Seçici Kurbanlık: Batı Medyası, Öfkeyi “Hak Eden” Hayatların Sayımını Nasıl Şekillendiriyor?

Batı medyasının sürdürdüğü insan değeri sayımı ahlaki bir felakettir; ama aynı zamanda kırılgandır. Gazze’den gelen her tanıklık, her video, Hind Receb gibi bir çocuğun her fotoğrafı, seçici kurbanlık yapısının duvarlarında bir gedik açar. Önümüzdeki görev sadece önyargıyı kınamak değil; empatiyi yeniden düzenlemeyi talep etmektir—Filistinli bir çocuğun bir dipnot olmadığını, Afgan bir köylünün bir istatistik olmadığını, Müslüman hayatların pazarlık konusu olmadığını ısrarla vurgulamaktır. Ancak o zaman yasın siyasete göre paylaştırılmadığı, kederin coğrafyaya göre belirlenmediği ve şiddetle yitirilen her hayatın tam anlamıyla insan olarak görüldüğü, adıyla anıldığı ve hatırlandığı bir dünyayı hayal etmeye başlayabiliriz.
Ekim 4, 2025
image_print

Çağımızın ahlaki pusulası yalnızca süregelen savaşlarla ve düşen bombalarla değil, bu olayları takip eden sessizliklerle de ölçülebilir. Yaşadığımız dünyayı tanımlayan yalnızca şiddetin kendisi değil, bu şiddetin nasıl anlatıldığı, kurbanların nasıl sayıldığı ve yasın nasıl dağıtıldığıdır. Bu küresel empati dağılımında Batı medyası, bazı ölümlerin küresel trajedilere dönüştürüldüğü, diğerlerinin ise sessizce savaş istatistiklerine yedirildiği bir acı hiyerarşisinin mimarı hâline gelmiştir. Bu sadece haberlerin kapsamı ile ilgili bir mesele değil; bu, ahlaki hiyerarşilerin inşasıyla, bir insan bedeninin değerinin coğrafya, din ve siyasi çıkarlarla belirlendiği bir insan hayatı sayımıyla ilgilidir.

Bunu en son, muhafazakâr Amerikalı yorumcu Charlie Kirk’ün ani ölümünün manşetlerle, övgülerle ve saatler süren medya yayınlarıyla karşılanmasıyla ortaya çıkan küresel yas gösterisinde gördük. Müslümanlara ve göçmenlere açıkça düşmanca olan siyasi görüşleri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, onun yaşamı ve ölümü evrensel bir mesele olarak ele alındı. Bunu, Gazze’de ailesinin arabasının enkazı altından yardım çağrısı yapan altı yaşındaki Filistinli kız Hind Receb ile karşılaştırın; ancak Hind, kendisini kurtarmaya gelen ekiplerin de öldürülmesiyle sonsuza dek susturuldu. Hind’in çaresiz sesi dünyayı sarsmalıydı; ancak Arap medyası dışında adı sessizce geçti, hikâyesi Filistinlilerin acılarını aktarmanın şablonu hâline gelen “trajik ama karmaşık” haberlerin altında gömüldü.

Bu zıtlık rastlantı değildir; Batı medyasının yapısını ortaya koyar. Judith Butler, savaş ve yas üzerine yazılarında, tüm hayatların aynı şekilde “yas tutulabilir” olmadığını savunur. Bazıları daha ölmeden önce birer kayıp olarak çerçevelenirken, diğerleri adlarının anılmayı hak etmesi için önce masumiyetlerini kanıtlamak zorundadır. Hind Receb’in ölümü, masum bir çocuğun ölümü olarak değil, İsrail’in “Hamas’a karşı savaşı”nda bir başka üzücü ayrıntı olarak sunuldu. Oysa Charlie Kirk’ün ölümü için hiçbir gerekçeye, insanlığının savunulmasına ihtiyaç duyulmadı—hayatının değerli olduğu basitçe kabul edildi.

Seçici öfkenin daha eski kökleri vardır. 11 Eylül saldırılarının ardından, ölen Amerikalıların yüzleri haftalarca ekranlara taşındı, isimleri törenlerde tekrarlandı, aileleri saygıyla röportajlara katıldı. Bunu, Afganistan ve Irak’taki ABD savaşlarında öldürülen yüz binlerce Müslüman’ın görünmezliğiyle karşılaştırın—bu insanlar nadiren isimleriyle anıldılar, nadiren gösterildiler, hatta çoğu zaman hiç sayılmadılar bile. Kandahar’da bir drone saldırısı düğün konuklarını ya da Yemen’de çocukları öldürdüğünde, bu olaylar genellikle “şüpheli militanlar” olarak aktarıldı; masumiyetleri, Amerika’nın “teröre karşı savaşı”nın kaçınılmaz yan ürünü olarak sunulan bir dil ile bulanıklaştırıldı. Edward Said, Oryantalizm üzerine yazarken, Doğu’nun genellikle Batı’nın dramaları için bir arka plan olarak temsil edildiğini, bağımsız bir insan yaşamının sahnesi olarak görülmediğini belirtmişti. Bugünün medya temsillerinde de Filistinliler, Afganlar, Iraklılar ve Yemenliler hâlâ Batılı siyasi aktörlerin güvenlik ve direnç anlatılarını şekillendirdikleri arka plan olmayı sürdürüyor.

Batı medyasının her ölümü haber yapmasının mümkün olmadığı, pratik sınırların bulunduğu öne sürülebilir. Ancak bu karşı argüman, seçici yoğunluğun ağırlığı altında çöker. Neden her Batılı terör kurbanının adı anılabiliyor, biyografileri belgelenebiliyor, aileleriyle röportaj yapılabiliyor da aynı insanileştirme Filistinlilere veya Afganlara uygulanamıyor? Mesele nicelik değil, öncelik meselesidir. Bir Batı vatandaşı öldürüldüğünde, empati mekanizması tüm gücüyle devreye girer. Müslüman siviller katledildiğinde ise gerekçelendirme mekanizması çalışmaya başlar—bu ölümleri karmaşık, talihsiz ya da hatta gerekli olarak açıklayan bir mekanizma. Bu yüzden 7 Ekim’de öldürülen İsrailli sivillerin ölümleri dünya genelinde yoğun biçimde haberleştirilirken, o tarihten bu yana öldürülen on binlerce Filistinli sadece sayılarla anılıyor, isimleriyle değil.

Dil bile önyargıyı ele verir. Filistinliler “öldürülüyor” ya da “saldırılarda hayatını kaybediyor,” İsrailliler ise “katlediliyor” ya da “vahşice öldürülüyor.” Müslüman erkekler, aksi ispatlanana kadar “şüpheli” ya da “militan” olarak tanımlanırken, Batılı askerler tüm bir köyü bombalarla yerle bir etseler bile “kahraman” olarak sunulur. Bu dilsel asimetri, küresel izleyicilere kimin yasını tutmaları, kimi unutmaları gerektiğini; kimin masum, kimin suçlu olduğunu; kimin ölümü bir istisna, kimin ölümü ise olağan olduğunu öğretir.

Bu ahlaki hiyerarşinin siyasi sonuçları son derece büyüktür. Müslüman ölümlerini olağanlaştırarak Batı medyası, politika yapıcıların rotalarını değiştirmek zorunda kalmadıkları bir dünya yaratır. Eğer Filistinli çocuklar küresel izleyicilerin gözünde tam anlamıyla insan değilse, onların ölümleri İsrail veya destekçileri için gerçek bir bedel oluşturmaz. Afgan siviller görünmez olduğunda ise, Amerika’nın insansız hava aracı savaşları hiçbir ahlaki hesaplaşmaya uğramadan sürebilir. Ortaya çıkan şey, Butler’ın “farklılaştırılmış savunmasızlık dağılımı” olarak tanımladığı, bazı toplulukların sürekli şiddete maruz bırakıldığı ama kurban olarak tanınmadığı bir durumdur.

Bu ikiyüzlülük, Ukrayna için yükselen küresel tepkiler hatırlandığında daha da netleşir. Rusya işgal ettiğinde, Batı medyası Ukrayna’nın acılarını anlatan, kuşatma altındaki çocukları, aileleri ve şehirleri vurgulayan bitmek bilmeyen haberler yaptı. Bu insanileştirme hatalı değildi; aksine gerekliydi. Ancak mesele, neden on yıllardır işgal altında yaşayan ve şimdi de bombardıman altındaki Filistinlilerin aynı muameleyi görmediğidir. BBC’nin bir spikeri, aslında sessizce söylenmek isteneni yüksek sesle dile getirdi: Ukrayna önemlidir çünkü Irak ya da Afganistan’ın aksine “medenidir.” Bu söz, her zaman doğru olanı açık etti: Batı’nın empati duygusu ırksal, kültürel ve derinlemesine siyasidir.

Kirk’ün ölümünden bu yana yaşanan daha da grotesk gelişmeler bu hiyerarşiyi iyice pekiştirdi. Gazze’deki Filistinliler, uygulanan ablukayla açlıktan ölmeye devam ederken, onların çektiği acı çoğu zaman kasıtlı bir savaş suçu olarak değil, trajik bir kaçınılmazlık olarak çerçeveleniyor. İsrail’in gazetecileri sistematik biçimde hedef alması ve 170’ten fazla gazetecinin öldürülmesi Batı medyasında neredeyse hiç manşet olmuyor; oysa tek bir Batılı gazetecinin ölümü haftalarca küresel haber döngüsünü domine ederdi. Aynı anda Hindistan’da, Hindutva propagandası Müslümanları demografik tehditler olarak gösteren videolar yayımlıyor—ve başka yerlerdeki kitlesel ölümleri meşrulaştıran aynı insanlık dışı mantığı yeniden üretiyor. Batı medyasının bu gelişmeler karşısındaki sessizliği tesadüfi değil; yapısaldır.

Sessizlik asla tarafsız değildir; her zaman iktidarın yanındadır. Hind Receb’in adı her atlandığında, bir Filistinli çocuk insan yerine sadece bir sayı olarak tanımlandığında, İsrailli sözcülere bombalamaları meşrulaştırmak için prime time yayın saatleri verildiğinde, Batı medyası denetleyici değil, iktidarın bir uzantısı olarak işlev gördüğünü teyit eder. Ve yine de bu sessizlikleriyle ezilenlerin hafızasını hafife alırlar. Filistinliler, telefonlar, tanıklıklar ve yeraltı ağları aracılığıyla kendi acılarını belgelemeye devam ediyor. Onların direnişi yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda anlatısaldır. Dünya onları silmeye çalışsa da unutulmayı reddediyorlar.

O hâlde Müslüman sesinin bir sorumluluğu vardır. Bazı hayatların kutsal, bizimkilerin ise “yan zarar” olduğunu söyleyen küresel hiyerarşiyi kabul edemeyiz. Çocuklarımızın yas tutulmayı hak edip etmediğini sorgulatan propagandayı içselleştiremeyiz. Yanıtımız, Batı medyasının tekelini kıracak kendi yas arşivlerimizi, kendi hafıza platformlarımızı, kendi tanıklıklarımızı inşa etmek olmalıdır. Said’in bize hatırlattığı gibi, direnişin ilk eylemi konuşmakta ısrar etmek, üzerimize dayatılan sessizliği reddetmektir.

Batı medyasının sürdürdüğü insan değeri sayımı ahlaki bir felakettir; ama aynı zamanda kırılgandır. Gazze’den gelen her tanıklık, her video, Hind Receb gibi bir çocuğun her fotoğrafı, seçici kurbanlık yapısının duvarlarında bir gedik açar. Önümüzdeki görev sadece önyargıyı kınamak değil; empatiyi yeniden düzenlemeyi talep etmektir—Filistinli bir çocuğun bir dipnot olmadığını, Afgan bir köylünün bir istatistik olmadığını, Müslüman hayatların pazarlık konusu olmadığını ısrarla vurgulamaktır. Ancak o zaman yasın siyasete göre paylaştırılmadığı, kederin coğrafyaya göre belirlenmediği ve şiddetle yitirilen her hayatın tam anlamıyla insan olarak görüldüğü, adıyla anıldığı ve hatırlandığı bir dünyayı hayal etmeye başlayabiliriz.

Kaynak: https://www.middleeastmonitor.com/20250928-selective-victimhood-how-western-media-shapes-the-census-of-lives-that-deserve-outrage/