Sinwar Dünya Düzeninin Yeniden Tanımlanmasını Nasıl Hızlandırdı

Tarih, El-Aksa Tufanı Operasyonu’nu yalnızca bir askerî harekât olarak değil, adaletsiz bir düzenin fay hatlarını açığa çıkaran ve daha eşitlikçi bir gelecek için imkânlar sunan dönüştürücü bir katalizör olarak kaydedecektir. Bu imkânların gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceği ise, halkların ve ulusların rahatsız edici gerçeklerle yüzleşme ve iktidardan hesap sorma cesaretine bağlıdır.
Ekim 8, 2025
image_print

Aksa Tufanı Operasyonunun İki Yılı

 

7 Ekim 2023’te Yahya Sinwar, El-Aksa Tufanı Operasyonu’nu başlattığında, küresel jeopolitik manzarayı köklü biçimde dönüştürecek bir olaylar zincirini harekete geçirdi. İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik müdahalesine karşı bir savunma eylemi olarak başlayan bu süreç, modern tarihin dönüştürücü bir anına evrildi—uluslararası düzenin çelişkilerini gözler önüne serdi ve bölgesel ile küresel güç dengelerinde eşi benzeri görülmemiş kaymalara zemin hazırladı.

7 Ekim, tek başına değerlendirilemez. Bu eylem, Filistinlilerin onlarca yıldır işgal altında maruz kaldığı acıların bir sonucudur—yayılmaya devam eden yasa dışı yerleşimler, Gazze’ye uygulanan kuşatma, El-Aksa Camii’ne yönelik tekrar eden saldırılar ve Filistin topraklarının ve haklarının sistematik biçimde gasbedilmesi. Yıllar boyunca Filistinliler bu ihlallere direnç göstererek katlandı; buna karşılık, “uluslararası toplum” yalnızca sahte diplomatik performanslar ve göstermelik destek jestleri sundu. Bu operasyon bir sapma değil; kökleşmiş bir baskı ve terör düzenine karşı biriken öfkenin zirveye ulaştığı andı.

İsrail işgal güçlerinin, İslam’ın üçüncü en kutsal mekânı olan El-Aksa Camii’ne defalarca yaptığı baskınlar, özellikle kışkırtıcı bir katalizör işlevi gördü. Bu ihlaller, işgal altındaki topraklarda yerleşimlerin genişletilmesi ve Gazze’ye yönelik ağır abluka ile birleştiğinde, direnişi kaçınılmaz hâle getiren koşulları yarattı. Sinwar, mevcut statükonun sürdürülemez olduğunu ve uluslararası kayıtsızlığı kırmak için anlamlı bir değişimin ancak radikal bir eylemle mümkün olabileceğini fark etti.

El-Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından, uzun süredir üstü örtülen küresel sistemdeki çatlaklar gün yüzüne çıktı. Uluslararası toplumun tepkisi—daha doğrusu seçici tepkisi—Batı merkezli küresel yönetişimi karakterize eden ikiyüzlülüğü açıkça ortaya koydu. Bazı çatışmalar derhâl kınanıp müdahaleye konu olurken, Filistin meselesi, uluslararası hukukun açık ihlallerine rağmen onlarca yıl boyunca fiilen görmezden gelindi.

Bu operasyon, ülkeleri uzun süredir kaçındıkları pozisyonları almaya zorladı. Özellikle Küresel Güney, benzeri görülmemiş bir şekilde sesini yükseltti. Uzun süre diplomatik sessizlik içinde kalan ülkeler, Filistinlilerin hakları ve kendi kaderini tayin hakkı hakkında açıkça konuşmaya başladı. Bazı çatışmalarda destek için gösterilen hızlı mobilizasyon ile Filistinlilerin acılarına karşı süregelen kayıtsızlık arasındaki uçurum artık görmezden gelinemez hâle geldi. Bu eşitsizlik, evrensel insan haklarını ve uluslararası hukuku savunduğunu iddia eden kurumların güvenilirliğini temelden sarsmıştır.

Belki de en dramatik gelişme, bu jeopolitik kaymaların 8 Aralık 2024’te Suriye’deki Esad rejiminin çöküşüne katkıda bulunmasıydı. Suriye, elli yılı aşkın bir süredir, birçokları tarafından sömürge döneminin kalıntısı olarak görülen bir hanedan tarafından yönetiliyordu—kendi halkına zulmeden, buna rağmen Arap direnişinin savunucusu olduğunu iddia eden bir rejim. Esad’ın düşüşü, yalnızca bir hükümet değişikliğini değil; dış güçlerce ayakta tutulan otoriter bir dönemin de sonunu temsil etti.

Bu çatışma, bölgesel aktörleri de uzun süredir özenle kaçındıkları pozisyonlara zorladı. Filistin direnişine uzun süredir yalnızca söylemsel destek veren ve kendi stratejik çıkarlarını gözeterek hareket eden İran, kendini doğrudan bir çatışmanın içinde buldu. On yıllardır bölgesel ilişkileri yönlendiren hesaplar—Filistinlilerin haklarına verilen desteği pragmatik devlet çıkarlarıyla dengeleme arayışı—artık sürdürülemez hâle geldi.

Benzer şekilde, İsrail ile normalleşme sürecine girmiş olan Arap ülkeleri, bu pozisyonlarını kendi kamuoyları nezdinde savunmakta giderek zorlandı. Arap kamuoyu Filistinlilerin haklarını daima destekledi ve İsrail ile ekonomik ve güvenlik temelli iş birliklerini Filistin’le dayanışmanın önüne koyan hükümetler üzerinde baskı oluşturdu. Bu durum, resmî politika ile halkın genel kanaati arasındaki uçurumu ortaya çıkardı ve hükümetleri, artık siyaseten maliyetli hâle gelen yaklaşımlarını yeniden değerlendirmeye zorladı.

Suudi Arabistan, ABD arabuluculuğunda İsrail ile normalleşme müzakerelerinin ileri aşamalarına gelmişken, tüm görüşmeleri kamuoyuna açık şekilde askıya aldı. On yıllardır süregelen Suudi politikasından kopmaya hazır olduğu izlenimi verilen Veliaht Prens Muhammed bin Selman, normalleşmenin ancak bağımsız bir Filistin devleti kurulduktan sonra mümkün olabileceğini yeniden teyit etmek zorunda kaldı—böylece fiilen 2020 öncesi pozisyonuna geri dönmüş oldu. İbrahim Anlaşmaları aracılığıyla İsrail ile ilişkilerini resmîleştirmiş olan Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ise kendilerini zor bir durumda buldu. Diplomatik ilişkiler teknik olarak sürüyor olsa da, işbirliği ivmesi dramatik şekilde yavaşladı. Kamuya açık törenler iptal edildi, ticaret heyetleri ertelendi ve resmî söylem kayda değer biçimde soğudu. Cesur bir yeni dönem olarak lanse edilen süreç, artık dikkatli yönetim gerektiren bir yüke dönüşmüştü. 2020–2023 dönemine damga vuran o coşku buharlaştı ve yerini ihtiyatlı bir mesafeye bıraktı.

Daha da önemlisi, bu operasyon kısa vadede yeni normalleşme olasılıklarını fiilen ortadan kaldırdı. Endonezya, Malezya ve benzeri ülkeler, daha önce sessiz diplomatik temaslara konu olmuşken, İsrail’in tanınmasına yönelik her türlü girişimi açık biçimde reddetti. Normalleşmeyi kaçınılmaz kılan jeopolitik denklem—İran’a ilişkin ortak endişeler, ekonomik iş birliği fırsatları, Amerikan baskısı—Filistin’le dayanışmanın ahlaki ve siyasi zorunluluğu karşısında geri plana itildi.

Ekim 2023’ten önce Filistin, göreli bir tecrit içinde acı çekiyordu. Arap devletleri diplomatik açıklamalarda bulunuyor ve insani yardım sağlıyordu; ancak anlamlı ve somut destek son derece sınırlıydı. İbrahim Anlaşmaları, Filistinlilerin kaygılarının bölgesel ticari çıkarlar uğruna arka plana itileceği, Arap başkentlerinin Filistin’in kendi kaderini tayin hakkından çok kendi stratejik çıkarlarını önceleyeceği bir gelecek tahayyül ettiriyordu. El-Aksa Tufanı Operasyonu bu gidişatı kökten sarstı; Filistinlilerin haklarını yeniden bölgesel siyasetin merkezine yerleştirdi ve öngörülebilir gelecekte İsrail ile normalleşmeyi siyaseten imkânsız hâle getirdi.

Orta Doğu’nun ötesinde ise bu operasyon, Küresel Güney’in Batı hegemonyasına karşı yürüttüğü meydan okumayı hızlandırdı. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki ülkeler, kuralların seçici biçimde uygulandığı uluslararası sistemi giderek daha fazla sorgulamaya başladı. Farklı çatışmalara verilen tepkilerdeki eşitsizlik, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne kadar çeşitli uluslararası kurumların reforme edilmesi yönündeki talepleri körükledi.

Bu uyanış, küresel güç dinamiklerinde köklü bir değişimi temsil ediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Batılı güçlerin hâkimiyetinde şekillenen düzen, yerini yükselen aktörlerin kendi çıkar ve değerlerini daha açık biçimde savunduğu çok kutuplu bir dünyaya bırakıyor. Filistin meselesi, bu yeni düzenin bir turnusol testine dönüşmüş durumda—uluslararası hukukun gerçekten evrensel olarak mı uygulandığı, yoksa güçlü devletlerin bir aracı olarak mı kaldığının ölçütü hâline geldi.

El-Aksa Tufanı Operasyonu’nun belki de en önemli etkisi, uluslararası normların seçici biçimde uygulanmasını gözler önüne sermesi oldu. Farklı çatışmalara verilen tepkiler arasındaki zıtlık son derece çarpıcı ve inkâr edilemez nitelikteydi. İnsancıl hukukun açık ihlallerine rağmen askerî yardımlar akmaya devam ederken, yaptırımlar ve kınamalar yalnızca belirli taraflara yöneltiliyor. Bu çifte standart, “kurallara dayalı uluslararası düzen” söyleminin inandırıcılığına onarılmaz bir zarar verdi.

Operasyon, bu çelişkilerle küresel ölçekte bir yüzleşmeyi zorunlu kıldı. Dünya çapındaki sivil toplum hareketleri benzeri görülmemiş bir şekilde seferber olarak hükümetlerinden politikalarını ilke temelli hâle getirmelerini talep etti. Üniversiteler, kültürel kurumlar ve kamusal alanlar, suç ortaklığı ve sorumluluk konularında yoğun tartışmaların yürütüldüğü mekânlara dönüştü. Filistin meselesi, artık sadece bölgesel bir mesele değil; geleneksel jeopolitik ittifakları aşan küresel bir etik soruna evrildi.

Yahya Sinwar’ın başlattığı El-Aksa Tufanı Operasyonu, yalnızca bir askerî çatışmayı tetiklemekle kalmadı—küresel siyasetin temel yapısını yeniden şekillendiren bir süreci de harekete geçirdi. Esad rejiminin düşüşü, bölgesel aktörlerin zorla müdahil hâle gelmesi, Küresel Güney’in özerkliğini kararlılıkla savunması ve uluslararası ikiyüzlülüğün ifşa edilmesi, bu tarihî kırılma anının birbiriyle bağlantılı sonuçlarıdır.

7 Ekim 2023 öncesinin dünyasına artık dönülemez. Filistin davasının marjinalleştirilmesini mümkün kılan konforlu yalanlar yerle bir oldu. Geleceğe giden yol hâlâ tartışmalı ve belirsizliklerle dolu olsa da, bu operasyon Filistinlilerin haklarının artık görmezden gelinemeyeceğini ve ertelenemeyeceğini kesin biçimde ortaya koydu. Bu dönemden çıkacak yeni küresel düzen, uluslararası toplumun bu anın ortaya koyduğu değer ve ilkelere nasıl karşılık vereceğiyle şekillenecek.

Tarih, El-Aksa Tufanı Operasyonu’nu yalnızca bir askerî harekât olarak değil, adaletsiz bir düzenin fay hatlarını açığa çıkaran ve daha eşitlikçi bir gelecek için imkânlar sunan dönüştürücü bir katalizör olarak kaydedecektir. Bu imkânların gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceği ise, halkların ve ulusların rahatsız edici gerçeklerle yüzleşme ve iktidardan hesap sorma cesaretine bağlıdır.

Kaynak: https://www.middleeastmonitor.com/20251007-2-years-of-operation-al-aqsa-flood-how-sinwar-accelerated-the-redefinition-of-world-order/

SOSYAL MEDYA