Bölgedeki Müttefikleri Moskova’ya Güvenemedi — Çin de Güvenmemeli
Bundan sadece birkaç yıl önce, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, onlarca yıl boyunca gerilemiş olan Moskova’nın Ortadoğu’daki etkisini yeniden tesis etmiş gibi görünüyordu. Putin, uzun süredir Rusya’nın müttefiki olan İran ve Suriye ile ilişkilerini derinleştirirken, İsrail ve Arap monarşileriyle de daha sıcak ve yapıcı bağlar geliştirdi. Onun pragmatik gerçekçiliği, bölgedeki pek çok ülke tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nin demokrasi yayma konusundaki naif ve istikrarsızlaştırıcı bağlılığına kıyasla daha güvenilir ve tercih edilebilir bir alternatif olarak algılandı.
Bu strateji, Rusya’nın bölgede ABD’ye karşı önemli bir denge unsuru haline gelmesini sağladı. Üstelik bu durum, Rusya açısından iç politikada da fayda sağladı. 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik tam kapsamlı işgaline karşı, Ortadoğu liderleri kayda değer bir sessizlik sergiledi. ABD’nin yakın müttefiki olan İsrail bile Rusya’yı eleştirmedi, bırakın yaptırımlara katılmayı.
Ancak son 20 ayda, Rusya’nın Ortadoğu’daki konumu adeta yerle bir oldu. İsrail’in 7 Ekim’deki Hamas saldırılarına verdiği karşılık, İran’ın desteklediği ve Rusya’nın yakın ilişkiler kurduğu sözde “direniş ekseni”ni büyük ölçüde çökertti. Uzun süredir Moskova’nın değerli bir müşterisi olan Suriye’deki Esad rejimi dramatik bir şekilde çöktü. ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırıları, Rusya’nın bölgedeki en önemli müttefikini ciddi biçimde zayıflattı. Sonuç olarak, Rusya’nın bölgede güvenlik sağlayıcısı ve hamisi olarak sahip olduğu itibar paramparça oldu. Şu anda şekillenmekte olan yeni Ortadoğu’da, Moskova’ya artık ihtiyaç duyulmuyor.
Moskova’nın bu başarısızlığı, yalnızca Ortadoğu ile sınırlı kalmayacak. Bu durum, ister Putin’in bilinçli olarak müdahale etmeme kararı olsun, ister Kremlin’in müdahale edemeyecek durumda olması, Rusya’nın bölgedeki ortaklarını yüzüstü bırakması Xi Jinping ve Çin Komünist Partisi için ibretlik bir ders olmalı: Kriz zamanlarında Rusya, güvenilir bir müttefik olmayacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri açısından da, Rusya’nın Ortadoğu’daki gerileyen etkisi daha derin bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Yıllardır, politika yapıcılar ve akademisyenler Rusya ile Çin arasındaki bağın ne kadar güçlü olduğunu ve bu bağa bir kama sokmanın mı yoksa karşılıklı bağımlılığı teşvik ederek iki ülke için de maliyeti ve riski artırmanın mı daha mantıklı olduğunu tartışıyor. Ancak Moskova’nın Ortadoğu’da yaşadığı son gerilemeler, Çin ve Rusya’nın sözde “özel ilişkisi” söylemiyle örtülmeye çalışılan temel bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: Rusya, sadece iyi gün dostudur. ABD ile Çin arasında –örneğin Tayvan üzerindeki bir çatışma gibi– bir kriz yaşanması halinde, Washington, Moskova’nın tıpkı Ortadoğu’daki ortaklarına yaptığı gibi kenarda kalmasını bekleyebilir.
ŞAM’A GİDEN YOL
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasının ardından, Rusya uluslararası sahnede — Ortadoğu dâhil — önemli bir aktör olmaktan çıktı. Bunun yerine, demokratikleşmekte olan Rusya’yı Batı’ya entegre etmeye odaklanan Devlet Başkanı Boris Yeltsin, G7, Dünya Ticaret Örgütü ve NATO gibi Batı kurumlarına katılmayı hedefledi; bu süreçte, Sovyet döneminden kalma ve ABD’nin otoriter düşmanları olarak görülen İran ve Suriye gibi ülkelerle ilişkileri sürdürmeye ne zaman ne de kaynak ayırdı. On yılı aşkın süren ekonomik durgunluk da Rusya’nın bölge ülkeleriyle etkileşimini daha da sınırladı.
2000 yılında devlet başkanlığını kazanan Vladimir Putin, Moskova’nın Ortadoğu’yu ihmal etme politikasını kademeli olarak sonlandırdı. 11 Eylül saldırılarının ardından, ABD Başkanı George W. Bush’un ilan ettiği “küresel teröre karşı savaş”ı hızla benimsedi. Putin, ABD’nin Afganistan’daki askeri operasyonlarına destek vermek amacıyla, kendi etki alanı olarak gördüğü eski Sovyet cumhuriyetleri Özbekistan ve Kırgızistan’da ABD’nin askeri üs kurmasına yardım etti. Her ne kadar, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in Rusya ile yakın ilişkileri nedeniyle 2003’teki Irak işgali konusunda Bush ile yolları ayırmış olsa da, Putin, Ortadoğu’daki karşılıklı çıkar alanlarında Washington ile iş birliğini sürdürdü. Bu alanların en önemlisi, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemeye yönelik ortak çabaydı. 2010 yılında, Rusya, ABD ile birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1929 sayılı kararına oy vererek, o dönem İran’a yönelik en kapsamlı çok taraflı yaptırımların uygulanmasına destek verdi. Beş yıl sonra Rusya, ABD ile birlikte Çin, Fransa, Almanya, Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin de yer aldığı Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nı (Joint Comprehensive Plan of Action – JCPOA) imzaladı. Bu dönemde, Rusya ayrıca bölgede faaliyet gösteren ve bazılarının Rusya’daki cihatçılarla doğrudan bağlantısı olan çeşitli terör örgütlerine karşı ABD ile iş birliği yaptı.
2011 yılında patlak veren Arap Baharı, Putin’in Ortadoğu politikasında bir dönüm noktası oldu. ABD ve Avrupa’daki liderler bölgede otoriter rejimlerin devrilmesini kutlarken, o dönem Rusya Başbakanı olan Putin, bu protestolara çok daha farklı bir perspektiften yaklaştı. ABD Başkanı Barack Obama da dâhil olmak üzere Batılı liderlerle yaptığı görüşmelerde, Arap dünyasında otokrasinin çökmesinin iç savaşları tetikleyeceği, aşırılık yanlılarını güçlendireceği ve teröristleri cesaretlendireceği uyarısında bulundu. Hatta Libya’nın ikinci büyük kenti Bingazi’de toplu katliam tehdidinde bulunan Kaddafi ordusuna karşı güç kullanılmasına izin veren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında çekimser kalan koruyup kolladığı Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’i kamuoyuna açık bir şekilde eleştirdi. Putin, bu kararı “kusurlu ve hatalı” olarak niteledi; kararın “her şeyi meşru kıldığını” ve “ortaçağdaki haçlı seferi çağrılarına benzediğini” söyledi.
Aynı yıl, otokrasi karşıtı başka bir kitlesel hareket de Rusya’da ortaya çıktı. Aralık 2011’de yüz binlerce Rus, hileli parlamento seçimlerini protesto etmek için sokaklara döküldü. Mısır, Libya, Suriye ve Tunus’taki diktatörlüklere karşı halk ayaklanmalarının arkasında Washington’un olduğunu iddia ettiği gibi, Putin kendi rejimine karşı düzenlenen gösterilerden de ABD’yi sorumlu tuttu. Putin’in, Obama yönetimi tarafından desteklendiğine gerçekten inandığı bu iç tehditler, onu ABD ile iş birliğinden uzaklaştırdı — ve bu kararın Rusya’nın Ortadoğu’daki dış politikası açısından önemli sonuçları oldu.
Putin’in istikrara yönelik kaygıları, bölgede rejim değişikliğinin radikal cihatçıları iktidara getireceği görüşünde olan Ortadoğu’daki monarşilerde karşılık buldu. Suudi Arabistan, Bahreyn’deki hükümet karşıtı protestoları bastırmak için askeri müdahalede dahi bulundu. Putin, bu dönemi, İsrail ve Arap monarşileriyle ilişkilerini derinleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirdi; zira o sıralarda bu aktörlerin Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkileri, ABD’nin Arap dünyasındaki siyasal değişimlere verdiği destek ve İran’la yakınlaştığı yönündeki algılar nedeniyle gergindi. Putin, 2013 yılında darbeyle iktidara gelen otoriter Mısır lideri Abdülfettah es-Sisi ile de daha sıkı bağlar kurdu. Ayrıca, ABD’nin Libya’daki angajmanını sonlandırmasıyla oluşan boşluğu da doldurarak, ülkenin doğusunu kontrol eden güçlü savaş ağası Mareşal Halife Hafter’e retorik ve mali destek sağladı. 2018’de Suudi rejimini eleştiren gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardından, birçok Batılı lider Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı kınarken, Putin onu kamuoyu önünde kucakladı.
Bu dönemde Putin, Arap dünyasında devletlerin çöküşü ve İslamcı hükümetlerin veya hareketlerin yükselişinden kaygı duyan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile de kişisel ilişkilerini geliştirdi. Aynı şekilde, eski Sovyetler Birliği’nden İsrail’e göç eden ve Rus medya organlarının doğrudan hitap ettiği muhafazakâr Yahudilerin büyük bir bölümü için de Putin, bölge istikrarını destekleyen saygın ve pragmatik bir lider olarak görülüyordu.
2012’de üçüncü kez devlet başkanı seçilmesinin ardından, Putin’in ABD’ye yönelik artan düşmanlığı —ki onu bölgesel ve küresel istikrarsızlığın kaynağı olarak görüyordu— İran’ın teokratik lideri Ayetullah Ali Hamaney’de özellikle güçlü bir karşılık buldu. 1989’da ülkenin en yüksek makamına gelen Hamaney, İran rejiminin dış politikasını sistematik biçimde Rusya ve Çin’e doğru kaydırmıştı. İran’ın vekil gücü Hizbullah, Suriye diktatörü Beşar Esad’ı desteklemek üzere Rus hava kuvvetleriyle birlikte acımasız bir iç savaş yürütürken, Tahran ve Moskova daha da yakınlaştı. Başlangıçta Esad rejimine mesafeli duran Hamas da zamanla İran ve Rusya ile aynı çizgiye geldi. Putin ve Kremlin ise Hamas’ı hiçbir zaman terör örgütü olarak tanımlamadı; aksine, onları Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Güney Afrika’da desteklediği ulusal kurtuluş hareketlerine benzetti. Putin’in aynı anda hem İsrail’le hem Hamas’la ilişkiler yürütebilmesi dikkat çekiciydi — ve bu, o dönem Ortadoğu’daki başarılı diplomasisinin bir göstergesiydi.
TÜM OTOKRATLARIN DOSTU
Putin’in Ortadoğu’daki Rus etkisini genişletme çabaları, başlangıçta somut sonuçlar verdi. Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya yönelik tam ölçekli işgalini başlatmasının ardından, İran bu çabayı desteklemek amacıyla binlerce ölümcül Şahed (Shahed) insansız hava aracı sağladı. Arap monarşileri, işgali eleştiren Birleşmiş Milletler oylamalarında çekimser kaldı ve uluslararası yaptırım koalisyonuna katılmadı. Ekim 2022’de Putin ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (MBS), petrol ihracatını azaltma yönünde bir anlaşma imzalayarak, petrol fiyatlarını yükselttiler ve böylece Rus savaş makinesine finansman sağladılar. İsrail bile, Rusya’nın saldırganlığını eleştirmemeyi tercih ederek ve onu kınayan Birleşmiş Milletler kararında aleyhte oy kullanarak, çoğu demokratik ülkeden farklı bir tutum sergiledi.
Suriye’deki Esad rejimi 2015’te sarsılmaya başladığında, Putin’in Rus hava kuvvetlerini devreye sokarak Suriye, İran ve Hizbullah kara birliklerine destek vermesi, Suriye diktatörüne dokuz yıl daha iktidarda kalma şansı tanıdı. Bu desteğin karşılığında Esad, Rusya’ya Tartus deniz üssüne ve Lazkiye yakınlarındaki Hmeymim hava üssüne erişim izni verdi. Bu üsler, Rusya’nın Akdeniz’deki deniz varlığını güçlendirdi ve Arap Ortadoğusu’ndaki kalıcı askeri mevcudiyetinin birer sembolü hâline geldi.
Putin’in Suriye’ye yaptığı askeri müdahale, Rusya’nın kararlı ve güvenilir bir ortak olarak imajını güçlendirdi. ABD’nin aksine, Rusya bölgedeki otokrat liderleri demokrasi ve insan hakları nutuklarıyla azarlamıyordu. Üstelik Moskova, silah sevkiyatını da kesintisiz sürdürdü. Arap Baharı’nın ardından gelen yıllarda, Rusya’nın Ortadoğu’ya yönelik silah ihracatı arttı — bu ülkeler arasında Sisi yönetimindeki Mısır da vardı; hatta NATO üyesi olmasına rağmen Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almayı kabul eden Türkiye bile bu listeye dâhildi.
HER ŞEY HER YERDE AYNI ANDA
Ancak 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırısıyla birlikte Putin’in stratejisi çözülmeye başladı. İsrail buna karşılık olarak önce Gazze’de Hamas’a, ardından Lübnan’da Hizbullah’a yönelik büyük ölçekli askeri operasyonlar başlattı; her iki grubun da lider kadrolarını ve komuta yapısını büyük ölçüde imha etti. Putin bu çatışmada taraf olmaktan kaçınmaya çalıştı; bunun yerine Hamas ile İsrail arasında arabuluculuk teklif etti. Ancak ne İsrail Başbakanı Netanyahu ne de İsrail toplumu bu öneriye sıcak baktı. Öte yandan, Putin ne Hamas’a ne de Hizbullah’a kayda değer bir yardımda bulundu.
Ardından, Aralık 2024’te Esad rejimi çöktü. Rusya’nın onlarca yıl boyunca desteklemek için yatırım yaptığı bu diktatörlük, yalnızca birkaç gün içinde yerle bir oldu. Putin, Esad ve ailesine Rusya’da sığınma hakkı verdi, ancak isyancı güçler Şam’ı ele geçirirken hiçbir şekilde müdahale etmedi. Onun bu eylemsizliği tüm bölgede yankı uyandırdı. Hizbullah daha da zayıfladı. İran’daki İslam Devrim Muhafızları (IRGC) ile bağlantılı medya organları, ortaklarını kurtarmaktaki yetersizliği nedeniyle Rusya’yı açıkça eleştirdi.
Rusya, Ortadoğu’daki itibarına çok daha ağır bir darbe ise Haziran ayında İsrail ve ABD silahlı kuvvetlerinin İran’ın nükleer tesislerine düzenlediği saldırılarla aldı. ABD’nin Fordow tesisine yönelik saldırısından sadece birkaç gün sonra, İran Dışişleri Bakanı Abbas Araghchi destek aramak üzere Moskova’ya gitti. Putin, her zamanki retorikle ABD’yi kınamakla yetindi; İran’ın, Ukrayna’daki savaşta Rusya’ya doğrudan askeri yardım sağlamaya devam etmesine rağmen, Moskova Ortadoğu’daki en sadık müttefikine yeni bir askerî destek sunmadı. İçeride, Hamaney ve rejimi şu anda her zamankinden daha zayıf bir durumda; ancak Putin, İran’ın dini liderinin konumunu güçlendirmek adına neredeyse hiçbir şey yapmadı.
KORKU VE NEFRET
Ortadoğu’daki liderler ve toplumlar, Rusya’nın bölgedeki eylemsizliğini ve kayıtsızlığını fark etmiş durumda. Bu tepki özellikle İran’da daha da belirginleşti. Hamaney bugüne kadar Moskova’ya hep sadık kaldı; ancak konumunun zayıflamasıyla birlikte, Rusya’ya yakın duruşuna yönelik eleştiriler de giderek yükseliyor. Daha önce Tahran’ın Moskova ile ilişkilerini sorgularken dikkatli ve temkinli davranan İranlı yorumcular, artık Ocak ayında Tahran ve Moskova arasında imzalanan Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması’na karşılıklı savunma maddesi eklemeyi reddettiği için Putin’i açıkça eleştiriyor (oysa Belarus ve Kuzey Kore ile yapılan benzer Rus anlaşmalarında böyle hükümler yer alıyor). Eski İran Meclis Başkan Yardımcısı Ali Motahari gibi başka isimler de, İsrail saldırılarına karşı savunmada yardımcı olabilecek S-400 füze savunma sisteminin İran’a teslimatında yaşanan gecikmeleri gündeme getiriyor. İsrail ve ABD’nin gerçekleştirdiği saldırıların ardından, yıllar önce Hamaney dâhil üç din adamı tarafından kurulan etkili bir gazetede yayımlanan başyazı, İran’ı Moskova’ya daha da yakınlaştıran liderleri sert biçimde eleştirdi — bu da doğrudan Hamaney’e yapılmış bir göndermeydi.
İslam Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) içinde bile —ki genellikle Rusya yanlısı bir kale olarak görülür— öylesine büyük bir hayal kırıklığı oluştu ki, Putin İran ile ABD arasında arabuluculuk teklifinde bulunduğunda, IRGC’ye yakın bir gazete, Rusya Devlet Başkanı’nın aslında İran’ı yalnızca ABD ile daha avantajlı bir anlaşma yapmak için kullanmaya çalıştığını, Ukrayna konusunda ödün alabilmek adına İran’ın nükleer programına sınırlamalar getirilmesini desteklediğini öne sürdü. İran’daki sosyal medya yorumcuları artık Çarlık ve Sovyet dönemlerinde Rusya’nın İran üzerindeki sömürgeci emellerine dair tarihi açık açık tartışıyor. Otoriter Rusya ile ilişkilerin derinleştirilmesine uzun süredir eleştirel yaklaşan demokrasi yanlısı muhalefet üyelerinin sesleri, hem İran’da hem de diasporada yeni bir yankı bulmuş durumda.
İsrail’in Rusya’ya yönelik tutumu da değişti. Ne Netanyahu ne de İsrail toplumu, Putin’in İran’la arabuluculuk önerilerine ilgi gösteriyor. ABD ile İsrail arasındaki ilişkiler gerginleştiğinde, Netanyahu sıklıkla Moskova’ya yönelirdi. Ancak Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşüyle birlikte, Netanyahu’nun hem Putin’e hem de zayıflamış Rusya’ya yakın kalma ihtiyacı azalmış görünüyor.
Suudi Arabistan ise Rusya’nın hareketsizliğine yönelik resmi düzeyde sessiz kalmayı tercih etti. Ancak kapalı kapılar ardında, MBS (Veliaht Prens Muhammed bin Selman), İran’ın nükleer programının gerilemesinden ve Tahran’ın özellikle füze cephaneliğinin ne İsrail’e ne de Katar’daki ABD üssüne ciddi zarar verebilecek durumda olmamasından memnun. Putin’in bölgedeki gelişmeleri ne diplomasiyle ne de askeri yardım yoluyla etkileyememesi ya da etkileyemeyecek kadar ilgisiz oluşu, MBS’yi ABD, Çin ve Rusya arasında titizlikle yürüttüğü diplomatik denge politikasını yeniden gözden geçirmeye sevk etmelidir. İsrail’in saldırılarından önce bile, Suudi Arabistan ve Rusya, petrol üretiminin artırılması konusunda çatışma halindeydi. Riyad bu mücadeleden galip çıktı ve OPEC+, Washington’un memnuniyetine ve Moskova’nın hayal kırıklığına rağmen, Ağustos ayında üretimi artırma kararı aldı.
BANA GÜVENME
Putin’in, Ortadoğu’daki ortaklarına yardım etmeme yönündeki kararları, Çin ile ABD arasında Tayvan konusunda bir savaş çıkması durumunda, Rusya’nın müttefik olarak ne kadar değer taşıdığına dair Pekin’deki liderlere de açık bir mesaj vermelidir.
Rusya, en kırılgan döneminde İran rejimine destek vermeyi reddettiyse, aynı şey Pekin için de geçerli olacaktır: Çin kendi kriz anında yardım arayacak olursa, Moskova’dan cılız bir dayanışmadan fazlasını beklememelidir. Benzer şekilde, Moskova’nın Esad rejimini yüzüstü bırakması, Rus ordusunun ABD’ye karşı bir savaşa katılmayacağının göstergesidir. Asya’da bir çatışma yaşanacak olursa, Putin’in desteği muhtemelen sadece Çin’e petrol ve doğalgaz tedarik etmekle sınırlı kalacaktır. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin Avrupalı liderlerle yaptığı bir toplantıda açıkça ifade ettiği gibi, Rusya ancak Ukrayna’da savaşmaya devam ettiği ve böylece ABD’nin kaynaklarını ve dikkatini Asya’dan uzaklaştırdığı sürece Çin açısından değerli kalacaktır. Ancak bundan fazlası beklenemez.
Trump yönetimi de benzer bir sonuca varmalıdır. Göreve geldikleri ilk aylarda bazı analistler, Pekin’i dengelemek için ABD’nin Rusya’yı Çin’den koparması gerektiğini savunuyordu — sözde “tersine Kissinger” politikası. O zaman bile bu büyük bir hata olurdu, bugün ise çok daha vahim sonuçlar doğurur. Putin, Moskova ile uzun süredir ilişki içinde olan diktatörlüklere bile güvenilmez olduğunu kanıtladı. Çin’e karşı Washington için çok daha az işe yarar bir ortak olacaktır. Putin, ABD ve demokratik dünyaya, Tahran’daki teokratlara sunduğu kaynakların aynısını sunacaktır: hiçbir şey. Dolayısıyla Trump, Putin’e yönelik nihai tutumunu ne şekilde belirlerse belirlesin, Moskova’yı Pekin’den koparma hedefini artık rafa kaldırmalıdır.
Moskova’nın Ortadoğu stratejisinin ilk aşamadaki başarısı, bir zamanlar Rusya’nın değerli bir jeopolitik ortak olabileceği izlenimi yaratmıştı. Ancak bu stratejinin sonunda tamamen çökmesi, Trump’ı ve başkalarını onun mimarını kazanma çabasından caydırmalıdır.
* Michael McFaul, Freeman Spogli Enstitüsü Direktörü, Siyaset Bilimi Profesörü ve Stanford Üniversitesi’nde Hoover Enstitüsü araştırma görevlisidir. 2012–2014 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Rusya Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. Yakında yayımlanacak olan Otokratlar ve Demokratlar: Çin, Rusya, Amerika ve Yeni Küresel Düzensizlik (Autocrats vs. Democrats: China, Russia, America, and the New Global Disorder) adlı kitabın yazarıdır.
* Abbas Milani, Stanford Üniversitesi’nde Hamid ve Christina Moghadam İran Araştırmaları Direktörü ve Hoover Enstitüsü’nde araştırma görevlisidir. Simorgh: Portraits on My Mind adlı kitabın yazarıdır.
Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/russia/real-meaning-putins-middle-east-failure-michael-mcfaul