Silah Satmak mı, Zihinleri İyileştirmek mi?

DSÖ’nün yeni bir raporuna göre, her saat yüz kişi yalnızlık nedeniyle hayatını kaybetmektedir ve bu sayı yılda toplam 871.000’e ulaşmaktadır. Raporda, yalnızlık veya toplumsal yalıtılmışlığın nedenleri arasında “kötü fiziksel ya da zihinsel sağlık (özellikle depresyon), nevrotiklik gibi kişilik özellikleri, bir partnerin olmaması ya da evli olmamak, yalnız yaşamak ve yapılı çevrenin toplu taşımaya yetersiz erişim gibi özellikleri” sayılmaktadır.
Ekim 28, 2025
image_print

Yoksul ülkeler ihracat gelirlerinin yaklaşık yüzde 6,5’ini dış borcu ödemeye harcarken, dünya çapında askerî ve polis harcamaları hızla artmaktadır; bu yüzden çoğu ülkenin önceliklerini toplumsal yıkımdan toplumsal bakıma kaydıracak siyasî iradeye sahip olması muhtemel değildir.

“Depresyon” kelimesini ilk kez on altı yaşımdayken duydum. Annem, benim yalnızca kâbuslar ve zor öğleden sonraları olarak gördüğüm şeyler için beni Hindistan’ın Bengaluru kentindeki Ulusal Ruh Sağlığı ve Nörobilim Enstitüsü’ne (NIMHANS) bir uzmana gösterilmem üzere götürdü.

Şanslıydım. Bugün, dünyadaki insanların yalnızca yüzde dokuzu depresyon için tedavi görüyor. Doktor benimle uzun uzun konuştu ve NIMHANS’ta birkaç gün boyunca bu ve diğer doktorlar tarafından tedavi edildim. Sorunlarımın büyük ölçüde birkaç yıl önce okulda yaşadığım bir tecavüz vakasından kaynaklandığı açıktı.

Ailem bu süreç boyunca bana destek oldu, sonrasını atlatabilmem için bana cesaret verdi ve şiddetin kamuoyu önünde sergilenmesinin mutlak bir aşağılanma olacağını düşündükleri için beni bundan korudu.

Onların bu kadar nazik ve uzlaşmacı olmalarına, çocuk zihninin anlamlandıramayacağı ve anlamlandırmaması gereken bir şeyi açıkça konuşmaya hazır olana dek bana ihtiyaç duyduğum zamanı tanımalarına minnettarım.

Gerçekte, depresyon deneyimi ve bunun özgüvene etkisi, insanın hayatı boyunca sürer. İlaçlar yardımcı olur, arkadaşların sevgisi de öyle; ancak bu karmaşık acının üstesinden gelmeyi sağlayan bir “tedavi” yoktur.

Yıllar boyunca, böyle deneyimlerin beraberinde getirdiği derin utançla ve olayın gerçeklerine dair belirsizlikle (acaba ben mi teşvik ettim?) kendi içimde baş etmeye çalıştım.

Bu utanç, bu tür eylemlere maruz kalanlar arasında yaygındır ve travmatik bir olayın meydana geldiği andan ölüme dek insanları izleyen bir şeydir; gençliğinde böyle bir şiddeti yaşamış bireyler arasında intihar oranlarının belirgin biçimde daha yüksek olması da bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu nedenle, ilaç tedavisinin ve terapötik müdahalenin önemi asla küçümsenemez. Ancak, sağlık harcamalarının azalmakta olduğu, borç ödemeleri ve silah alımlarına daha fazla önem verilen bir dünyada, ruh sağlığı desteği vahim düzeyde düşüktür.

Birleşmiş Milletler ajanslarının, özellikle de Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sadık bir savunucusu olmamın nedenlerinden biri de, bu kurumların ruh sağlığı sorunlarını ve bu zorluklarla karşılaşanlar için destek yapılarının skandal düzeyde yetersiz finansmanını yakından izlemeleridir.

Özellikle iki rapor – Ruh Sağlığı Atlası 2024 ve Günümüz Dünya Ruh Sağlığı (her ikisi de 2025’te yayımlanmıştır) – bir milyardan fazla insanın bir ruhsal bozuklukla yaşadığını ortaya koymuştur. Yaygın kanının aksine, bu rahatsızlıklardan mustarip olanların çoğu düşük ve orta gelirli ülkelerde yaşamaktadır. En yaygın rahatsızlıklar anksiyete ve depresyondur; bu durumdan orantısız şekilde etkilenenler ise kadınlardır.

Kadınlar aynı zamanda evde daha yüksek oranda şiddete maruz kalmakta, bu da zihinsel stresi artırmaktadır. Ciddi ruh sağlığı sorunları olan kadınların, cinsel ve diğer türde şiddetle karşılaşma olasılığı daha yüksektir. Ancak dikkat çekici biçimde, DSÖ çalışmaları, çeşitli nedenlerle kadınların terapötik tedaviye erişiminin daha düşük olduğunu göstermektedir.

DSÖ’nün atıfta bulunduğu Hindistan’da yapılan bir araştırma, “depresyon yaşayan kadınların, aylık hane halkı harcamalarının yarısından fazlasını sağlık hizmetleri için cepten harcama olasılığının diğer kadınlara göre üç kat daha fazla olduğunu” ortaya koymaktadır.

Maliyet, damgalanma ve korku olmak üzere üç etken, ruh sağlığı sorunlarıyla mücadele eden bireylerin sağlık hizmetlerine ve yasal yollara erişimini engellemektedir.

Veriler dehşet verici. Ruh sağlığına yönelik ortalama hükümet harcamaları, sağlık bütçelerinin yaklaşık yüzde 2’sini oluşturmaktadır ve bu oran 2017’den bu yana değişmemiştir. 2022 yılında küresel GSYİH’nın yalnızca yüzde 9,89’u sağlık hizmetlerine harcanmıştır; ancak dünya genelindeki sağlık harcaması verileri son derece yanıltıcıdır, zira bu harcamaların büyük bir bölümü Küresel Kuzey’deki sigorta şirketlerine ve verileri çarpıtan pahalı müdahalelere gitmektedir.

2022 itibarıyla Küresel Güney’deki ortalama kamu sağlık harcamaları GSYİH’nın %1,2’si düzeyindedir ve 141 hükümet, DSÖ’nün sağlık harcamaları için belirlediği GSYİH’nın %5’i eşiğinin altında kalmaktadır (benzer şekilde, 2010 tarihli bir rapor da %6’lık bir eşiğin yüksek cepten harcamaların önüne geçebileceğini öne sürmüştü). Yüksek gelirli ülkeler ruh sağlığı hizmetlerine kişi başına 65 dolar harcarken, düşük gelirli ülkelerde bu rakam kişi başına yalnızca 0,04 dolardır.

Yoksul ülkeler ihracat gelirlerinin yaklaşık %6,5’ini dış borç ödemelerine harcarken ve dünya genelinde askerî ve polis harcamaları baş döndürücü biçimde artarken, çoğu ülkenin önceliklerini toplumsal yıkımdan toplumsal bakıma kaydıracak siyasî iradeye sahip olması olası değildir.

Peki, güçlü bir sağlık sistemi – buna ruh sağlığı sistemi de dahil – kuramamanın etkisi nedir?

İntihar nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı skandal boyutlardadır. Her yıl 720.000’den fazla kişinin, yani her 100.000 kişide yaklaşık sekiz kişinin intihar ettiği bildirilmektedir. Gençler arasındaki intihar oranları, ülkelere bağlı olarak ya sabit kalmakta ya da artmaktadır (bu konudaki son güvenilir veriler 2021 yılına aittir). Küresel intihar vakalarının neredeyse dörtte üçü düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşmiştir. Örneğin Afrika ülkelerinde bu oran artış göstermektedir ve hâlihazırda 100.000 kişide 11,5’tir.

DSÖ’nün yeni bir raporuna göre, her saat yüz kişi yalnızlık nedeniyle hayatını kaybetmektedir ve bu sayı yılda toplam 871.000’e ulaşmaktadır. Raporda, yalnızlık veya toplumsal yalıtılmışlığın nedenleri arasında “kötü fiziksel ya da zihinsel sağlık (özellikle depresyon), nevrotiklik gibi kişilik özellikleri, bir partnerin olmaması ya da evli olmamak, yalnız yaşamak ve yapılı çevrenin toplu taşımaya yetersiz erişim gibi özellikleri” sayılmaktadır.

Bu nedenlerin çoğu, daha iyi toplu taşıma, kültür merkezleri ve toplum bakım merkezleri gibi basit reformlarla sosyal bağların güçlendirilmesi yoluyla aşılabilir.

Ruh sağlığı çalışanları da aşırı iş yükü ve destek eksikliği nedeniyle zihinsel ve fiziksel zorluklara maruz kalmaktadır. Her 100.000 kişiye yalnızca 13 ruh sağlığı çalışanı düşmektedir; düşük gelirli ülkelerde bu oran 100.000 kişiye yalnızca bir kişidir.

Dünyadaki ülkelerin üçte ikisinde –ki bunların çoğu yoksul ülkelerdir– her 200.000 kişiye yalnızca bir psikiyatrist düşmektedir.

Bu durum, bu mesleğe giren iyi yürekli insanlar üzerinde muazzam bir stres yaratmaktadır. Gerçekten mutlu ruh sağlığı uzmanlarıyla karşılaştığım tek düşük gelirli ülke, toplum düzeyinde çalışanlara tüm zorluklara rağmen mümkün olan en fazla desteği sağlayan sistemin mevcut olduğu Küba’dır; yaptırımların etkisiyle nörolojik olarak zarar görmüş bir nüfusa hizmet vermektedirler.

Bakım konusundaki araştırmalar, ağır ruhsal sorunları olan kişilerin çok büyük ve steril psikiyatri hastaneleri yerine, ailelerinin evine yakın toplum temelli bakım merkezlerinde tedavi edilmesinin çok daha iyi olduğunu açık biçimde göstermektedir.

Ancak on ülkeden daha azı, psikiyatri hastanesi sistemlerinden (bu sistemler mevcutsa eğer) toplum temelli bakım sistemlerine geçiş yapmıştır ve bu ülkelerin çoğu sosyalisttir. Yerel toplum temelli bakım merkezleri, tüm bireylerin topluma daha iyi entegre olmasını ve ruh sağlığı çalışanlarının hastalarını ve geldikleri toplulukların psikososyal geçmişini daha iyi anlamasını sağlar. Böylece tedavi hem toplumsal hem de tıbbî bir boyut kazanır.

Toplumsal servetimizin daha fazlasını bakıma, daha azını ölüme ve borca harcamalıyız.

Ergenlik yıllarımda Pink Floyd’un The Dark Side of the Moon (1973) albümünü keşfettiğimde bu benim için bir aydınlanma olmuştu. Öğleden sonraları, Kolkata ışığı dışarıdaki büyük ağaçların arasından süzülürken ve tramvay sesi odaya ulaşırken, apartman dairemizde oturur ve albümü tekrar tekrar dinlerdim.

Gözlerimi kapatıp “Breathe (In the Air)” dünyasına uçmanın benim için ne ifade ettiğini anlatmak zor:

Nefes al, havayı içine çek.
Umursamaktan korkma.
Git, ama beni bırakma.
Etrafına bak ve kendi yerini seç.

Uzun yaşa ve yüksek uç,
Gülümseyecek ve ağlayacaksın,
Ve dokunduğun ve gördüğün her şey
Hayatının tamamı olacaktır.

Koş, tavşan, koş.
O çukuru kaz, güneşi unut,
Ve sonunda iş bittiğinde
Oturma.

Başka bir çukur kazma zamanı.

Uzun yaşa ve yüksek uç,
Ama yalnızca akıntıyı sürersen
Ve en büyük dalgada dengeyi korursan
Erken bir mezara doğru koşarsın.

Sıklıkla, beni hayatta tutan şeyin bu şarkı olduğunu hissettim; ailemin, Rosy Samuel’in ve ailem ile yoldaşlarımın sevgisiyle birlikte.

Yavaşla, tavşan, güneşe bak.

Kaynak: https://consortiumnews.com/2025/10/24/vijay-prashad-dealing-arms-or-healing-minds/

SOSYAL MEDYA