“Şehrin İnsanı”

Bir hayat mücadelesi sürdürür insan, muvaffak olmak ister. Para kazanmak, başka insanların çalışmaları için ekmek kapısı açılmasına vesile olmak elbette muvaffakiyetlerden bir tanesi. Ne yapıp edip para ekonomisine teslim olmamalı, varoluşumuzun nihai amacı olarak manevi hissiyatımızı yüceltmeyi sürdürmeliyiz. 
Ağustos 7, 2025
image_print

Para ekonomisinin doğal bir uzantısı, dünyanın büyük kentlerindeki insan manzaraları… Georg Simmel, 1900’lerin başlarında anlatmaya çalışmış metropol insanını ama tespitleri bugün için de ayniyle vaki. Hatta bendeniz de dâhil olmak üzere birçoğumuzun anlatmaya çalıştığı gibi fazlası var eksiği yok, para ve kazanma hırsı ile yaşadığımız tüketim kültürü ve görüntü toplumu arasındaki güçlü bağ, “teknomedyatik” dünyayı yıkımın eşiğine getirmiş durumda… Biz yine de Simmel üstadın bir asır önceki tespitlerinden yola çıkalım. Şunları söylüyor:

Modern metropol insanı asabidir. Kent hayatının uyaran bombardımanı altında kaldığından, toplumsal ve fiziksel çevresiyle arasına mesafe koymaya çalışır,  nevrastenik bir kişiliğe bürünür. Kasabada yaşayan insan, hemen herkesi tanır ve olumlu bir ilişki içerisindedir. Böyle bir tabloyu her gün yüzlerce kişiyle karşılaştığınız şehir ortamında gerçekleştiremezsiniz. Yapmaya kalksanız iç-dünyanız paramparça olurdu. Metropol hayatının üstünkörü temaslarla gelip geçişi karşısında insanlar haklı olarak güvensizliğe kapılır, diğerleriyle aralarına mecburen mesafe koyarlar. Büyük kentlerde yıllardır komşumuz olan kimselerin nasıl insanlar olduklarını bile çoğu kez bilmeyiz. Bu yüzden kasabalılar, metropol insanını, soğuk ve ruhsuz bulurlar.

“Para kültürü, hayatın kendi aracına tutsak düşmesi anlamına gelir” Simmel’e göre. Sürekli uyarılmış bir halde yaşamak, para ekonomisinin tesviyesinden geçip durmak, sonunda kent insanını boş vermişliğe, alaycılık ve ciddiyetsizliğe, bıkkınlığa, bezginliğe sürükler. Bıkkınlaşır;  “Uyarılan sinirler, öylesine uzun bir süre boyunca bütün güçleriyle tepki vermeye zorlanmıştır ki, artık hiçbir şeye tepki vermez olur… Onun gözünde her şey, aynı donuklukta, aynı griliktedir. Hiçbir şey uğruna heyecan duymaya değmez.” Bu ruh halini, ancak aşırı heyecan ve şiddetli arzular arada bir bozabilir. Arzuların tatmini, geçici bir rahatlama sağlasa da, kısa bir süre sonra yine eski duruma dönülür.

Mesafe koymakla ve bıkkınlıkla kalınsa iyi… Kent hayatının cangılında, kalabalıklar karşısında insan, kendisini dünyayı ve diğer insanları değersizleştirerek korumaya yeltenir, akrabalarını, komşularını bile görmezden gelir. Gözleri gören ama kulakları işitmeyen birisi olur çıkar. Hal böyle olunca, “nedeni ne olursa olsun, yakın temas durumunda her an nefrete ya da kavgaya dönüşebilecek hafif bir hoşnutsuzluk, karşılıklı bir yabancılık ve tiksinme hissi” de belirir.  Ama ne yaparsa yapsın nihayetinde onlara benzer, metropolde herkes birbirine benzer, hayat birörnekleşir.

Birörnekleşmeye karşı tek çaresi, kendine gömülmek, sadece kendisine inanmaya başlamak, yanı sıra giysisiyle tavrıyla, en kısa sürede, en çarpıcı ve abartılı biçimde farkını göstermeye çalışmaktır. Tuhaflaşmış, tavırları yapmacıklaşmış, sivrileşmiş ne gam! Farklılığıyla dikkat çekmeyi başarabiliyor ya… Kalabalıklar içinde bedenler birbirine yakınlaştıkça, mekânlar daraldıkça herkesin kendi labirentinde yaşadığı metropolde ruhlar, nefes almak için birbirinden uzaklaşır, yalnızlaşır.

Tüm bunlara rağmen insanlar bir sistem içinde bir aradalarsa, bizi biz yapan hiçbir şey yok burada deyip dağılıp gitmiyorlarsa hep “para” sayesinde. Metropoldeki sıkı sıkıya örülmüş toplumsal ağın örümceği para…

Peki, bir asır önce Simmel’in tasvir ettiği, günümüz teknomedyatik dünyasında ıstırapları kat be kat yoğunlaşan şehrin insanı, yani para ekonomisinde yaşayan insan mutluluğu yakalayabilir mi?

Para ve saadet

Para ekonomisinin olumlu yanları da vardır Simmel’e göre. Her şeyden önce para, insanın amaçlarına yönelik aletler yapmaya muktedir bir canlı olduğunun en açık kanıtıdır. Alet, insan dehasını sembolize eder, iradesinin ihtişamını ve aynı zamanda sınırlarını canlandırır veya içerir. Para sayesinde çok fazla insanla ilişki kurabiliriz. Birbirimize karşı yükümlülüklerimizi özel hizmet ve ürünlerle sınırlayabiliriz, diğer ekonomik sistemlerde olmayan doyumlar yaşayabiliriz. Para ekonomisinin ayrıca bireyselliklerin gerçekleştirilebileceği özgür bir ortamda, kişisel ilgi ve çıkarların korunup sürdürülebilmesi; işçinin üretim araçlarından kopartılması ve mutlakçılığın baskılarından, içinde yaşanılan sosyal grupların sınırlamalarından kurtulma gibi faydalarından da bahsedilebilir. Para ekonomisinin olumlu yanları olarak bunları sıralar düşünürümüz Georg Simmel ama yol açtığı kültür trajedisi nedeniyle ona geçer not vermez. Para ekonomisinde parasız olmaz ama onunla da saadet olmaz.

Kimi liberallere, Allah selamet versin, pek sevdiğim Atilla Yayla Hocaya göre ise başımıza gelen her ne iyi şey varsa, çoğu para sayesinde… Hocamızın “İnsanların Hayattaki Beklentileri” başlıklı yazısını kısaltarak okuyalım:

“Denilir ki, insanlar zengin olmak, istediği her şeyi kolayca satın almak arzusuyla dolup taşar. Beğendiğini satın alabilen, endişe duymadan harcama yapmaya gücü olan insan mutlu insandır… ABD’deki… bir araştırma, insanları paradan puldan çok toplum içindeki statünün mutlu ettiğini gösterdi. Araştırma ‘beğenilen’ ve ‘saygı duyulan’ kişilerin geliri yüksek kişilerden daha mutlu olduğunu ortaya çıkardı… Yine araştırmaya göre, zenginliğin, paranın sağladığı saadet zamanla azalmakta, beğenilmek ve sosyal saygınlık ise kalıcı olmakta. Daha önce yapılan başka araştırmalarda da, mutluluk-para ilişkisi hakkında birden fazla eğilimin mevcut olduğunun tespit edildiğini okumuştum. Buna göre, sıfır noktasından veya çok aşağı gelir seviyelerinden hayata başlamasına rağmen iş yapıp para kazanarak gelir/kazanç merdiveninde yukarılara tırmanmaları insanlara büyük mutluluk veriyor. Ancak, aynı mutluluk hâli miras veya büyük bağış yoluyla hazır paraya konan insanlarda, özellikle gençlerde görülmüyor. Hatta, çoğu zaman, tersi vuku buluyor…
Aynı hususlar hem peygamberler hem filozoflar tarafından çok önceleri zaten vurgulanmıştı. Mesela, David Hume ve Adam Smith’in eserlerinde, insanların tasvip edilme arzusuna sahip ve bunun insan davranışlarını sevk ve idare etmede çok tesirli olduğu vurgulanır. Bununla beraber, hakikati görmek için peygamber veya filozof olmaya ihtiyaç yok… Paranın, para kazanma arzusu ve çabasının, zengin ve varlıklı olmaya çalışmanın ilgili şahsa da topluma da çok faydalı olduğu kanaatindeyim. Tarih de buna şahit…
Bununla beraber… para kendi başına bir amaç değil. O da nihayetinde saygı ve kabul görmenin bir aracına dönüşüyor, aynen sporda, bilimde, sanatta başarı gibi. Ancak, kesin olan şu ki, paranın ve para kazanma yolundaki çabaların insanlığa katkısı, sporun, bilimin ve sanatın katkısından çok daha -hatta karşılaştırılamayacak kadar- fazla.”

Yayla hocanın bu tespitleri üzerinde epeyce söz söylenebilir. Biz okuyucumuzu bu vesileyle Adam Smith’i anlattığımız önceki bir yazımıza (https://kritikbakis.com/sermaye-devlet-ve-adam-smith/) tekrar gönderelim ve sözü fazla uzatmadan devam edelim.

Para, elbette insan dehasının en parlak ürünlerinden… Bugünkü modern devlet yapısında ve devletlerarası işleyişte parayı ve ekonomisini eleştirebilirsiniz ama tümüyle reddetmeniz imkânsız.  Su katılmamış anarşist değilseniz, bunlar tartışmasız hususlar… Simmel’in kavramsallaştırmasını takip ederek biz de “para ekonomisi” ve “paranın felsefesi ve psikolojisi” başlıkları altında ilerliyoruz. Burada altını çizmek, özellikle vurgulamak istediğimiz husus, kapitalizm-liberalizm-modernlik ilişkileri noktasında yaptığımız tartışma ve değerlendirmelere mutlaka “kâğıt para” bahsinin de ilave dilmesi gerektiği… Tüm bunlar birbiriyle çok yakından bağlantılı, biri olmadan diğer olmuyor.

Peki, bu paradoksun içinde dönüp dururken ne yapmalıyız?

Simmel, para ekonomisinin çekip çevirdiği kent hayatındaki bu trajedinin, yabancılaşmanın yalnızca sanatla aşılabileceği kanaatindedir. O da ilk dönem modernliğinin sıkıntıları içinde yaşayan bir münevver olarak çareyi sanatta arar. “Sanat ve yalnız sanat, gerçeğin elinden ölmemizi önleyecek bir şey varsa o da sanattır” diyen Nietzsche gibi düşünür.  Simmel’e göre de sadece sanat, hayattan daha fazla bir şeydir. Hayat ve form sadece sanatta bir araya gelebilir.  “Bireylerin para hırsına sahip olmadıkları hiçbir çağ, hiçbir dönem yoktur, ancak bu arzunun en yoğun ve büyük olduğu zamanların, bireysel tatminin en mütevazı olduğu, örneğin dini duyguların varoluşun nihai amacı olarak yüceltilmesinin gücünü kaybettiği dönemler meydana geldiği söylenebilir.” Böyle diyor Simmel. Burada biraz duralım, Simmel’den biraz geriye, Kierkegaard’ın yaşadığı zamanlara gidelim.

Modernlik trenine son anda binmiş yani modernliği ilk gören ve ona kafa yoranlardan biri olarak Soren Kierkegaard, modernliğin sadece seri üretim ürünler değil, aynı zamanda hepsi birbirine benzeyen, seri üretim insanlar olduğunu da anlamıştı. Kierkegaard, bu seri üretim kitlesine “kalabalık” adını verdi ve ilk yazılarından itibaren, bu yaşayan klişeler topluluğunu doğuran ortama, medyaya, siyasi ve kültürel eğilimlere, felsefedeki akılcılığa tepkisini varoluşçulukla koydu. Ölümcül hastalık olan umutsuzluğa karşı insanları gerçek dine çağırdı. Ama bu çağrıyı kendisinden sonra gelen Nietzsche gibi Simmel de duyamadı, çareyi sanatta aradılar. Bence, Kierkegaard’ın çağrısı, modernliğin sıkıntılarıyla baş edebilmek için maneviyatı yardıma çağırması önemliydi. Hala kulak vermemiz gereken ses, bu sestir. Zira başka türlü kadim mutluluk arayışıyla kendi dünyamız arasında asla paralellik kuramayız.

“Kadim mutluluk arayışı” derken erdemlerle bağını koparmamış bir saadet anlayışından, ahlak ve yaşam felsefelerinin birbirlerine yapışık olarak yol aldıklarından bahsediyorum. Geleneksel dünyada insanın yeryüzünde bulunuş gayesi, mutlu olmak değildi, tam tersine mutluluğa layık bir insana olmaya çalışmaktı; mutluluk hep erdemlerle birlikte ele alınıyordu.  Özellikle Müslüman filozoflar, mutluluğu ifade etmek için “es-saade” kelimesini kullanırlardı ve bu konuda konuşmaya başladıklarında ilk yaptıkları, kendi mutluluk anlayışlarıyla halk arasında “mutluluk zannedilen şeyler”i ayırmaktı. Bunun için de “es-saadetü’l kusva, uzma, ulya” yani “en yüce mutluluk” demeyi yeğlerlerdi. Modernlikle (kapitalizmle, para ekonomisiyle) birlikte dünya, felsefesiz kaldı. Halkın mutluluk sandığı şeyler öne geçti, bu durum hiç sorgulanmadı zira daha çok tüketim için ahalinin geçici zevklerine göre davranmak kaçınılmazdı.

Evet; geldiğimiz noktada önemli olan ve üzerinde daha çok durmamız gereken şey, maneviyatı çerçevesinde, ahlaklı bir yaşam felsefesi içinde parayı nereye yerleştireceğimiz, para ekonomisinde nasıl bir tavır alacağımızdır. Bir hayat mücadelesi sürdürür insan, muvaffak olmak ister. Para kazanmak, başka insanların çalışmaları için ekmek kapısı açılmasına vesile olmak elbette muvaffakiyetlerden bir tanesi. Ne yapıp edip para ekonomisine teslim olmamalı, varoluşumuzun nihai amacı olarak manevi hissiyatımızı yüceltmeyi sürdürmeliyiz.  Yayla Hocamız, “Para kendi başına bir amaç değil” diyor ama erdemlerden ziyade parayı öne çıkardığımızda ister istemez para amaçlaşıyor. Paranın en belirgin toplumsal ve psikolojik işlevi, diğer amaçları araç düzeyine indirmek değil mi zaten? Aksi misaller olsa da yaşadıklarımız bunu göstermiyor mu? Para, kazanırız ya da kazanamayız, biz hayat mücadelesi için çalışalım, “en yüce mutluluk” için uğraşalım.

 

Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka:
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 5 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. Halen Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari sorumlusu. Türkiye Günlüğü dergisinin yayın; birçok tıp ve beşerî bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Türk Grup Davranışı kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları “Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü” verilmiştir.

Web: erolgoka.net
Mail: [email protected]

Yayınlanan kitapları içinde öne çıkanlar:

-Türklerin Psikolojisi (2008; 2017)
-Kadınlar, Erkekler, Âşıklar (Dr. Sema Göka ile birlikte, 2008)
-Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm (2009),
-Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları (2009; 2018)
-Türk’ün Göçebe Ruhu (2010; 2019)
-Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2011; 2019)
-“Gerçek” İnsanın Yüzünde Yazar mı: Batı, İslâm ve Bilim Dünyasında Kişiliği Yüzden Tanımak (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2012; 2020)
-Hayatın Anlamı Var mı? (2013; 2019)
-Yalnızlık ve Umut: Günümüzde Varoluşsal Çaresizlikler ve Çıkış. (2020)
-Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları (2016)
-İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan (2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA