Uluslararası hukuk profesörü Richard Falk, Filistin’de yaşananları, küresel vicdanın sınandığı bir çağın göstergesi olarak değerlendiriyor.
Sunuş:
Gazze’de süren yıkımın sadece bir bölgesel çatışma değil, insanlığın ahlaki ve hukuki çöküşünü gözler önüne seren bir tablo olduğunu savunan uluslararası hukuk uzmanı Richard Falk, açık bir soykırımın “meşru müdafaa” kisvesiyle dünya kamuoyuna sunulmasını, tarihsel bir yüzleşme çağrısıyla yorumluyor.
Schiller Enstitüsü’nden Mike Billington’ın yaptığı bu kapsamlı söyleşide Falk; Francesca Albanese’ye yönelik yaptırımlardan, Birleşmiş Milletler’in işlevsizliğine, Gazze Halk Mahkemesi’nden iki devletli çözüm tartışmalarına kadar pek çok güncel başlığı değerlendiriyor.
Kritik Bakış okurları için Türkçeye çevirdiğimiz bu söyleşi, sadece Filistin meselesine değil, çöken bir dünya düzenine dair çok daha geniş bir perspektif sunuyor.
Kritik Bakış
—————————————
Soykırıma Karşı Mücadele
Mike Billington: Hoş geldiniz. Ben Mike Billington; Schiller Enstitüsü ve Executive Intelligence Review adına konuşuyorum. Profesör Richard Falk ile bir kez daha röportaj yapma fırsatı bulduğum için çok memnunum. Profesör Falk, Princeton Üniversitesi’nde uluslararası hukuk ve uygulama alanında emeritus (emekli) profesördür. Ayrıca, Birleşmiş Milletler’in Filistin ve İşgal Altındaki Topraklar’daki İnsan Hakları Raportörlüğü görevini yürütmüş bir isimdir. Tartışacağımız konular üzerine kısa süre önce bir makale yayımladığı The Nation dergisinin yayın kurulu üyeleri arasında yer almaktadır. Aynı zamanda konuşacağımız bir diğer konu olan Gazze Mahkemesi’nin başkanlığını da yürütmektedir. Hoş geldiniz Profesör Falk, bize katıldığınız için teşekkür ederiz.
Prof. Richard Falk: Davet ettiğiniz için teşekkür ederim Mike. Sizinle yeniden bir arada olmaktan memnuniyet duyarım.
Billington: The Nation dergisinde 15 Temmuz’da yayımlanan “Francesca Albanese’ye Yaptırım – Marco Rubio Hukuku, Adaleti ve Gerçeği Ayaklar Altına Alıyor” başlıklı makalenizde, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki İşgal Altındaki Filistin Toprakları için Birleşmiş Milletler Özel Raportörü olarak görev yapan Francesca Albanese’nin kahramanca rolünü ele alıyorsunuz. Bu, 2008–2014 yılları arasında iki üçer yıllık dönem boyunca sizin de üstlendiğiniz bir görevdi. Makalenizde, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun Bayan Albanese’ye uyguladığı yaptırımları açıkça kınıyorsunuz. Bu durumun arka planında ne var?
Prof. Richard Falk: ABD hükümeti açısından bakıldığında, bu meselenin arka planı, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) birkaç ay önce İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında, işledikleri suçlar nedeniyle çıkardığı tutuklama emirlerine dayanıyor. Bu yılın Şubat ayında, ABD, söz konusu tutuklama emirlerinin çıkarılması yönündeki savcı tavsiyesini onaylayan dört yargıca yaptırım uyguladı. UCM, bu yargıçlara ve birinci derece akrabalarına ABD’ye giriş yasağı getirilmesi ve ABD sınırları içindeki mal varlıklarının dondurulması yoluyla yaptırıma uğradı.
ABD hükümetinin Francesca Albanese’ye yaptırım uygulamak için sunduğu görünen gerekçe ise, onun son raporunda—ki başlığı “İşgal Ekonomisinden Soykırım Ekonomisine”ydi—İsrail’in izlediği soykırım politikalarından kâr elde eden 48 Amerikan ve uluslararası şirketi doğrudan işaret etmiş olması ve UCM’ye bu şirketlerle bağlantılı kişilerin soruşturulması ve gerekirse yargılanması yönünde tavsiyede bulunmuş olmasıydı.
Bence Albanese’nin durumunda UCM ile bağlantı kurulmasının nedeni, Trump döneminde yayımlanan ve söz konusu tutuklama emirlerinin ardından gelen başkanlık kararnamesidir. Bu kararname, UCM’yi İsrail’e karşı tutuklama emirleri uygulamakla ve böylece ABD’nin siyasi çıkarlarını ihlal etmekle suçlamaktaydı. Bu da şu iddiayla destekleniyordu: ABD ve İsrail UCM’nin kurucu belgesi olan Roma Statüsü’ne taraf olmadıkları için mahkemenin yetkisine de tabi değillerdir; dolayısıyla mahkeme, savcısı ve yargıçları yetki aşımı yapmaktadır.
Aslında Francesca’nın son raporu, sonundaki o tavsiye dışında UCM ile doğrudan ilişkili değildi. Ancak bu tavsiye, en azından hukuki bir dayanak görüntüsü vererek, ona yönelik yaptırımlar için başkanlık kararnamesine bağ kurma imkânı sağladı.
Rubio, açıklamasında bunun Albanese’ye yöneltilen tek suçlama olmadığını da açıkça ifade etti. Onu kötü niyetle antisemitizmle ilişkilendirdi ve ABD ile İsrail’in ekonomik ve siyasi çıkarlarına zarar vermekle suçladı. Hatta daha da ileri giderek, onu “ekonomik savaş yürütmekle” itham etti. Bu, önde gelen bir ABD yetkilisi için oldukça ölçüsüz ve saldırgan bir açıklamaydı.
Bana kalırsa bu, İsrail ve Siyonist STK’lar tarafından Albanese’yi görevden aldırmak ya da en azından onu cezalandırıcı ve ayırt edici bir biçimde itibarsızlaştırmak için uzun süredir sürdürülen bir kampanyanın parçasıydı. Ama bu girişim, tam anlamıyla ters tepti. Şu anda, muhtemelen kendisi 2026 Nobel Barış Ödülü için dünyanın önde gelen adayı konumunda. Hatta Birleşmiş Milletler’in ilk kadın Genel Sekreteri olması için de adı geçiyor.
Yani burada, onun şeytani bir figür gibi gösterilen sözde “kötü eylemleri” ile, BM Özel Raportörü olarak, BM’nin bile soykırımı durdurmakta etkisiz kaldığı zorlu bir dönemde üstlendiği sorumluluğun ve elde ettiği başarının takdir edilmesi arasında oldukça ilginç bir kutuplaşma söz konusu.
Billington: Doğru. Siz de Francesca Albanese’ye, Rubio ve ABD tarafından uygulanan yaptırımlar yerine, Nobel Barış Ödülü verilmesi çağrısında bulunan bir makale yazdınız.
Prof. Falk: Ayrıca, hukukun üstünlüğüne ve uluslararası adalete saygı duyan bir başkanın, bu kadar fahiş bir eylemde bulunan Rubio’nun istifasını talep etmiş olması gerektiğini de belirttim.
Billington: Buna ek olarak, Francesca Albanese’ye Nobel Barış Ödülü verilmesi çağrısıyla şu anda dolaşımda olan ve 300.000’den fazla imza toplanan bir dilekçe var. Daha önce sizin de belirttiğiniz gibi, eğer bu ödülü alırsa ya da BM Genel Sekreteri olarak atanırsa bunun nasıl bir etkisi olur sizce?
Prof. Falk: Nobel Barış Ödülü konusunda, insanların onun adına yürütülen bir kampanya görüntüsünden kaçınmaları gerektiği konusunda uyarıda bulunmaya çalıştım; çünkü bu, adaylık şansına zarar verir. Ben de geçmişte birkaç kez aday gösterildim ve Oslo’daki komiteden biliyorum ki, bir aday lehine yürütülen kampanyalara yanıt olarak ödül veriyor gibi görünme ihtimali onları ciddi biçimde rahatsız eder. Bu nedenle, keşke bu dilekçe dolaşıma sokulmamış olsaydı. Komite, kendi bağımsız değerlendirmesini yapabilecek yeterliliktedir ve böyle bir ödülü siyasi baskıya boyun eğiyormuş gibi görünerek vermek istemeyeceklerdir.
Adaleti Zedeleyen Eylemler
Billington: The Nation’da yayımlanan makalenizde, uygulanan yaptırımların “uluslararası hukuka ve ahlaka aykırı” olduğunu belirtiyorsunuz. Genel olarak bakıldığında, ABD’nin artık dünyada kalkınma ve ilerlemeyi destekleyen bir politika yürüten ülke olarak değil, yaptırımlar ve dayatmalar uygulayan bir aktör olarak görülmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Prof. Falk: Bu, çok somut bir örnek. Zorlayıcı bir koşul altında cesaretle ve güvenilir biçimde raporlama yapan bir kişinin onurlandırılması gerekirken cezalandırılması söz konusu. Dolayısıyla bu, adaleti ve dünya düzenini zedeleyen daha geniş bir eylemler dizisinin sembolik bir örneğidir—ki bu düzen, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurmakla övündüğü bir şeydi. Elbette sistem bazı ciddi eksikliklerle kurulmuştu, ancak yine de savaşların önlenmesi ve küresel güvenliğe yönelik, halkların küresel çıkarlarına daha uygun bir çerçeve oluşturma yönünde kamuoyu baskısına bir yanıt niteliği taşıyordu. Kapitalist genişlemenin ya da militarist tahakkümün bir aracı olmaktan ziyade, barışa ve toplumsal refaha hizmet etmeyi hedefliyordu. Ne yazık ki, Soğuk Savaş’ın ardından ABD, kamu yararı pahasına kendi ulusal ekonomik ve jeopolitik çıkarlarını önceleyen bir yola sapmayı tercih etti.
Billington: Francesca Albanese, geçen hafta Kolombiya’nın Bogotá kentinde düzenlenen ve “Lahey Grubu” olarak adlandırılan bir toplantının öne çıkan konuşmacılarından biriydi. Bu grup, Güney Afrika ve Kolombiya öncülüğünde Filistin’deki soykırım meselesi ile Filistin’in devlet statüsü konusunu ele almak üzere bir araya gelmiş, bir düzineden fazla ülkeden oluşan bir oluşum. Orada yaptığı konuşmadan kısa bir alıntı okumak istiyorum ve ardından sizin yorumunuzu duymak isterim. Şöyle diyor:
“Her devlet İsrail’le olan tüm ilişkilerini derhal gözden geçirmeli ve askıya almalıdır… Yani, İsrail’le olan tüm ilişkilerin kesilmesini kastediyorum… Ve öncelikle sormamız gereken şudur: Bu soykırım saldırısını durdurmak için ne yapmalıyız?”
Ayrıca, dünyadaki ruh hâlinde devrim niteliğinde bir değişim yaşandığını da söylüyor:
“Yeni bir çok taraflılık doğuyor: ilkesel, cesur ve giderek daha fazla Küresel Çoğunluk tarafından yönlendirilen”—ki bu çoğunluk genellikle Küresel Güney olarak adlandırılır.
“…Lahey Grubu’nun yalnızca bir koalisyon değil, aynı zamanda dünya siyasetinde yeni bir ahlaki merkez oluşturma potansiyeli taşıdığını düşünüyorum… Milyonlarca insan, adalet, insanlık ve kolektif özgürlük temelinde kurulacak yeni bir küresel düzenin doğmasını sağlayacak bir liderlik bekliyor. Bu sadece Filistin’le ilgili değil. Bu, hepimizi ilgilendiriyor. İlkesel devletler bu ana cevap vermelidir…”
Ve şu ifadeyle bitiriyor:
“Filistin, bu çalkantılı bölümü… adaletsizliğe, sömürgeciliğe ve bugün her zamankinden daha güçlü biçimde hüküm süren neoliberal zorbalığa karşı ayağa kalkan halkların yüzyıllardır süren destanının en yeni dizesi olarak yazmış olacak.”
Buna eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Karanlık Gökyüzünde Bir Işık Parıltısı
Prof. Falk: Bence bu, bambaşka bir dünya düzenine dair çok etkileyici ve idealist bir vizyon. Bu vizyon, tüm insanlığın esenliğiyle çok daha uyumlu değerlere dayanıyor ve dünyada barış ve adaletin teşvikine daha fazla katkı sağlama potansiyeli taşıyor. Gerçekten de karanlık bir gökyüzünde bir ışık parıltısı gibi. Son zamanlarda buna benzer birkaç ışık parıltısı daha oldu. Ve bu parıltılar, kesin olmamakla birlikte, siyasi atmosferde ve küresel güvenlik, savaşın önlenmesi ve kalkınma politikalarının izlenme biçiminde bir değişim yaratma potansiyeline sahip.
Bu da, yağmacı kapitalizmin ve militarist jeopolitiğin etkisinin sınırlandırılmasını gerektiriyor. Ancak bu, mevcut düzenin statükoya olan köklü bağlılığının aşılmadan gerçekleşemez. Ve şu anda, böylesine küresel bir krizin yaşandığı bir dönemde, dünyanın önde gelen ülkelerinde ne yazık ki pek de etkileyici olmayan bir liderlik kadrosu mevcut.
Francesca’nın söylediklerine daha şüpheci bir yaklaşım ise, hem kurumsal elitlerin hem de siyasi elitlerin kısa vadeli performansa odaklı tutumlarını eleştirmek olurdu. Kurumsal elitler yalnızca kısa vadeli kârları düşünürken, siyasi elitler yeniden seçilme ya da nasıl hatırlanacaklarını planlamakla meşgul—ama bunu, iklim değişikliğinden kitlesel yoksulluğa, birçok bölgede hâlâ süren şiddetli siyasal çatışmalara ve tabii ki, devam eden soykırımın merkeziliğine kadar, dünyanın karşı karşıya olduğu temel sorunları dikkate almadan yapıyorlar.
Bu soykırım, ABD hükümeti ve İsrail’in diğer destekçileri tarafından kullanılan siyasi dili bile zorlayacak boyutta. Çünkü bu çevreler, dünyanın en açık biçimde gerçekleşen soykırımını, sanki meşru bir müdafaa eylemiymiş gibi sunuyorlar. Bu bana göre, hayatım boyunca tanık olduğum en ağır Orwellvari gerçeklik ters yüz etmelerinden biri. Ve bu, yalnızca Gazze ve Batı Şeria’dakiler değil, tüm Filistin halkının katlandığı büyük ve uzun süreli acıların bedeliyle gerçekleşiyor.
Billington: Böyle büyük bir değişimin diğer umut verici işaretlerinden de bahsettiniz. Aklınızda olan diğer “ışık parıltıları” hakkında yorum yapmak ister misiniz?
Prof. Falk: Bu parıltılardan biri, New York belediye başkanlığı ön seçimlerinde Zoran Mamdani’nin kazandığı zaferdir. Bu sonuç, anket şirketlerini ve “Müslüman bir ilerici adayın siyasi olarak başarı şansı yoktur” yönündeki geleneksel siyasi düşünceyi boşa çıkardı. Mamdani, rakibine karşı 10 kat daha az harcama yapmıştı. Ancak, tıpkı Francesca’nın da yansıttığı gibi, o da adalet, eşitlik ve siyasal-ekonomik gündemin en üst sıralarındaki sorunlarla başa çıkmak için başka bir yol, başka bir olasılıklar dizisinin mümkün olduğunu insanlara hissettirdi.
Ancak buna karşılık, her iki partinin de –hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin– kurumsal yapılarında ortaklaşan karanlık güçlerin bir geri tepmesiyle karşılaşıyoruz. İki partili sistem, Mamdani’nin temsil ettiği türden devrimci bir siyasetin sahiplenilmesini kesinlikle istemiyor. Ama en azından bu alanda, farklı bir alternatifin var olabileceği hissi doğuyor. Şu an için bu sadece bir “ışık parıltısı”ndan ibaret. Bu parıltının gerçek bir dönüşüme dönüşebilmesi için, halkın oluşturacağı kitlesel bir hareketle ve özellikle Gazze ve Ukrayna’daki süregiden çatışmalara daha anlamlı ve dönüştürücü biçimde müdahil olunarak desteklenmesi gerekiyor.
Ancak bu sayede, dünya siyasetinde daha istikrarlı bir gelecek inşa edilebilir ve insanların insanca bir yaşam sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduklarına, dünyanın ve gezegenin ise büyüyen istikrarsızlık tehditlerine karşı ekolojik olarak dirençli kalabilmesi için nelere ihtiyaç duyduğuna odaklanmak mümkün olabilir.
Gazze Mahkemesi’nin Amaçları
Billington: Aynı zamanda, Mayıs ayında Saraybosna’da düzenlenen bir konferansta kurulan Gazze Mahkemesi’nin başkanlığını yürütüyorsunuz. Kurucular arasında sizin de bulunduğunuz bu inisiyatifin imzaladığı karar metni, Birleşmiş Milletler’in başarısızlığını, artan halk protestolarını ve önde gelen devletlerin bugüne kadar Filistin halkına karşı savaş ve açlık yoluyla sürdürülen soykırımı durdurmaya yönelik herhangi bir somut adım atmamasını açıkça kınadı. Bu mahkemenin amacı nedir ve kuruluşunun sizce nasıl bir etkisi oldu?
Prof. Falk: Bu girişimin bazı Türkiye merkezli sponsorları bana başkanlık teklif etti ve bunun değerli bir çaba olduğuna beni ikna ettiler. Normalde yarı-idari rollerde kendimi pek rahat hissetmem ve bu konuda çok da kendime güvenmem, ama yerime başka birini bulmaları yönündeki önerilerim sonuçsuz kaldı. Ben de bunun önemli olduğunu düşündüm. Daha önce de halk mahkemelerinde yargıç olarak yer aldım ve bu tür oluşumların, bir çatışmayı ilerici bir biçimde; medya manipülasyonlarından, hükümet kontrolünden ve oto-sansürden uzak bir anlatıyla aktarmanın faydalı bir yolu olduğunu gördüm.
Gazze bağlamında böyle bir mahkemenin kurulması, resmî sistemin uluslararası hukuku uygulamakta yetersiz kaldığını açıkça göstermesinin ardından gerçekleşti. Bazı olumlu adımlar atıldı elbette—örneğin, Uluslararası Adalet Divanı’nın Güney Afrika tarafından sunulan ve İsrail’in Gazze’deki politikalarının Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini ileri süren başvuruya verdiği yanıt, oldukça profesyonel ve hukuki açıdan etkileyiciydi. Divan, bu başvuruya yönelik olarak, soykırım iddiasının makul bir temele dayanabileceğini kabul eden ve İsrail’in uluslararası insani yardımların ulaşımını engellemesini kınayan geçici kararlar yayımladı.
Ancak bu geçici kararlar doğrudan İsrail’e yönelikti ve beklendiği üzere İsrail tarafından hiçe sayıldı. Bu da, uluslararası hukukun yetkili bir şekilde ilan edilebildiği ancak uygulanmasının—örneğin İsrail gibi bir devlet gönüllü olarak uymayı reddettiğinde ve uygulama yetkisi sadece Birleşmiş Milletler sisteminde Güvenlik Konseyi’ne ait olduğundan ve orada da veto yetkisi bulunduğundan—fiilen mümkün olamayacağını ortaya koydu. Sonuç olarak, BM, uygulama, hesap verebilirlik ve suç ortaklığıyla mücadele konularında tamamen felç olmuş durumdaydı.
Gazze Halk Mahkemesi’nin temel amacı, bu boşlukları kapatmak ya da en azından bu boşluklara baskı uygulamak. Bunu da, sivil toplum içinde insanları harekete geçirerek Filistin mücadelesini destekleyen dayanışma girişimlerini hayata geçirmeye teşvik ederek yapmayı hedefliyor—bu girişimler, hükümetler üzerinde silah tedarikini durdurmaları, diplomatik ilişkileri kesmeleri ve bu soykırımı sona erdirmek adına yalnızca sözde değil, gerçek adımlar atmaları yönünde baskı kurmayı içerecek.
Kararlı baskı uygulayabilecek durumda olan Arap hükümetlerinin pasif kalması, hatta zaman zaman İsrail’in Gazze’deki taktiklerine dolaylı olarak destek verir şekilde davranması utanç verici bir durumdur. Bu nedenle Mahkeme’nin iki ana hedefi var: birincisi, bireylerin ve sivil toplum kuruluşları gibi kolektif aktörlerin aktivizmini teşvik etmek; ikincisi ise, işlenen suçları—özellikle soykırım etrafında şekillenenleri—nesnel ve kapsamlı bir biçimde belgelemek.
Zira, Uluslararası Adalet Divanı nihayetinde lehine bir karar verse bile, bu kararın çıkması en iyi ihtimalle birkaç yılı bulacaktır.
Bu mahkeme ise daha hızlı sonuçlar vaat ediyor—ve bu sonuçlar, yasal prosedürlerin teknik kurallarına bağlı kalan klasik suç tanımlarından çok, adalet arayışı tarafından yönlendiriliyor. Başka bir deyişle, resmî bir mahkeme yargı sürecinin teknik kurallarına tabidir; bu da sanık taraf için tarafsızlık ve adil yargılama (due process) ilkelerini gerektirir.
Oysa bu Mahkeme, İsrail’in suçlu olduğu varsayımıyla yola çıkıyor ve İsrail’in ileri sürdüğü savunmaları nesnel biçimde değerlendirme çabası gütmüyor. Ancak elindeki kanıtları olabildiğince tarafsız biçimde ele almaya çalışıyor ve Özel Raportör Francesca Albanese’nin üç soykırım raporunda izlediği çizgiye benzer şekilde ilerleyerek, İsrail politikalarının suç boyutuna dair yetkin bir arşiv oluşturmayı hedefliyor.
Yani bu Mahkeme hem eylem odaklı hem de belgelendirici bir işlev görüyor; arşivsel anlamda iddialı ve çok sayıda nitelikli kişinin katkısıyla yürütülüyor.
Vicdan Jürisi
Billington: Ekim ayında bir takip toplantısı planlıyorsunuz. Bu etkinlikle ilgili planlarınız veya beklentileriniz nelerdir?
Prof. Falk: Buna şu notla başlamak isterim: [Gazze Mahkemesi’nin] açılışı, Saraybosna toplantısından birkaç ay önce Londra’da yapılmıştı. Saraybosna’daki toplantı, biraz önce bahsettiğimiz iki temel hedefe odaklanan bir dizi raporu bir araya getirmeyi amaçladı ve bu raporlar, İstanbul’da yapılacak olan son oturuma katkı sağlayacak. Bu son oturumda, yine klasik bir mahkemeden farklılaşmayı hedefleyen bir vicdan jürisi yer alacak. Bu yapı, bir mahkeme değildir. Onu harekete geçiren şey, yalnızca ilgili hukuk kurallarını belirleyip uygulama çabası değil; aynı zamanda ahlaki sorumluluk duygusudur.
Hukuk tamamen dışlanmıyor ama davranışların değerlendirildiği bu tür bir bağlamda, hukuk belirleyici kıstas olmaktan ziyade yardımcı bir araçtır. Bu yapı, dünyanın her bölgesinden temsiliyet sağlamaya çalışıyor ve daha geniş danışma kurulunun üyeleri farklı ülkelerden geliyor. Vicdan jürisi de yine temsil yeteneği yüksek bir yapı olacak; yalnızca hukukçulardan değil, ahlaki otoriteye sahip kişilerden oluşacak.
Billington: Özellikle, Gazze’de yaşanan korkunç olayları protesto eden herkesi hükümetlerin ve medyanın “antisemitik” ya da “terör destekçisi” olarak yaftalamasına karşı çıktınız. Bu tekrarlanan suçlamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Prof. Falk: Bence bu suçlamalar, kamuoyunun ve medyanın dikkatini asıl mesajdan uzaklaştırmak ve insanları mesajın içeriği yerine, mesajı ileten kişinin güvenilirliği hakkında konuşturmak için utanılacak kadar etkili bir yöntem. “Duman varsa, ateş de vardır” özdeyişini yansıtan bir şekilde, bu yaklaşım belli bir düzeyde işe de yarıyor.
Çoğu insan—hatta medya mensupları bile—yeterince bilgi sahibi olmadığından, bu tür manipülasyonlara kolayca maruz kalabiliyorlar. Örneğin, Birleşik Krallık’taki Jeremy Corbyn ya da Francesca Albanese’den önce görev yapan üç Filistin Özel Raportörü gibi siyasi figürlere karşı sözde antisemitizm kullanılarak yürütülen bu “silahlaştırma” kampanyasında, bu kişilerin Yahudilere karşı düşmanca bir tavır veya geçmişe sahip oldukları yönündeki iddiaların hiçbir gerçekliği yoktur.
Onların karşı çıktığı şey, Filistinlileri kendi vatanlarında zulme uğrayan yabancılara dönüştüren bir ideoloji olarak Siyonizmdir. Bu da medyada fazlasıyla çarpıtılan bir meseledir; çünkü İsrail’in fiziksel gerçekliği ile Siyonizm ideolojisi birbirine karıştırılmakta, bilinçli olarak iç içe sunulmaktadır.
Ben de New York’ta Yahudi bir ailede büyüdüm ama anti-Siyonist bir atmosferde yetiştim. Ve sanırım, hayatım boyunca bu kimliğimi korudum. Adil bir barışın sağlanmasını ve Filistin halkının haklarının tanınmasını savunan önde gelen Filistinli entelektüellerden Edward Said ile yakın arkadaştım. Ancak onun yaklaşımı, İsrail’de zaten yaşayan Yahudilerin zorla yerinden edilmesini savunmayan bir yaklaşımdı. Bununla birlikte, İsrail’in yönetildiği biçimi meşrulaştıran Siyonist gerekçeler dizisinin kaldırılmasını ön koşul olarak görüyordu.
Bu yönetim biçimi—soykırımdan önce bile—uluslararası hukuk açısından ciddi bir suç olan apartheid (ırk ayrımcılığı) yapısına açık bir bağlılık içeriyordu. Bu da İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ve Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) gibi insan hakları kuruluşları tarafından da belgelenmiş ve onaylanmış bir durumdur.
Gerçek Ortaya Çıkıyor
Billington: Bu Siyonist soykırımcı politikaya karşı artan Yahudi direnişi bağlamında, büyük olasılıkla Brown Üniversitesi profesörlerinden Dr. Omer Bartov tarafından yazılan ve The New York Times’ta yayımlanan makaleyi görmüşsünüzdür. Hepimiz, The New York Times gibi gerçeğe dair her şeyi katı bir şekilde sansürleyen bir yayın organının böyle bir yazıyı yayımlamasına oldukça şaşırdık. Ama yayımladılar.
Bartov, İsrail politikasının açıkça soykırım olduğunu belirtiyor. Kendisi yalnızca Yahudi olmadığını, aynı zamanda Siyonist bir ailede büyüdüğünü, uzun süre İsrail’de yaşadığını, İsrail Savunma Kuvvetleri’nde (IDF) görev yaptığını ve tüm hayatını savaş suçları ve Holokost üzerine ders vererek ve araştırma yaparak geçirdiğini söylüyor. Dolayısıyla, bir soykırımı gördüğünde tanıyabileceğini ve burada yaşanmakta olan şeyin tam olarak bu olduğunu açıkça belirtiyor.
Muhtemelen biliyorsunuzdur, eski İsrail Başbakanı Ehud Olmert bile, inşa edilmekte olan sözde “insani şehir”in aslında bir toplama kampı kurmak için bir bahaneden başka bir şey olmadığını açıkladı. Bu, elbette İsrail’de, aile üyelerini Nazi toplama kamplarında kaybetmiş insanlar için oldukça güçlü çağrışımlara yol açıyor.
Sizce de artık gerçeklerin daha görünür hâle gelmeye başladığı, bu anlatının giderek daha fazla yayılmaya başladığı bir değişim yaşanıyor mu?
Prof. Falk: Evet, bence burada bir dilsel normalleşme yaşanıyor. The New York Times bile artık daha önce tercih ettiği örtücü, belirsiz ifadeler yerine, daha aydınlatıcı bir terminolojiye yer vermeye başladı. Önceden yaşananları “savaş” olarak tanımlıyorlardı ya da “7 Ekim’deki münferit saldırıya karşı meşru müdafaa” şeklinde sunuyorlardı. Ancak şimdi, bu anlatıdan kısmen uzaklaşılmış görünüyor.
Yine de dikkat çekmek gerekir ki, bugün The New York Times’ın başyazarı, radikal Siyonist olarak bilinen Brett Stevens, şu başlıkla bir yazı kaleme aldı: “Hayır, İsrail Soykırım Yapmıyor.”
Bu yazı, zekice ama oldukça seçmeci bir yaklaşım sergiliyor. Stevens, İsrail’in geleneksel bir savaş senaryosu yürüttüğünü savunuyor ve “savaşta kötü şeyler olur ama bu, Filistinliler sadece Filistinli oldukları için öldürülüyor anlamına gelmez” diyor. Hatta İsrail’in hedefi gerçekten bu olsaydı, ölü sayısının çok daha yüksek olacağını iddia ediyor. Kendi elindeki teknolojiyle ve karşı tarafta neredeyse hiç direniş kapasitesi yokken, çok daha fazla insanı öldürebileceğini öne sürüyor. Bu da Batı’da neredeyse hiç dile getirilmeyen bir gerçek.
Karşımızda son derece asimetrik bir çatışma var: Bir taraf tamamen savunmasız, diğer taraf ise neyi yok etmek istiyorsa onu seçip herhangi bir anlamlı direnişle karşılaşmadan bunu yapabiliyor.
Siyonizmin Faşist Kökleri
Billington: Böyle bir başlığın yayımlanması bile, dünya kamuoyunun bu durumu bir soykırım olarak tanımaya başladığı gerçeğinden dolayı giderek daha büyük bir panik yaşandığını gösteriyor. “Fazla itiraz, suçluluğu gizleyemez,” derler ya…
Siz “siyasal Siyonizm” terimini kullandınız. Bu terimle neyi kastediyorsunuz?
Prof. Falk: 19. yüzyılda başlayan bir ideolojiden söz ediyorum. Bu ideoloji, Avrupa’daki antisemitizme bir tepki olarak doğdu ve Tevrat’a dayanan bir fikri benimsedi: Yahudiler, Filistin’i geri kazanıp onu bir Yahudi vaat edilmiş toprağına dönüştürebilirlerse yeniden gelişip serpilebilirlerdi.
Bu hareket, ilk aşamalarında seküler liderlik altında ilerledi. Aslında diaspora Yahudilerine karşı oldukça düşmancaydı ama öte yandan Nazi liderliğiyle, özellikle ilk yıllarda, oldukça pragmatik bir ilişki kurdu.
Nihai Çözüm (Final Solution) Naziler tarafından resmen benimsenmeden önce, Siyonistlerle Naziler arasında Yahudilerin Avrupa’dan çıkarılması yönünde örtüşen bir amaç söz konusuydu. Siyonistler, Yahudilerin o zamanki Filistin’e göç etmeye zorlanmasını istiyordu; Naziler ise mümkün olduğunca çok Yahudiyi dışlamak, yani etnik temizlik yapmak istiyordu. Hatta, göç etmeyi kabul edenlerin mülklerini nakde çevirmesine ve yanlarında götürmelerine imkân tanıyan ekonomik düzenlemeler bile yapıldı. Dolayısıyla, acımasız bir pragmatizm çerçevesinde uzun bir işbirliği süreci yaşandı.
Siyonistler, Irak’ta bir sinagogu bombalamaktan sorumluydu—amaç, Yahudileri “İsrail’e gelmedikçe bir geleceklerinin olmadığına” ikna etmekti. Avrupa’daki bazı ülkeler de Siyonist milislere silah ve eğitim desteği sağladı. Bu, doğası itibariyle oryantalist bir ortak projeydi. Filistin’in yerli Arap halkına ise hiçbir zaman danışılmadı.
Bu da kısmen Britanya’nın sömürgeci bir politikasıydı: I. Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’de “böl ve yönet” stratejisi uygulanmak isteniyordu. Meşhur Balfour Deklarasyonu bunun bir parçasıdır. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour’un kendisi antisemit olmakla tanınırdı ve Yahudilerin İsrail’e göç etmesi fikrini memnuniyetle karşılamıştı. Ancak o bir devlet değil, yalnızca bir yurt kurulmasını savunuyordu.
Siyasal Siyonizmin taktikleri en başından beri şuna dayanıyordu: o anda elde edilebilecek ne varsa almak ama bunu nihai hedefin tamamlandığı anlamında asla görmemek. Başka bir deyişle, hedefe ulaşmak için adım adım, “salami taktikleri” denen yöntemle ilerlemekti. Benim görüşüme göre, 7 Ekim’e verdikleri tepki, Siyonist siyasal projenin nihai aşamasına geçiş çabasıydı.
Bu da, 7 Ekim’den birkaç ay önce iktidara gelen Netanyahu koalisyonunun açıkça ortaya koyduğu bir hedefti: Batı Şeria’da yerleşimci militanlığı teşvik etmek, nihayetinde ilhakı sağlamak ve Filistin’in siyasal kimliğini ve hedeflerini tamamen ortadan kaldırmak.
Netanyahu, 7 Ekim’den birkaç hafta önce BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bir harita sallamış ve bu haritada “yeni Orta Doğu”yu göstermişti—ve bu haritada hiçbir Filistin varlığına yer verilmemişti. Bu nedenle, bence 7 Ekim, daha geniş bir bağlamda, Washington’un bile “İsrail tarihindeki en aşırı hükümet” olarak tanımladığı bu yönetimin, Gazze’ye yönelik bu yıkıcı saldırısını meşrulaştırmak için kullanıldı. Amaç, Filistinlilerin devlet kurma ya da direnişi sürdürme yönündeki tüm beklentilerini ortadan kaldırmaktı.
Ayrıca şu da biliniyor ki, Netanyahu ve İsrail liderliği, Gazze’den gerçekleşecek saldırıya dair, aralarında Washington’dan gelenlerin de bulunduğu, birkaç ay öncesinden alınmış çok güvenilir uyarılara sahipti. Ancak bu uyarılar ya bilerek görmezden gelindi ya da İsrail’in normalde gösterdiği türden bir güvenlik refleksiyle hiç karşılık verilmedi.
Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Billington: Bütün bunlar Jabotinsky’ye ve onunla çalışan Bibi’nin babasına kadar uzanıyor. Bu tarihsel sürecin tamamı, sizin Gazze Mahkemesi üyelerinden biri olan Avi Shlaim’in kitabında kapsamlı bir şekilde işlenmişti.
Prof. Falk: Kendisi Oxford’da profesör.
Billington: Benim çalışma arkadaşım Harley Schlanger, Avi Shlaim’in kitabı üzerine kapsamlı bir rapor hazırladı. Bu rapor Executive Intelligence Review dergisinde yayımlandı. Kitapta yalnızca bu tarihi anlatmakla kalmıyor, Bibi Netanyahu’nun babasının, Jabotinsky’nin ve diğerlerinin sizin anlattığınız türden faaliyetlerdeki rolüne de değiniyor. Bu nedenle oldukça önemli bir konu.
Prof. Falk: Özellikle İtalya’daki faşizm, Jabotinsky’nin bakış açısı üzerinde güçlü bir etkiye sahipti. Onun bakışı, Filistinlilerin kendi ulusal kimliklerinden kolayca vazgeçmeyeceklerini gerçekçi biçimde görebilen bir yaklaşımdı. Ve bu durumda ya İsrail sürekli bir direnişle yüzleşmek zorunda kalacaktı ya da bir demir duvar inşa edecek ve Filistinlileri bu duvarın arkasına hapsedecekti.
Billington: Doğru. Gazze Mahkemesi’nin karar metninde şöyle deniyor: “Kendi kaderini tayin hakkı, istisnaya tabi olmayan evrensel bir kuraldır ve tüm devletler için bağlayıcıdır.” Ama açıkça görülüyor ki bu kural ne uygulanıyor ne de ciddiye alınıyor. Sizce bunun sebebi nedir ve ne yapılmalı?
Prof. Falk: Bence Filistin halkının özgürleşmesi, uzun süredir reddedilen temel haklarının tanınmasına bağlıdır. Kendi kaderini tayin etme arzusu, hem hukuki hem de ahlaki bir temele sahiptir. Bu hak, BM Genel Kurulu tarafından onaylanmış ve devletler arası iş birliği ile dostane ilişkileri konu alan önemli bir Genel Kurul kararıyla da desteklenmiştir. Bu karar yalnızca kendi kaderini tayin hakkını değil, aynı zamanda bir halkın bu hakkı elde edebilmek için gerekirse silahlı mücadele yürütme hakkını da tanır. Dolayısıyla, günümüzde yaygın biçimde sömürgecilik veya yerleşimci sömürgeciliği olarak tanımlanan bir duruma karşı silahlı direniş hakkı da vardır.
Bunun, göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir arka plan olduğunu düşünüyorum. Elbette, bu hakkın gerçekleştirilmesine yönelik pek çok yerde direnç söz konusu. Şu anda en belirgin biçimde Gazze’de yaşanıyor ama Keşmir, Batı Sahra ve dünyanın başka yerlerinde de benzer durumlar var. Çeçen halkının hakları, Çin’deki Sincan bölgesi, ABD bağlamında ise Porto Riko ve Hawaii de sıkça tartışılan örnekler arasında. Yani çözülmemiş pek çok kendi kaderini tayin meselesi mevcut.
Bu konu uluslararası hukuktaki ikinci bir ilkeyle de karışabiliyor: Bir halkın kendi kaderini tayin hakkı, mevcut devletleri zorla parçalayarak hayata geçirilemez. Bu ilke, meseleyi daha karmaşık hale getiriyor.
Son olarak dikkat çekmek istediğim bir şey daha var: İnsan haklarını korumayı ve tanımlamayı amaçlayan iki temel uluslararası sözleşmenin ortak birinci maddesi, halkların devredilemez kendi kaderini tayin hakkını güvence altına alır. Bu da, 1945 sonrası dönemde uluslararası hukukun evriminde bu hakkın ne denli köklü bir yere sahip olduğunu gösterir.
Hayvanlardan Daha mı İyiyiz?
Billington: Farklı bir konuya geçersek, Malezya merkezli JUST International’ın kurucusu olan ortak dostumuz Chandra Muzaffar ile birlikte çalıştınız. Geçtiğimiz günlerde, Malezya’nın eski başbakanı Dr. Mahathir Mohamad—ki kendisi bu arada yaklaşık bir hafta önce 100 yaşına girdi—çok güçlü bir açıklama yayımladı. Bu açıklama büyük ölçüde Filistin’e odaklansa da, esas olarak içinde bulunduğumuz uygarlık çöküşünü ele alıyor. Bu metinden kısa bir bölüm okumak ve sizin görüşünüzü almak istiyorum.
Şöyle başlıyor: “Yüzyıllardır insan toplumundaki barbarlıktan, adaletsizliklerden, insanın insanı ezmesinden kurtulmaya çalışıyoruz.” Bu konuda uzun uzadıya devam ediyor ama ardından şöyle diyor: “Ama hâlâ medeni olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Özellikle son otuz yılda, inşa ettiğimiz etik değerlerin çoğunu yıktık. Şimdi bir katliam çılgınlığına tanıklık ediyoruz. Gözlerimizin önünde işlenen bir soykırım görüyoruz ve bu soykırım, sözde uygarlığımızın büyük liderleri tarafından, büyük bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri tarafından destekleniyor, savunuluyor, sürdürülüyor… Utanıyorum. Vahşi olarak gördüğümüz hayvanların karşısında bile utanmalıyız. Onlardan daha kötüyüz… Yüzümü saklıyorum, utanıyorum. Uygarlık artık bir norm değil.” Bu sözler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Prof. Falk: Bence bu çok güçlü ve etkileyici bir açıklama. Yıllar önce Mahathir ile tanışma şansım oldu. Kendisi çok güçlü, etkileyici görüşlere sahip bir lider ve Batı’nın kötüye giden davranışlarına dair hissettiklerini dile getirmekten çekinmiyor. Elbette Malezya içinde de tartışmalı bir figür. Kendi ülkesindeki muhalefete karşı da serttir. Malezya’nın şu anki Başbakanı [Anwar İbrahim], bir zamanlar onun himayesinde olan biridir ama sonradan siyasi rakibi hâline gelmiştir. Bu yönüyle çok ilginç bir kişiliktir; bu yaşta hâlâ hayatta olan ve aktif kalan az sayıdaki büyük liderden biridir—ki bu da kıskanılacak bir durum.
Ancak, bence son dönemle ilgili olarak yaptığı bazı tespitlerde abartıya kaçıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana geçen otuz yıl boyunca yaşananlar da barbarlıktan uzak değildi. Örneğin, Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması—ki bu yıl 80. yıl dönümü—son derece vahşi bir eylemdi ve hukuki olarak hiçbir şekilde sorgulanmadı. Bunun nedeni, hedefin bir Asya ülkesi olmasıydı. Eğer bu silahlar Avrupa şehirlerine karşı kullanılmış olsaydı, hayatta kalan liderler kesinlikle savaş suçlusu olarak yargılanırdı. Ayrıca, nükleer silahlar muhtemelen meşru savaş araçları olmaktan çıkarılırdı. Oysa bugün bu silahlar en az dokuz egemen devletin elinde bulunuyor ve bu ülkeler bu silahlardan vazgeçmeye son derece isteksiz, çünkü bu silahlar onlara nükleer olmayan ülkelere karşı hegemonik bir üstünlük sağlıyor.
İki Devletli Çözümün Geçerliliği
Prof. Falk: İran, nükleer silaha sahip olmamanın bedelini daha yeni ödedi. İran’a karşı başlatılan ve sözde zenginleştirme tesislerini yok etmeyi amaçlayan 12 günlük savaş, BM Şartı’na göre açık bir saldırı eylemiydi ve utanç verici bir çifte standart örneğiydi. İsrail, nükleer silahları gizlice edinen bir ülkedir; bunu, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı savunan Batı’nın sözde liberal demokrasilerinin yardımıyla yaptı. Ancak mesele İran olduğunda, Batı, İsrail’in çok daha kötü olan bu davranışını görmezden geliyor. Bu konu, 1960’ların başında Kennedy Başkanlığı döneminde de gündemdeydi.
Yani, Batı’nın Soğuk Savaş döneminde çok yıkıcı ve adaletsiz politikalar yürütmediğini iddia etmek bence oldukça yanıltıcı olur. Vietnam Savaşı’nın yürütülme biçimi, günümüzde Gazze’de yaşananlara birçok açıdan benziyor: yüksek teknolojili askeri kapasitenin, kendini savunmaya veya misilleme yapmaya gücü yetmeyen düşük teknolojili bir topluma karşı kullanılması.
Güney Afrika’daki apartheid sistemi, sömürgeciliğin kalıntıları… 1945 sonrası dönemde, Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar geçen sürede hukuk, ahlak ve adalet açısından son derece utanç verici pek çok olay yaşandı. Bu nedenle Mahathir’in açıklamasındaki genel hissiyatı olumlu karşılıyorum, ancak son döneme ilişkin durumun biraz abartılı yansıtıldığını düşünüyorum.
Billington: Doğru. Bildiğiniz gibi, 28-29 Temmuz tarihlerinde BM Genel Kurulu, Haziran ayında yapılması planlanan ancak İran savaşı nedeniyle ertelenen bir oturumu gerçekleştirecek. Yeni oturumda, Orta Doğu için iki devletli çözüm çağrısı ele alınacak. Bu toplantı Fransa ve Suudi Arabistan tarafından talep edildi. Schiller Enstitüsü ve Executive Intelligence Review olarak biz de “Nihai Çözüm Değil, İki Devletli Çözüm” başlıklı bir bildiri yayımladık. Bugün Gazze’de yaşananlarla ilgili olarak Nazi rejiminin “Nihai Çözüm” politikasına yapılan göndermeleri yapan tek biz değiliz ama bu hatırlatmayı yapmak yine de önemli.
Bizim önerimiz, 1970’lerde Lyndon LaRouche tarafından ortaya konan “Oasis Planı”dır. LaRouche, hayatı boyunca bu planı geliştirdi. Bu plan, Gazze merkezli olmakla birlikte tüm bölgeyi kapsayacak şekilde devasa bir su ve enerji geliştirme programı yaratmayı hedefliyor. Temel düşünce şu: Hem Filistinlilerin hem de İsraillilerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir ortam ancak su eksikliğinin giderilmesi, su ve enerji bolluğu yaratılmasıyla mümkün olabilir. Bu da, Filistin devletiyle İsrail devletinin eşit şartlarda bir arada var olabilmesi için gerekli zemini oluşturur. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Prof. Falk: Bence bu öneri 1970’lerde bugünkünden çok daha mantıklıydı. Şu anda her iki tarafın da böyle bir çözümde uzlaşmaya yanaşacağını sanmıyorum. Görünen o ki İsraillilerle Filistinliler arasında tek ortak görüş, iki devletli çözümün uygulanabilir olmadığı yönünde. İsrailliler, herhangi bir biçimde Filistin devleti istemiyor. Filistinliler ise, kendi rızaları ve katılımları olmadan hazırlanan, baştan beri böyle yürütülen bir çözüm planı sonucunda ortaya çıkacak bir Bantustan’ı çözüm olarak görmek istemiyorlar.
Çözüm Arayışında Umut ve Gerçekçilik
Prof. Falk: Balfour Deklarasyonu’ndan tutun da 1947 tarihli BM Filistin Paylaşım Planı’na ve sonrasındaki çeşitli müzakerelere kadar atılan her adım, anlamlı bir Filistinli katılımı olmaksızın gerçekleştirildi. Filistinlilerden, kendileri için İsrail’le iş birliği içinde olacak, silahsızlandırılmış bir devleti kabul etmelerini beklemek, bana kalırsa, yine oldukça gerçek dışı bir beklentidir.
İsrail, Siyonist kisvesinden sıyrılmadığı sürece silahsızlanmaya kesinlikle yanaşmayacaktır; aynı şekilde, herhangi bir Filistin varlığının meşru bir şekilde silahlanmasına da razı olmayacaktır. Bu nedenle, uygulaması en az iki devletli çözüm kadar zor olsa da, Edward Said’in vizyonunu—insan eşitliğine dayalı, laik ve uzlaşı sürecine dayanan tek devlet çözümünü—çok daha sempatik buluyorum. Bu vizyon, Filistin halkının tarihsel mağduriyetlerini ele alan kapsamlı bir uzlaşı komisyonunu da içermelidir. Bu yaklaşım, şu anda yaşadığımız bu tek taraflı soykırım manzarasından sürdürülebilir ve kalıcı bir barışa geçiş için en azından bir umut ışığı barındırıyor.
Billington: Oasis Planı fikri—Az önce söyledikleriniz çok netti: İsrail’de soykırıma dayalı bu politika egemen olduğu sürece işe yarar hiçbir şey olmayacak. Ancak bu planın amacı, özellikle yaklaşan BM konferansı bağlamında, masaya bir çözüm olduğunu koymaktır. Yani, her iki tarafın da birlikte çalışarak gerçek bir kalkınma politikasını uygulaması durumunda barışa ulaşılabileceği fikrini ortaya koymak. Papa 6. Paul’ün bir zamanlar dediği gibi, “barışın yeni adı kalkınmadır.” Eğer bölgeyi dönüştürmeye yönelik gerçek ihtiyaçlara hitap eden ortak bir plan ortaya konulabilirse—ki Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile çöllerini verimli tarım arazilerine dönüştürme konusunda neler başardığını biliyoruz—onlar da bu işin bir parçası olabilir. Kuşak ve Yol da bu çözümün bir parçası olabilir. Ve amaç, bu konferans vesilesiyle masaya tek gerçek çözümün bu olduğuna dair bir tartışma açmak.
Ayrıca siz az önce “uzlaşma” konusunu gündeme getirdiniz. Güney Afrika’nın İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’na götüren eski Uluslararası İlişkiler ve İşbirliği Bakanı Dr. Naledi Pandor’u tanıyorsunuzdur. Kendisi Schiller Enstitüsü’nün konferanslarına da katıldı. Şubat ayında Helga Zepp-LaRouche ile yaptığı bir röportajda Oasis Planı hakkında şunları söyledi ve bunu Güney Afrika’nın kendi tarihiyle ilişkilendirdi: “Oasis Planı, çatışma hâlindeki grupların daha fazla müzakere için temel alabilecekleri çok yararlı öneriler sunuyor. Biz Güney Afrika olarak, bizi onlarca yıl boyunca ezenlerle 30 yıl önce müzakere masasına oturma kararı aldık. Ve biliyoruz ki, masaya oturduğunuzda, geleceğin nasıl şekilleneceğine karar verecek olan, ezilenlerin kendisidir.”
Bu yaklaşım, sizin de değindiğiniz noktayı ele alıyor ama aynı zamanda masaya çözüm odaklı bir politika koyma ihtiyacını vurguluyor. Helga’nın On İlkesinde de ifade ettiği gibi, yoksulluğun hemen her durumda kalkınma eksikliğinden kaynaklandığı gerçeğini kabul etmeliyiz. Ancak bu durum da insan kaynaklıdır. Ve madem öyle, bu durum tersine çevrilebilir; düzeltilebilir. İnsanların zihnine şunu yerleştirmemiz gerekiyor: Bu meseleler çözülebilir. Gerçekten de çözümler mevcut. Asıl eksik olan, bu sorunları çözme iradesidir. İşte küresel tartışmalarımızın temelini bu oluşturmalıdır. Bu konuda eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Olumlu Bir Çözüm Tartışma Fırsatı Yaratır
Prof. Falk: Durumu umutsuz olarak tanımlayabileceğim bir bağlamda, bu tür bir girişimin yapıcı olduğunu ve test edilmeyi hak ettiğini düşünüyorum. Bu BM konferansına katılacak olan elit kesimlerin bu tür bir öneriye açık olup olmayacağı konusunda biraz kuşkuluyum. Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, masaya bir çözüm koymak tartışma başlatır.
İkinci bir sorun daha var: Masada Filistinlileri kimin temsil edeceğine kim karar verecek? Ramallah’taki Filistin Yönetimi’nin şu anda Filistin halkını temsil etme konusunda meşru olup olmadığı ciddi bir şüphe konusu. Güney Afrika’da, Eski Bakan Pandor’un sözünü ettiği türden bir müzakereye oturma kararı alındığında, Nelson Mandela’nın serbest bırakılması kabul edilmişti. Mandela, meşru bir temsil sağlayabilecek bir otoriteye sahipti. Filistin bağlamında, bunu yapabilecek yegâne kişi Marwan Barghouti gibi görünüyor. Ancak kendisi, geçersiz olarak değerlendirilen birçok suçlamayla hapiste tutuluyor. İsrail, gerçekten karşılıklı fayda sağlayacak bir çözüme ulaşmak isteseydi, en azından Barghouti’yi serbest bırakmayı düşünürdü. O, Filistin temsiliyetini birleştirebilecek tek kişi gibi görünüyor.
Billington: Sizin de kullandığınız ifadeyle, Barghouti’nin bir mahkûm takası kapsamında serbest bırakılacağına dair bir umut ışığı görüyor musunuz?
Prof. Falk: Güney Afrika örneğinde, Mandela yalnızca bir mahkûm takası kapsamında değil, aynı zamanda Güney Afrika yönetim yapısının dönüşümünü öngören siyasi bir irade ile serbest bırakılmıştı. Eğer Marwan Barghouti yalnızca bir mahkûm takası çerçevesinde serbest bırakılırsa, bu, İsrail’in onunla müzakere etmeye ve ona saygı göstermeye hazır olduğunu gösteren bir siyasi işaretle desteklenmedikçe, çok da verimli olmaz.
Barghouti ailesinde başka isimler de var—Mustafa Barghouti gibi. Kendisi Batı Şeria’da yaşayan, muhalif bir figür. Ancak Marwan Barghouti kadar karizmatik bir potansiyele sahip olduğunu düşünmüyorum. Saygı duyulan bir isim. Aslında Mahathir’le benzer bir geçmişi var; ikisi de tıp doktoruydu, sonra siyasete girdiler. Kendisi bizim Gazze Mahkemesi girişimimizde de yer alıyor. Filistinlilerin gerçek arzularını daha iyi temsil ettiğini düşündüğümüz kişilerle çalışmaya gayret ettik; Ramallah’taki Muhammed Mahmud Abbas liderliğindeki grupla değil. Bu grup, Batı tarafından meşrulaştırılan ancak Filistin halkı tarafından hiçbir zaman meşru görülmeyen Oslo diplomasisinin bir ürünüydü. “Sözde” Filistin Yönetimi, Batı Şeria’da İsrail ve ABD ile güvenlik işbirliği yaptı. Bu yüzden ciddi bir kuşkuyla karşılanıyorlar. Ayrıca Hamas karşıtı bir tutum içindeler. Zaten Gazze’den Hamas tarafından çıkarıldılar. PLO orada oldukça yozlaşmıştı. Bu çatışmanın tüm yönlerini bilmiyorum ama oldukça karmaşık bir mesele.
Billington: Evet. Bu katkınız için gerçekten çok teşekkür ederim. Bu görüşmeyi, özellikle 28-29 Temmuz’da yapılacak BM toplantısı öncesinde geniş kitlelere ulaştıracağız. Kolombiya’daki Lahey Grubu’nun çalışmaları, sizin Gazze Mahkemesi kapsamında yaptıklarınız ve gelişmekte olan diğer süreçlerle birlikte bu toplantıyı bir dönüm noktasına çevirmeye kararlıyız. İzleyicilerimize iletmek istediğiniz son bir mesajınız var mı?
Prof. Falk: Sanırım tüm ana noktaları ele aldınız. Ukrayna hakkında pek bir şey konuşmadık ama bu söyleşiyi verimli buldum.
Billington: Eğer isterseniz, Ukrayna çevresindeki hâlâ oldukça hassas ve tehlikeli durumu ve ABD ile Rusya arasında gerçekten bir uzlaşma olup olmayacağı sorusunu ele alabileceğimiz ikinci bir söyleşi yapabiliriz. Şu anda her beş dakikada bir değişen oldukça değişken bir tutum sergileyen ABD Başkanlığı göz önüne alındığında, böyle bir uzlaşmanın olup olmayacağı pek net değil. Ancak daha geniş çerçevede başka konulara da değineceğimiz yeni bir görüşme yapabiliriz, eğer siz de isterseniz.
Prof. Falk: Evet, birkaç hafta bekleyelim ve olayların nasıl gelişeceğini görelim. Belki bu noktada Oasis Planı’nın Ukrayna ve Rusya bağlamında daha fazla ilgi görme ihtimali ortaya çıkar. Ya da üç taraflı bir uyarlama mümkün olabilir.
Billington: Rusya-Çin işbirliğinin BRICS’e nasıl zemin hazırladığını ve BRICS’in şu anda Batı liderliğindeki dehşet verici uygulamalara karşı nasıl bir alternatif sunduğunu son derece önemli görüyoruz. Bunun iki farklı “blok”a ayrılmasıyla sonuçlanmasını istemeyiz.
Batılı liderlerin, özellikle Çin’le ve stratejik olduğu kadar ekonomik olarak da Rusya’yla işbirliği yapmalarının kendi gelecekleri için belirleyici olduğunu fark etmelerini sağlamanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Eğer bunu, şu anda çöküşe doğru ilerleyen Batı finans sistemi tamamen dağılmadan önce fark ederlerse, o zaman her bir ülkenin güvenliğini ve kalkınmasını temel alan yeni bir küresel mimarinin ortaya çıkma şansı olur—ki bu, sizin de, Francesca Albanese’nin de ve diğer pek çok kişinin savunduğu bir yaklaşım.
Mesele şu ki, bu vahim gidişattan, yani küresel bir savaş ve hatta nükleer savaş tehdidine doğru hızla sürüklenişten çıkmak istiyorsak, medeniyetin yönünü tümden değiştirmemiz gerekiyor.
Prof. Falk: Bu görüşe tamamen katılıyorum.
Billington: O halde, daha geniş bir konuyu ele alacak ikinci bir söyleşiyi kesinlikle değerlendirebiliriz. Bu söyleşi için size çok teşekkür ederim.
* Bu söyleşi, Executive Intelligence Review dergisinin 1 Ağustos 2025 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
** Schiller Enstitüsü’nden Mike Billington ile çeşitli konular üzerine yapılan bir söyleşi. Executive Intelligence Review’un Ağustos sayısında yayımlanmıştır.
*** Richard Falk, Princeton Üniversitesi’nde uluslararası hukuk alanında emeritus (emekli) profesördür. Uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler üzerine çok sayıda eser vermiş üretken bir yazardır. 2008–2014 yılları arasında, 1967’den bu yana işgal altında bulunan Filistin topraklarındaki insan hakları durumuna ilişkin Birleşmiş Milletler Özel Raportörü olarak görev yapmıştır. Bu röportaj, 23 Temmuz 2025 tarihinde Executive Intelligence Review’dan Michael Billington tarafından gerçekleştirilmiştir. Alt başlıklar sonradan eklenmiştir.
Kaynak: https://richardfalk.org/2025/08/02/countering-genocide-an-interview/