılamaz zarar tehlikesi tespit ettiğini gösteriyor. Ancak yine de bu durumun hukuken soykırım olarak tanınması hâlâ hararetli tartışmaların konusudur.

1944’te “soykırım” terimini ortaya atan hukuk kuramcısı Raphael Lemkin, bu suçu sadece bir halkın fiziksel yok edilmesi olarak değil; aynı zamanda bir grubun kolektif yaşamının, kültürünün, sembollerinin ve varlık koşullarının ortadan kaldırılması olarak anlamıştı.

Doğrudan Şiddetin Ötesinde Kültürel Soykırım

Tanımı, sömürgeci çıkarlar tarafından şekillendirilmiş ve Holokost merkezli bir anlayışa dayandırılan bugünkü yasal soykırım tanımı, kültürel soykırımı taammüden yasal çerçevenin dışında tutmaktadır. Bu dar bakış açısı, insan topluluklarının yalnızca doğrudan şiddetle değil; yerinden etme ve zorla asimilasyon politikaları, hafızayı, dili veya toprakla olan bağları silen stratejiler yoluyla da yok edilebileceğini göz ardı ediyor.

Srebrenitsa’dan otuz yıl sonra, soykırım kavramının içini boşaltmak için değil, yeni kolektif yıkım biçimleri karşısında kavramın koruyucu kapasitesini yeniden kazandırmak için acilen eleştirel bir şekilde yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Faillerin eylemlerinin etkilerini biliyor olmaları – özellikle bu eylemler bir halkı yok etmeye yönelik sistematik bir plana hizmet ediyorsa – soykırım sorumluluğu için yeterli olmalıdır.

İmhanın bürokratik yollarla yönetilebildiği bir dünyada, uluslararası adaletin, geçmişte belirlenen kategorilere uymasa bile, günümüzün şiddetini tanımayı ve adlandırmayı öğrenmesi gerekiyor. Aksi takdirde, bugün kolektif yıkımı gerçekleştirenler için cezasızlık riski doğar.

 

*Bu makale ilk olarak İspanyolca yayımlanmıştır.

Pilar Eirene de Prada, Francisco de Vitoria Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk ve Uluslararası İlişkiler Profesörü/Araştırmacısıdır.

 

Kaynak: https://theconversation.com/genocides-legal-limitations-what-the-srebrenica-massacre-can-teach-us-about-gaza-261129

SOSYAL MEDYA