İnsanlık tarihi, sayısız hükümdar, kral ve devlet adamının hikâyesiyle örülmüştür. Ancak bu hikâyelerin büyük kısmı, iktidarın zalim yüzünü taşır; adaletle hükmedenler ise nadir birer istisna olarak parıldar. İslam tarihinde dört halifenin örnekliği, bu nadir ışıklardan biridir. Benzer şekilde, kadim imparatorlukların kroniklerinde de adaletin adı kimi zaman derin izler bırakır. Sasani hükümdarı Nuşirevan (I. Hüsrev) bunlardan biridir; Roma tahtında ise bu vasfın en parlak siması, Stoacı filozof ve imparator Marcus Aurelius’tur. O, hem savaş meydanlarında hem de kendi iç dünyasında adaletin ve erdemin izini süren bir liderdi.
İşte bu yüzden, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde 6 Ağustos’ta başlayan Uluslararası Arkeoloji Sempozyumu ve açılan “Arkeolojinin Altın Çağı” sergisi, yalnızca arkeolojik bir buluşma değil; kadim dünyanın vicdanlı bir sesini bugüne taşıyan bir hatırlatma oldu. Yüzyıllar sonra ait olduğu topraklara dönen Marcus Aurelius heykeli, serginin en dikkat çeken parçalarındandı. Bu heykel, soğuk mermerin ötesinde, Platon’un yüzyıllar önce hayalini kurduğu “adil filozof kral”ın somutlaşmış hâliydi.
Platon, “Devlet” adlı eserinde, en iyi yönetici tipinin “filozof (bilge) kral” olacağını savunur. Ona göre, bilgeliğin rehberliğinde yaşayan, erdemi her şeyin önüne koyan bir hükümdar, halkını adaletle yönetebilir; çünkü böyle biri, gücü değil, hakikati arar. Platon bu ideali kurgularken, böylesi bir hükümdarın tarihte pek nadir görüleceğini de bilmekteydi. Ancak ölümünden yaklaşık beş asır sonra, bu nadir denklem Roma tahtında vücut buldu: Marcus Aurelius Antoninus…
161-180 yılları arasında Roma’yı yöneten Marcus Aurelius, savaş meydanlarında sert, devlet yönetiminde tedbirli, düşünce dünyasında ise derin bir filozoftu. Onu farklı kılan, zaferlerle dolu bir hükümdarlığın ötesinde, kendi nefsini de zaferle terbiye etmiş olmasıydı. Bu yüzden hem devlet adamı hem de ahlâk filozofu olarak tarihe geçti. Özellikle ahlaki felsefeye büyük önem vermiş, bu sayede içki, eğlence ve kadınlara meyil gibi ahlâkî zaaflardan uzak durmuştu. Kaynaklar, onun aristokrat sınıfına mensup diğer kişilerden tamamen farklı, eşsiz bir örnek olduğunu aktarır.
121 yılında Roma’da aristokrat bir ailede doğan Marcus, imparator soyundan gelmiyordu. Henüz genç yaşta disiplinli yaşamı, ölçülü karakteri ve öğrenmeye tutkusu ile dikkat çekti. Dönemin imparatoru Hadrian, onun zekâsını fark ederek veliahtı Antoninus Pius’a vasiyet bıraktı: Marcus’u evlat edin ve yetiştir. Böylece, saray eğitimi ile Yunan filozoflarının mektebinde yetişen Marcus, erdemin hem teorisini hem de pratiğini öğrendi.
Gençlik yıllarında Epiktetos’un sabrı, Sokrates’in sorgulayıcı tavrı ve Herakleitos’un değişim felsefesi, onun düşünce dünyasında derin izler bıraktı. Tahta çıktığında ise bu mirası devlet işlerine taşıdı.
Hayatının son 20 yılını Roma tahtında geçirdi. Bu, imparatorluğun en zor dönemlerinden biriydi. Doğuda Part İmparatorluğu, kuzeyde Germen kabileleri sınırları tehdit ediyordu. Salgınlar, kıtlıklar, ekonomik buhranlar peş peşe gelmişti. Ancak bütün bu hengâmenin ortasında Marcus, gecelerini ve fırsat bulduğu her anı, kendi kendine yazdığı felsefi notlarla doldurdu. Bu notlar, bugün Kendime Düşünceler (Meditations) adıyla bildiğimiz eseri oluşturdu.
Roma İmparatorluğu tarihinin son büyük hükümdarlarından biri, Tuna Nehri kıyısında barbarlara karşı verdiği çetin savaşlar durduğunda, her gece mutlaka yalnızlığına, kalemine ve kâğıdına çekilmekte ısrar ediyordu. Savaş yeniden başlayacak olsa bile, durduğu her anda kendi içine dönüyor, muhasebe yapıyor, duygularını ve yaşadıklarını yazıya geçiriyordu. “Kendime Yönelik” başlığı, bu metinlerin ruhunu açığa çıkarıyordu: günlük öz eleştiri, nefis terbiyesi ve erdemde ilerleme.
On iki kitaptan oluşan bu metinler, bir hükümdarın değil, kendi nefsini terbiye eden bir insanın iç konuşmalarıdır. Marcus bu eseri Latince değil, Yunan diliyle kaleme aldı; adeta Latincesi siyaset ve savaş için, Yunancası ise felsefe ve tefekkür için ayrılmış gibiydi. Kitap, stoacı felsefenin en güzel metinleri arasında sayılır. Akademik tarihçiler onu Cicero, Epiktetos, Seneca gibi saf stoacılarla bir tutmakta temkinli olsa da Machiavelli, Marcus’u bu filozoflar arasında anan düşünürlerden biridir.
Marcus Aurelius, saltanatını kişisel refah için değil, Roma’nın düzenini ve halkının huzurunu korumak için kullandı. Hazinenin boşaldığı dönemlerde kendi mal varlığını açık artırmayla satarak orduyu ve halkı destekledi. Disiplinin bozulduğu orduda köleleri bile asker yapacak kadar kararlıydı.
Ancak Marcus Aurelius’un en ağır sınavlarından biri, ihanete uğramasıydı. En güvendiği komutanlardan Avidius Cassius, Mısır’da kazandığı bir zaferin ardından, imparatorun hastalığını fırsat bilerek tahtı ele geçirmeye kalkıştı. O sıralarda Marcus, Germanya’da ağır bir hastalığa yakalanmış ve herkes onun öleceğini düşünmeye başlamıştı. Rivayetlere göre eşi Faustina, kocasının ölümünden sonra Romalıların kendisine zarar vermesinden korkarak hayatta kalma yolları aramış ve Cassius’la evlenmeye razı olmuştu.
Fakat kader bambaşka bir seyir izledi. Marcus Aurelius iyileşti, Roma’ya döndü ve Cassius’a karşı ordu hazırlıklarına başladı. Yine de iç savaş çıkarmamak için temkinli ve diplomatik davrandı. Bu sırada Cassius’un kendi askerleri ona isyan ederek başını kestiler ve imparatora gönderdiler. Kriz böylece sona erdi. Marcus ise bu ihaneti kanla karşılamadı; aksine affedici tavrıyla Roma tarihinde nadir görülen bir büyüklük örneği sergiledi.
İç savaşı önleyen Aurelius, ardından oğlu Commodus’u ortak imparator ve resmî veliaht ilan etti. Tekrar Germen kabilelerine karşı sefere çıktı ve neredeyse kesin bir zafer kazanmak üzereydi ki, 180 yılında hastalanarak hayatını kaybetti. Taht Commodus’a geçti. Ancak o, ne savaşları sürdürmeye ne de babasının yürüttüğü akıllı ve ölçülü yönetimi devam ettirmeye istekliydi. Böylece Roma İmparatorluğu’nda çözülme dönemi başladı ve batı kanadı, 5. yüzyılda Germen kavimlerinin eline geçti.
Hasıl-ı kelâm, Marcus Aurelius ardında yalnızca kudretli bir imparatorluk değil, insanlığa ahlâkî bir miras da bıraktı. Onun hayatına bakıldığında, Platon’un hayalini kurduğu filozof kralın imkânsız bir ütopya değil; ancak tarihin nadiren bahşettiği bir lütuf olduğu anlaşılır.
Aurelius’un Stoacılığı, özellikle ahlâkî ve insanî derinliğiyle, zaman zaman Epiküros’un karamsarlığına yaklaşır. İnsanlık hâlinin acılarına karşı bir panzehir ararken, Stoacı düşünceyi Yunan adalet idealiyle harmanlar. Böylece onun felsefesi, kendisinden önceki Stoacıların teorik öğretilerini, vicdanın sürekli denetimi ve “insana vaat edilmiş mutluluk” arayışı ekseninde yeniden yorumlar.
Aydınlanma çağının önemli isimlerinden Diderot, onun hakkında şu tespiti yapar: “Bu imparator hakkında konuşurken insanın içine tatlı bir hüzün çöker. Hayatını okurken insan, bilinçaltında bir şefkat arzusuna kapılır…”
Mısırlı düşünür Abdurrahman Bedevi ise Düşünceler’deki temel ruhu şöyle ifade eder: “Onda iyimser bir vahdet-i vücut eğilimi ağır basar. Ona göre evrende var olan her şeyde, olaylarda ve canlılarda ilahî bir ruh dolaşır; bu ruh, evreni evrensel bir amaca yönlendirir.”
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde sergilenen Marcus Aurelius heykeli, yalnızca Roma tarihine ait bir sanat eseri değil; günümüz siyaset anlayışına düşen bir ışık gibidir. Onun yaşamı, “güç” ile “erdem”in bir arada var olabileceğinin kanıtıdır. Platon’un “filozof (bilge) kral” ideali, Marcus’un şahsında ete kemiğe bürünmüş; devletin çıkarı ile bireysel ahlâk arasında köprü kurulabileceğini göstermiştir.
Ve bugün Külliye’deki heykelin önünde duran her ziyaretçi, belki de kendi kendine şu tarihi soruyu soracaktır: “Gücün sahibi, erdemin de sahibi olabilir mi?”
Marcus Aurelius’un cevabı ise 1800 yıl öncesinden hâlâ yankılanmaktadır: “İnsanın gerçek gücü, kendi ruhunu yönetebilmesindedir.” Hz. Ömer (r.a) da Marcus’tan yüzyıllar sonra şöyle diyecekti: “Adalet olmadıkça yönetimin, edep olmadıkça asaletin, cömertlik olmadıkça zenginliğin faydası olmaz.”
—————
Marcus Aurelius’tan İlham Kutusu
“Kendime Düşünceler” (Meditations) kitabından Seçmeler ve Günümüze Yansımaları…
1. “İnsan, ruhundan daha huzurlu ve sarsıntısız bir sığınak bulamaz.”
Günümüzün kaotik dünyasında, dışarıdan gelen fırtınalar ancak içerideki sessizlikle dengelenebilir. Hakiki huzur, kalabalıklarda değil, insanın kendi iç derinliğinde saklıdır.
2. “Hayatımız, düşüncelerimizin şekillendirdiğidir.”
Olumsuz düşünceler karanlık bir dünya, yapıcı düşünceler ise aydınlık bir gelecek inşa eder. Zihin, hem yıkıcı hem kurucu bir mimardır.
3. “Düşmanından alacağın en iyi intikam, ona benzememendir.”
Öfke, adaleti körleştirir. Gerçek zafer, kötülüğü kopyalamamak ve erdemde ısrar etmektir.
4. “Görüş dediğimiz şey, hakikat değil; bakış açısı dediğimiz şey, gerçek değildir.”
Algı ile hakikat arasındaki farkı bilmek, hem siyasette hem de bireysel hayatta sağduyunun anahtarıdır.
5. “Ölüm, yaşamın doğaya iade edilmesidir; korkulacak değil, anlaşılacak bir olgudur.”
Ölüm korkusu, hayatı daraltır. Onu anlamak, yaşamı genişletir.
6. “Sabah uyandığında kendine şunu söyle: Bugün karşıma nankör, bencil, kibirli, hilekâr, kıskanç ve kaba insanlar çıkacak… Ama ben onlara öfkeyle değil, doğanın bana yüklediği görevle yaklaşacağım.”
Her gün karşılaştığımız zorluklar, erdemin sınav alanıdır. Tepkilerimiz, kim olduğumuzu gösterir.
7. “İyilik, ödül beklemeden yapılmalıdır.”
Erdemin değeri, karşılığında alınacak menfaatle ölçülmez.
8. “Güç, erdemle birleşmedikçe yozlaşır.”
Marcus Aurelius’un hayatı, gücün tek başına bir değer olmadığını, hatta çoğu zaman yıkıcı bir silaha dönüşebileceğini gösterir. Ahlâkî rehberden yoksun güç, yöneticiyi kendi ihtiraslarının esiri yapar. Roma tarihinde bunun sayısız örneği vardır: kısa ömürlü tiranlıklar, zulme dayalı saltanatlar, hazineyi tüketen lüks düşkünleri…
9. “Adalet, halkın güvenini kazandırır; zulüm ise tarihin lanetini.”
Marcus’un yönetiminde adalet, salt hukuki bir kavram değil, devletin temel ilkesi idi. Zulmün kısa vadede itaat getireceğini, fakat uzun vadede devleti çürüteceğini biliyordu.
10. “Kendi iç dünyasını yönetemeyen, bir devleti de yönetemez.”
Marcus Aurelius, dış dünyadaki iktidarını, iç dünyasındaki hâkimiyetle destekliyordu. Düşünceler’de her sabah kendine hesap sorması, sabrı, öfkesini dizginlemesi, gururdan uzak durması bunun en açık kanıtıdır. Ona göre, İç disiplin, yönetimin ilk şartıdır.