Prof. Dr. Mehmet Görmez: Bugün Müslümanlar İçin Ahlak Bir Bekâ Meselesidir.

Diyanet İşleri eski başkanı Sn. Prof. Dr. Mehmet Görmez *ile, İslam medeniyeti ve modern çağda Müslümanların sorunları ekseninde geniş bir söyleşi yaptık. Gazze katliamından gençliğin anlam arayışına, evrensel adalet arayışından İslam toplumlarının ahlaki krizine ve çözüm yollarına dönük ufuk açıcı bu sohbeti ilginize sunuyoruz. 
Temmuz 4, 2025
image_print

Diyanet İşleri eski başkanı Sn. Prof. Dr. Mehmet Görmez *ile, İslam medeniyeti ve modern çağda Müslümanların sorunları ekseninde geniş bir söyleşi yaptık. Gazze katliamından gençliğin anlam arayışına, evrensel adalet arayışından İslam toplumlarının ahlaki krizine ve çözüm yollarına dönük ufuk açıcı bu sohbeti ilginize sunuyoruz. 

Kritik Bakış

——————————————————————-

  1. Soru: Hocam, İslam düşüncesinin çağımızın meselelerine cevap verme kapasitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Son yıllarda, din dilinin yenilenmesi gerektiğine dair yoğunlaştı. Siz de bir söyleşide bu konuya değindiniz. Din dilinin yenilenmesi derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu yenilenme, geleneksel değerlerle nasıl dengelenebilir?

Cevap: Öncelikle İslam düşüncesiniİslam’ın kendisinden ayırmamız gerekir. Zira İslam, son kâmil dinin adıdır; dünyada salahı,  ahirette felahı vadeden evrensel bir dindir. İslam’ın üç özelliği asla unutulmamalıdır: Âlemiyet, Hâlidiyet ve Hâtemiyet. Yani İslam evrenseldir, ebedîdir ve son dindir. İslam düşüncesi ise, tarihin farklı evrelerinde Müslümanların İslam’dan hareketle ürettikleri düşünceler bütünüdür. Üzülerek belirtmeliyim ki, çağımız Müslümanlarının İslam’dan hareketle çağımız meselelerine cevap verebilecek bilgi, fikir ve değer üretimi, İslam’ın bize yüklediği sorumluluklar seviyesinde değildir. Her asırdaki Müslümanların bunu gerçekleştirebilmesi için dört şartı yerine getirmesi gerekir: İslam’ın kurucu naslarını, Kur’an’ı ve Sünnet’i doğru anlamak ve onları asrın idrakine sunarak bilgi düşünce ve değer üretmek; tarihte yaşanmış düşünce birikimimizi güncelleyerek günümüze taşımak; değişimleri sünnetullah çerçevesinde doğru okumak ve meydan okumalarına doğru cevaplar vermek; varlıklarını ve yaşantılarını ahlâkî bir varoluşa dönüştürerek, ahlaki üstünlüklerini asla kaybetmemek. Ancak Müslümanlar dahili ve harici sebeplerle maalesef iki asırdır bu şartları yerine getirmekten uzaklaşmıştır.

Din dili de bu konunun önemli bir parçasıdır. Din dili derken iki şeyi kastediyorum: Birincisi, dinin kendisi ilahî hakikatleri beşerin diliyle ifade etmiştir; bu dilin daima yeniden okunması gerekiyor. İkincisi ise, biz dini ve dinden hareketle kurduğumuz düşünceyi bir dille ifade ediyoruz. Bu dili de sürekli yenilemek gerekiyor. Birincisini yeniden anlamak, ikincisini yeniden ifade etmek gerekiyor. Bugün düşüncelerimizi ifade ederken, dinin kendi hikmet dilinden dahi uzaklaşmış bulunuyoruz. Dil, dinin beşerî-insanî boyutudur. Sonsuz olanı sonlu olanla ifade etmek zordur. Eğer Allah, sonsuz olanı sonlu olan beşerin diliyle ifade etmişse, çok anlamlılığa da razı olmuştur. Bu çok anlamlılık bize sürekli bir yenilenme imkanı sunar.

Yenilenme ifadesinin din dilindeki karşılığı tecdittir. Tecdit icat edilen yeni bir şey değil, kadim olanı güçlendirmek ve ona süreklilik kazandırmaktır.  Mânâ ve hakikat değişmez; ancak dil ile ifadesi değişir. Gazzali, “mânâ ve hakikati sadece lafızlarda arayan aldanmıştır.” der.

  1. Soru: Özellikle “İslam’ın Temel Kavramları” adlı çalışmanızda kavram kirliliğine dikkat çekiyorsunuz. Aynı şekilde Dini söylemde “yorum anarşisi” tehlikesine de dikkat çekmiştiniz Bugünün dünyasında en çok yanlış anlaşılan kavramlar sizce hangileridir? Bu bağlamda, Cihad, içtihat, sünnet, hadis, gelenek, akıl, vahiy gibi kavram seti etrafında süren tartışmaları verimli buluyormusunuz? İslam dünyasında alimlerin bu konulardaki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Din konusunda malumat çoğaldıkça ilim azalıyor. İlim azaldıkça hikmet kayboluyor. Ve hemen hemen İslam’ın bütün temel kavramları anlam daralması yaşıyor, hatta anlam kaymalarına uğruyor. Düşünceler daraldıkça kavramlar da daralıyor. Cehalet mühendisliği diye bir kavram vardır. Cehalet mühendisliği, bilgi ve eğitim yolu ile insanı cahil bırakmanın adıdır. Cehalet, ilmin zıddı değildir. İnsana sadece bilgi ve malumat yüklemek, onu ilim sahibi yapmaz. Malumatla donatmak, cehaletten kurtarmaz. Biz, malumata ulaşmanın en hızlı olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Ancak bu malumat denizinde ilimsiz kalıyoruz.

Peki, bunun için ne lazım? Bunun için Furkan lazım. Kur’an’la birlikte Furkan lazım. Furkan, doğru bilgiyle yanlış bilgiyi birbirinden ayırma kabiliyeti demektir. Doğruyla yanlışı birbirinden ayıracak bir metodolojiye, daha küllî bir tasavvura sahip olmak demektir.

Aslında Kur’an’ın en büyük devrimi kavramlarla gerçekleşmiştir. Kur’an, Arapçayı ve Arap dilini; çölü, deveyi, hurmayı, Hicaz’ı ifade eden bir dil olmaktan çıkarıp, bütün âlemleri kuşatan bir dile dönüştürmüştür. Bütün Müslümanların kullandığı diller (Türkçe, Farsça, Urduca, Malayca) bir dil inkılabına uğramıştır. Bugünün dünyasında yanlış anlamalara maruz kalmayan bir kavram yok gibidir. Sizin verdiğiniz örnekler başta olmak üzere, mesela “cihad”, tanımlama kudreti elimizden alınan bir kavramdır. Ya köşeye çekilip nefisle cihada ya da yolunu yöntemini keybetmiş silahla savaşa indirgenmiştir. “İçtihad”, İslam düşüncesini sürekli yenileyen bir ortak akıl hareketi olmaktan çıkmış, ilk asırlarda fakihlerin yaptıkları bazı çıkarımlara indirgenmiştir. “Sünnet”, Hazreti Peygamber’in hayatın tüm evrelerinde örnekliği olmaktan çıkmış, birkaç şekilsel harekete indirgenmiştir. “Akıl”, vahye muhatap ve vahiy ile birlikte dini ve dünyayı tanzim eden bir bilgi kaynağı olmaktan çıkmış, vahyin karşısında yer alan bir konuma itilmiştir. “Vahiy”, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaran ilahi bir kılavuz olmaktan çıkarılmış, hayatın tikel alanlarında Hazreti Peygamber’in kalbine ilham olunan bir bilgi kaynağı olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

İslam’ın temel kavramlar seti etrafında süren tartışmaların bir kısmını anlamsız, bir kısmını ise verimli buluyorum. Usûlün dışına çıkarak, bütün zamanlarda üzerinde ittifak edilmiş kavramları değiştirmeyi doğru bulmuyorum. Ancak, her kavramın her zamana yönelik farklı açılımları olabileceğini düşünüyorum. Mesela, İslam’ın en temel kavramı tevhîddir. Farklı zamanlarda yazılmış üç tevhîd kitabını mukayese ettiğimizde, temel kavramların nasıl değiştiğini görebiliriz; bunlardan biri İmam Mâturîdî’nin Kitâbu’t-Tevhîd’i, ikincisi Muhammed bin Abdülvehhâb’ın Kitâbu’t-Tevhîd’i, üçüncüsü ise İsmail Fârûkî’nin Tevhîd adlı kitabıdır. Bu üç eseri mukayese ettiğimizde ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Birincisi, İslam kelamına kaynaklık etmiştir. İkincisi, Selefî bir ideolojiye kaynaklık etmiştir. Üçüncüsü ise bize, tevhid medeniyetini anlatır; tevhidin dünya görüşünü ele alır.

 

  1. Soru: İslam medeniyeti tarih boyunca farklı kültürlerle (Yunan, Hint, İran) sentez yapmıştı. Bugün küreselleşme çağında İslam dünyasının kültürel senteze açık olması bir çok konuda kafa karışıklığına, kendi özüne kapanması ise tutucu bir durağanlığa yol açıyor. Bu 200 yıllık dilemma nasıl aşılacak? İslam, Asrın idrakine nasıl konuşacak? (Örneğin, Musa Carullah Bigiyef üzerine yaptığınız yüksek lisans teziniz, onun reformist fikirlerini ele alıyor. Bigiyef’in fikirleri, sizin İslam düşüncesine yaklaşımınızı nasıl etkiledi? Onun mirasından günümüz için hangi dersleri çıkarabiliriz?)

Cevap: Her şeyden önce İslam, kendisini Kur’an’ın nüzûlü ile başlatmaz. İlk insan ve ilk peygamber ile başlatır. Bütün peygamberlerin mesajı, İslam’ın mesajında mündemiçtir. Bütün varlık âlemini, evreni ve insanlık tarihini dikkate alır. Nerede olursa olsun hikmeti, kaybedilmiş hakkı olarak görür. İlk tercüme hareketlerinde de, Endülüs ve Mâverâünnehir medeniyetlerinin kuruluşunda da bunu açıkça görüyoruz. Bu biraz da diğer medeniyetlerle karşılaşmada Müslümanların sahip oldukları özgüvene bağlıdır. İslam’ı asrın idrakine sunmaktan söz edebilmek için, asrın idrakinin kapalı olup olmadığını, hatta asrın bir idrak ölümüne maruz kalıp  kalmadığını bilmek ve öncelikle bu idraki yeniden diriltmek gerekir.

Bu konuda iki çeşit akıl vardır; biri sanık akıl, biri tanık akıl. Sanık akıl, kendisini daima sanık sandalyesinde gören, özgüvenini kaybetmiş, savunmacı akıldır. Tanık akıl ise, kendisini Kur’an’ın ifadesiyle insanlığın şahidi olarak görür.

Birinci akıl, son iki asırda bir edebiyat vücuda getirmiştir. Bu edebiyata ben “geri kalış edebiyatı” diyorum. Sürekli Batı karşısında ezik bir tavırla “Onlar niye ilerledi, biz niye geride kaldık?” ile uğraşır. Tanık akıl da bir edebiyat vücuda getirdi. Bu edebiyatı üç kavramla ifade edebiliriz: tecdid, ıslah ve ihya edebiyatı. Bu edebiyat da kendi içinde büyük çelişkiler yaşadı.

Sorunuzda reformist olarak tanımladığınız Mûsâ Cârullah, reform kavramını şiddetle reddeder ve bu edebiyatı da yeniden değerlendirir. O, bir kitabında der ki: İslam eskimez ki yenileyelim; fakat bizim fikirlerimiz, düşüncelerimiz, hatta fıkhımız, kelâmımız, usûlümüz eskir ve bunlar daima yenilenmeye muhtaçtır. İslam hastalanmaz ki ıslah edelim; fakat bizim özümüz, ruhumuz, hayatımız, yaşantımız, ahlakımız hastalıklarla mualleldir. Onları ıslah etmeliyiz önce. İslam ölmez ki ihyâ edelim; fakat bizim ruhumuz, idrâkimiz, özümüz bir çeşit ölüme maruzdur. Onları ihyâ etmeliyiz.

Musa Carullah’ın, sürgünde geçen kırk yıllık hayatı -tabiri caizse- meşakkatli yollarda fikir ve düşünce üretip, karşısına çıkan ilk Müslüman ülkede bu fikirleri hayata geçiren bir eylem insanı olması; Rusya Müslümanları, Kazan Türkleri, Hint alt kıtası, Afganistan, Japonya, Türkistan, Türkiye, Irak, İran, Berlin ve Mısır’da bıraktığı izler, fikir ve düşünce üretme aşamasında olan her insana kılavuzluk yapacak mahiyettedir. Elbette katılmadığım fikirleri de vardır. Bâkî hakikatler, fânî şahsiyetler üzerine bina edilmez.

Bu yönüyle, özelde Mûsâ Cârullah’ın ve genelde 18. asırdan itibaren Şimal Türkleri’nin, İdilUral bölgesinde yaşayan âlimlerin başlattığı Ceditçilik hareketini; ikinci İbn Haldun olarak bilinen Şehabüddin Mercânî, Rızaeddin Fahreddin, Abdünnasır Kursavî gibi pek çok âlim ve mütefekkirin sürdürdüğü bu hareketi önemsiyorum.

  1. Soru: Bugünün dünyasında insanın temel varoluşsal krizini nasıl tanımlarsınız? Modern insanın yaşam tarzıyla inançları, bireysel sorunlarıyla anlam dünyası arasındaki gerilimde İslam yeterli çözümler sunuyor mu? İnanç ile özgürlük arasında, ahlakla siyaset arasında nasıl bir denge kurulmalıdır? Türkiye ve İslam dünyasında bu bağlamda yürütülen tartışmaları ve çabaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Bugün, insanın temel varoluşsal krizi bir anlam krizidir. Anlam krizi, beraberinde dehşet bir ahlak krizini de doğurmuştur. İnsanın bu krizi aşmasını sağlayacak yegâne kudret İslam’da mevcuttur. Çünkü İslam, fıtrat dinidir. İslam’a göre, insanın mahiyeti ve hakikati tabiatında değil, fıtratındadır. Allah, insanı yaratırken ona iki yazılım yerleştirmiştir: Birine fıtrat, diğerine tabiat diyoruz. Hâlık ismiyle tabiatını yaratmış ve onu bedenine, Fatır ismiyle fıtratını yaratmış ve onu da ruhuna nakşetmiştir. Tabiat; akıl, zekâ, duygular, görme ve işitme gibi beşerî yetileri içerir. Fıtrat ise insan ruhuna yerleştirilmiş değerler hafızasıdır. İnsan, ancak bu hafızadaki değerleri hayata aktararak mutlu olabilir. İslam’ın gayesi, insanın tabiatı ile fıtratını birleştirerek kâmil bir varlık olmasını sağlamaktır.                                                                      

İnanç ile özgürlük arasındaki ilişki, özgürlük tanımımıza göre değişir. Üç çeşit hürriyet vardır: cismani ve bedeni hürriyet, siyasi ve medeni hürriyet, ahlaki ve vicdani hürriyet.

Cismani ve bedeni hürriyet, bedenin ve azalarının hiçbir engel ve zorlamayla karşılaşmaksızın istenildiği gibi kullanılmasıdır. Bu, hürriyetin en basit şeklidir.

Doğuştan veya sonradan elde ettiği bütün haklara sahip olan kimseye hür denilir ki, hürriyetin bu şekline de siyasi ve medeni hürriyet denir. Siyasi hürriyet de buna taalluk eder ve medenî hürriyeti temin eden hak ve yetkilerden ibarettir.

Hürriyetin üçüncü şekli ise ahlaki ve vicdani hürriyettir ki bu, irade hürriyeti demektir. İnsanın, nefsinin isteklerine boyun eğmemesi anlamındaki hürriyettir. Fikir ve vicdan hürriyeti ile akli hürriyet de irade hürriyetinden başka bir şey değildir. Kısaca, ahlaki ve vicdani hürriyet olmadan siyasi ve medeni hürriyet olmaz. Bu ikisi olmadan da cismani ve bedenî hürriyet olmaz. Onun için caddelerde ve sokaklarda özgür olduğunu sanan nice insanlar vardır, ama gerçekte hür değildirler. Yine hapislerde ve zindanlarda nice insanlar vardır, ama gerçekte hürdürler. Kuyuda ve hapiste olduğu hâlde Hz. Yusuf kadar hür bir insan var mıdır? Sarayda olduğu halde Firavun kadar esir bir varlık var mıdır?

Dolayısıyla irade hürriyeti, bütün hürriyetlerin başında gelir. Çünkü bütün hürriyetleri korumak için hür ve kudretli bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu anlam krizi ve ahlak krizini de aşmanın en temel yoludur.

Ahlak ve siyaset ilişkisine gelince, İslam nokta-i nazarından siyaseti anlamlı kılacak iki şey vardır: O da ahlak ve adalettir. Buna merhameti de ilave edebiliriz; zira İslam’ın adaleti merhametle kuşatılmış bir adalettir. Bugün Müslümanlar için ahlak bir kemal meselesi değil, bir bekâ meselesidir. Siyaset kadar ahlaka gereksinim duyan bir kamusal eylem yoktur. İslam dünyasındaki siyaset krizini akıl krizi ve irade krizi olarak da tanımlamak mümkündür. Akıl krizi, bir doğruluk krizidir; çünkü doğruluk aklın en büyük ahlakıdır. İrade krizi, bir emanet krizidir; çünkü emanet iradenin en büyük ahlakıdır. Dinin dünyadan ayrılması ve dinin siyasetten ayrılması, seküler ideolojinin önerisidir ve İslam açısından bu kabul edilemez. Fakat dinin ahlaktan ayrılması, dinin hem dünyadan hem de siyasetten ayrılması demektir. Dahası dinin ahlaktan ayrılması, dinin kendisinden ayrılmasıdır.

 

  1. Soru: Diyanet İşleri Başkanlığı döneminizde, 15 Temmuz darbe girişimi gibi kritik süreçlerde önemli roller üstlendiniz. Din kurumlarının bu tür toplumsal krizlerdeki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Din, toplumsal dayanışmayı güçlendirmede nasıl bir kaldıraç olabilir? İslam’ın adalet ve ahlak prensipleri, Mezhepçilik ve etnik milliyetçilik gibi bölücü eğilimlerle mücadelede İslam’ın birleştirici değerleri yeterli çözümler üretiyor mu?

Cevap: Modern zamanlarda din kurumları hem mahiyet hem işlevsel bakımdan büyük değişimlere uğramışlardır. Bu kurumlar üzerinden bazen birliktelikler, bazen de ayrışmalar yaşanıyor. Din kurumlarının vazifesi, sadece namaz kıldırmak, sadece ibadetleri yönetmek ve din hizmetleri tanzim etmek değildir. Her şeyden önce İslam’da din adamı sınıfı yoktur. Her mümin dininin adamıdır. Ancak din hizmetlerinin tanzimi açısından, din kurumları gerekli 5 görülmüştür. İslam’da bütün yeryüzü mescittir. Her yerde ibadetler icra edilebilir. Cemaatle yapılan ibadetlerin gayesi ise, birlik, beraberlik ve dayanışmayı güçlendirmektir. Dahası ümmet fikrini diri tutmaktır. Toplum ve ümmet arasında önemli bir fark vardır. Toplum, karşılıklı fayda ve menfaat çerçevesinde bir araya gelen topluluktur. Ümmet ise, inanç değerleri ve yüce ahlaki değerler etrafında bir araya gelen topluluktur.

15 Temmuz gecesinde bütün Diyanet personeline gönderdiğim mesajda bu sorunuzun cevabı da vardır. Orada da diyorum ki, din kurumlarının vazifesi sadece namaz kıldırmak ve ibadeti yönetmek değildir. Milletlerin zor zamanında birlik ve vahdet ruhunu harekete geçirerek milleti maruz kaldığı ihanetlerden korumak, birliği, beraberliği için hiç taviz vermeden barışı, hakkı, adaleti, kardeşliği tesis etmek de görevimizdir. Ancak din kurumlarının siyasetin bir aparatına dönüşmesi hem onu büyük gücünden mahrum bırakır hem de sorunuzda işaret ettiğiniz ayrışmaları ve kutuplaşmaları önlemede yetersiz kalmasına neden olur.

İslam dini, tevhid dinidir. Tevhid ile vahdet arasında kopmaz bir bağ vardır. İslam, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı meselesini başından çözmüştür. Üstünlüğün sadece takvada olduğunu ilan etmiştir. Allah Resulü’nün veda hutbesindeki meşhur ifadesi, bütün insanlık için daima yol gösterici olmuştur: “Ey insanlar hepiniz ademdensiniz. Adem de topraktandır. Arabın aceme, beyazın siyaha bir üstünlüğü yoktur. Ve üstünlük sadece takvadadır.”[1]

 

  1. Soru: Bugünün dünyasında, özellikle büyük şehirlerde “anonim dindarlık” (sosyal medyada görünür ama iç dünyasında kopuk) diye bir fenomen gelişti. Özellikle cemaatlerin bireyler için bu konuda artık eskisi kadar cazip ve etkili olmadığını söyleyebilirmiyiz? Bu bağlamda, Diyanet teşkilatı ve ilahiyat fakülteleri, dini algı, eğitim ve çözümler konusunda yeterli mi sizce?

Cevap: Bir insanın veya bir gencin iki şekilde dinî-manevi hayatını kurması mümkündür: biri, kimlik değerleri üzerinden yani toplumsallaşma üzerinden aileye, camiye, cemaate aidiyeti, tarikata intisabı gibi toplumsal kimlik aidiyetleri üzerinden, diğeri ise benlik ve kişilik değerleri üzerinden yani okuyarak, araştırarak, dinî bilgi kaynaklarını kendisi seçerek, yaşayarak, tecrübe ederek gerçekleştirdiği bireyselleşme üzerinden. Başka bir ifadeyle bir insan veya bir genç manevi hayatını iki şekilde kurar: biri cemaat ve toplumsallaşma üzerinden, diğeri ise bireysel çabalar üzerinden. Aslında her ikisi, dinin de bize önerdiği iki yöntemdir. Yani bir kimlikten benliğe giden bir maneviyat yolculuğu, bir de benlikten, kişilikten kimliğe giden bir manevi süreç mevcuttur.

Kimlikten benliğe gitmek için cemaatleşmek, toplumsallaşmak gerekiyor. Bunun için de bir toplum ve ümmet aidiyeti lazım. Benlikten kimliğe gitmek için ise bireyin doğrudan kendi maneviyatını kurması gerekiyor. Anlaşılıyor ki gençleri kuşatan değişim ve dönüşümler, onları bu ikinci yola sevk ediyor. Ben buna bireysel maneviyat diyorum.

Gençler, bugün bireysel maneviyatını kurmak istiyor ancak bunu tek başına yapamıyor. Bu noktada gençler iki sorunla karşı karşıya kalıyor: biri toplumsallaşma üzerinden maneviyat kurma isteksizliğine yol açan aile, cami, okul; tarikat, cemaat, dernek, vakıf gibi toplumsal kurum veya yapıların gençleri tatmin edecek bir bireysel maneviyat kurma kabiliyetlerinin zayıflığı, diğeri ise bireysel maneviyatlarını kurmalarına yardımcı olacak mekanizmaların zayıflığı hatta yokluğu. Bu durumun beraberinde getirdiği arayış ve arada kalış, gençleri ya dinî buhran yaşayan bir kısım ilahiyatçıların kucağına itiyor ya marjinal din söylemleriyle karikatür krizlerine malzeme taşıyan birtakım dinî figürlerin peşine taktırıyor ya seküler kişisel gelişim endüstrisinin bir tüketicisi olmaya sevk ediyor ya da batıda yaşayan gençler de olduğu gibi DEAŞ benzeri şiddet hareketlerinin ağına düşürüyor.

Bu durum beraberinde bir maneviyat güvenliği sorununu getiriyor. Maneviyat güvenliği sorunundan kastım, toplumlarda ortaya çıkan bir mana buhranıdır, bir anlam krizidir, bir güven bunalımıdır. Maneviyat güvenliği sorunu zihinlerde mana buhranına yol açmak, kalplere ve akıllara güvensizlik aşılamak, manevi değerlere karşı kuşku uyandırmaktır. Dinin sarsılmaz asıllarına, bedihi ilkelerine, yüz akı hakikatlerine karşı tereddütler oluşturmaktır. Maneviyat alanını bir dedikodu malzemesine dönüştürmek, bir didişme ve çekişme alanı hâline getirmektir. Bir ideoloji ve saflaşma, bir nefret ve husumet aracına dönüştürerek maneviyat alanını değersizleştirmektir. Maneviyat alanının, bilhassa dinin kutsiyetini ve masumiyetini aşındırmaktır. Birleştirici olma özelliğini ortadan kaldırmaktır. Bu, en temelde ahlaki bir meseledir. Maneviyat talimi adına insanların birbirini tekfir etmesi, birbirlerini tenfir etmesi bir maneviyat güvenliği sorunudur. Hakeza sahip olduğumuz tüm bu değerlerimizin aşındırılması, hassasiyetlerimizin ayarı ile oynanmak suretiyle maneviyatımızda kapanmaz yaralar açılması da bir maneviyat güvenliği sorunudur. Binaenaleyh, resmi sivil din kurumları hem de yüksek dini bilgi üreten fakülteler bu konuda kendilerini gözden geçirmek zorundadır.

  1. Soru: Gençliğin Anlam Arayışı adlı kitabınızda, gençlerin modern dünyadaki manevi boşluğuna dikkat çekiyorsunuz. Özellikle dijital çağın bireyselliği ve tüketim kültürü karşısında gençleri nasıl yönlendirmeliyiz? Genç kuşaklar dinî bilgiye ulaşmakta sosyal medya gibi yeni kaynakları kullanıyor. Bu da bir bilgi kirliği ve kafa karışıklığına yol açıyor. Öte yandan Gençler için din ve dinselliğin giderek cazibesini kaybettiği, Deizm, ateizm, nihilizm gibi kavramlarla tanımlanan ve aslında din ve dini değerlere kayıtsızlığı işaret eden bir bunalım yaşandığı söyleniyor. Buna katılıyormusunuz? Günümüz gençliğinin anlam arayışına İslam nasıl bir cevap sunabilir?

Cevap: Gençlik konusunda hemen hemen her alanda büyük değişim dönüşümlere şahit olduğumuz muhakkaktır. Gençliğin din ile ilişkisinin yeni bir dönüm noktasına geldiği de bir gerçektir. Ancak gençlik gerçekten dinden uzaklaşıyor mu? Uzaklaşıyorsa bu “uzaklaşma” bir kopuşa dönüşüyor mu? Dönüşüyorsa bunu neye göre iddia edebiliriz? Varsayılan bu kopuş son yıllarda yaygın şekilde dile getirildiği gibi bir deizme, ateizme veya agnostisizme yol açıyor mu? Dahası bu, İslamofobik bir İslam karşıtlığına dönüşüyor mu? Ya da bütün bunların aksine anlam krizlerinin egemen olduğu dünyamızda bunu, gençliğin bir anlam arayışı olarak 7 değerlendirmek mümkün müdür? Yahut bu değişim, bir soru ve sorgulama süreci olarak ele alınamaz mı? Hatta bu soru ve sorgulamalar, gençleri tahkiki bir imana taşıyamaz mı? Daha da önemlisi gençlerin bu soru ve sorgulamalarını bir rahmete dönüştürmek mümkün müdür? Mümkünse bunun yol, yordam ve yöntemleri nelerdir?

Bu soruların cevaplarını net olarak önümüze koyacak büyük araştırmalara dayanan verilerden yoksunuz. Ben bu soruların cevaplarını, elimde bulunan az sayıdaki nicel ve nitel araştırmalara, yapılmış bazı yüksek lisans ve doktora tezlerine ve hem resmî vazifelerimde hem de Enstitümüz bünyesindeki çalışmalarda, gençlerle buluşmalarımda, konuşmalarımda, gençlerin zor sorularına muhatap olan biri olarak kendi tecrübelerimden hareketle birkaç şey söyleyebilirim.

Aslında gençlik-din ilişkisinde sorunun büyük bir kısmı biz yetişkinlerle ilgilidir. Bizim onlara hazırladığımız dünya ile ilgilidir. Yanlış ve eksik insan yetiştirme düzenleri ve eğitim sistemiyle ilgilidir. Aile nizamı ve kusurlu ebeveyn davranışlarıyla ilgilidir. Biz öğreticilerle, hocalarla ilgilidir. Örnek olması gereken insanların örnekliklerini kaybetmeleriyle ilgilidir. Belki de en büyük sorun, bu konuda bizim, anne babalarımız kadar başarılı olamayışımızdır. Kendi inançlarımızı, kendi değerlerimizi bir sonraki nesle aktarmada bir önceki nesil kadar özverili olamayışımızdır.

Neticede sebebi ne olursa olsun her hâlükârda ben, gençlik ve din bağlamında yaşadığımız değişim ve dönüşümleri, dinden uzaklaşmak veya dinden kopmak yahut bir deizm, ateizm, agnostisizm dalgası ya da yüzyılın başında cereyan eden felsefi ateizmin zaferi olarak değerlendirmiyorum. Ben buna gençlerin yeni bir anlam arayışı, yeni bir sorgulama süreci olarak bakıyorum. Ancak bu sorulara cevaplar bulamayınca bir soğuma, ilgisiz kalma, anlam krizini çözme ve maneviyat buhranını aşma çabası olarak değerlendiriyorum. Bu soru ve sorgulamaları dine dair yahut din anlayışımıza ve bundan neşet eden bazı söylem ve uygulamalarımıza yönelik yeni itirazlar olarak görüyorum. Bir önceki soruda ifade ettiğim gibi belki de toplumsal maneviyattan kopma yönelimi, kendi bireysel maneviyatını kurma çabası veya kuramama hâlinin meydana getirdiği bir buhran olarak değerlendiriyorum.

 

  1. Soru: “Görsel idrak”in modern bilinç üzerindeki hakimiyetinden bahsetmiştiniz. İslam öğretileri, ekran odaklı dünyada kalp ve akıl algısı arasındaki dengeyi nasıl yeniden sağlayabilir? Yapay zeka ve genetik mühendisliği gibi yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı ahlaki ikilemlere İslam etiği nasıl bir çerçeve sunabilir?

Cevap: İnsanlığı kuşatan âdeta yeni bir Sanal Ekran Uygarlığının kurulduğunu söyleyebiliriz. Şüphesiz, bu uygarlığın bilgiye kolay erişim ve iletişim imkânlarını artırmak gibi insanlığa getirdiği faydaları inkâr edemeyiz. Ancak bu uygarlığın “getirdikleri” kadar “götürdükleri” de var. Zira bu uygarlık, bütün mensuplarını pasif birer seyirciye dönüştürüyor. Bu uygarlığın en büyük hareket noktası akıl değil; gözdür. En büyük eylemi, düşünmek değil; bakmaktır. Müşahede etmek değil; seyretmektir. Göz, bu uygarlıkta nazar ve müşahede aracı olmaktan çıkıyor; bir arzu, istek ve şehvet aracına dönüşüyor. Ve maalesef bu da beraberinde, bencilliği, doyumsuzluğu, duyarsızlığı ve şiddeti doğuruyor. Bu uygarlıkta insan hem kendisiyle hem ötekiyle hem de âlemle ilişkisini hakikat üzerinden değil; suret ve görüntü  üzerinden kuruyor. Bu uygarlık, insan hayatında görsel idraki egemen kılıyor. Görsel idrakin egemenliği, aklın idrakini zayıflatıyor, kalbin idrakini bir çeşit ölümle karşı karşıya bırakıyor.

Görsel idrak egemen olunca insan her hakikati suret üzerinden idrak edebiliyor. Bu eksik idrakle insanın Rabbini bilmesi, ona inanması, onunla ilişkisini temellendirmesi neredeyse imkânsızlaşıyor. Görsel idrak ahlakı da dönüştürüyor. Dahası görsel idrakin egemenliği, insanı, bir idrak ölümüne maruz bırakıyor. Bugün insanın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, en büyük ölüm, idrak ölümüdür.

Öncelikle ifade etmek isterim ki, görsel idrakin egemenliğine sadece sevap-günah, sadece emirnehiy, sadece helal-haram üzerine bina edilen bir din diliyle karşı koyamayız. Mücerret emirlerle ve yasaklarla bu egemenliğe son veremeyiz. Ahlakı, ahkâmın aklı olarak görmeyen bir anlayışla da görsel idrakin egemenliğine karşı duramayız. Değerler felsefesini kaybetmiş, değerler hiyerarşisi bozulmuş, gaye değerler ile vesile değerleri birbirine karıştırmış bir ahlak sistemiyle de bunun üstesinden gelemeyiz. Görsel idrake mahkûm olmuş bir din diliyle de görsel idrakin egemenliğine karşı koyamayız. Bu sektörün ürettiği dijital vaizlerle ve sanal cemaatlerle de bu işin altından kalkamayız.

Ben çalışmalarımda buna karşı iki ahlak öneriyorum: biri irade ahlakı, diğeri hayâ ahlakı. İrade ahlakı, daha önce de ifade ettiğim gibi gerçek özgürlüktür. Hayâ ahlakındaki hayâ da sadece basit bir utanma duygusundan ibaret değildir. Hayâ ahlakı bir hayat ahlakıdır. Bu ahlakın temel esaslarını ve gayelerini şu şekilde sıralayabiliriz: Görüntü ve gösterişçi toplumdan bilgi, düşünce ve tefekkür toplumuna yeniden dönüş imkânlarını aramak; insanı görsel idrakin egemenliğinden kurtarmak ve onu küllî idrake yöneltmek; eşyanın suretinin, eşyanın hakikati olmadığı gerçeğini ortaya koymak; bakma ve görme ameliyesinin gâyesini haz ve keyiften çıkarıp, anlamaya ve ibret almaya hasretmek; Görme ve bakma şeklini değiştirmek; bakmayı gözün eylemi olmaktan çıkarıp aklın eşlik ettiği nazara, kalbin eşlik ettiği basara ve ya basirete dönüştürmek; izleyiciliği müşahede, seyirciyi müşahid seviyesine çıkarmak; mücerret izlemek ile müşahede etmeyi birbirinden ayırmak; dikizleyici durumuna düşmüş, tecessüs peşinde gayri ahlaki yollara sapmış izleyiciyi, şahit makamına yükseltmek, Yani örnek bir ahlaka kavuştıurmak; kendi kendisini izletmeyi maharet zanneden teşhirciyi, meşhud makamına yükseltmek, yani her an kendisini yaratan yaratıcısı tarafından gözetildiği bilincini aşılamak; Eşyaî bakıştan, Esmaî bakışa yöneltmek. Eşyaî nazar maddi bir nazardır, mülkî bir nazardır. Eşyayı, sadece eşya olarak görür. Eşyanın taşıdığı yüce esmayı görmez. Esmaî nazar ise manevi bir nazardır, melekûtî bir nazardır. Eşyanın taşıdığı esmayı görür; daha doğrusu esmaî nazar, eşyayı alametler, alametleri ayetler, ayetleri emanetler olarak görür. Eşyaî nazar sahibi hayâyı bilmez, hayâ etmez. Eşyayı mülkü olarak görür. Gördüğüne sahip çıkmak ister. Temellük etmek ister. Esmaî nazar sahibi ise eşyanın taşıdığı esmayı ve yüce esmanın sahibini hatırlayarak hayâ eder.

  1. Soru: İslami yenilenme bağlamında, İslam toplumlarında estetik ve sanat konularının ihmal edildiğini düşünüyormusunuz?         Bugün İslam estetiği yeniden nasıl canlandırılabilir? Özellikle şehirli İslamın köylü dindarlığından farkını sağlayacak ve             modern yaşamın imkanlarını da içerecek bir yeni müslüman toplum tahayyülü mümkün mü? Bu hangi araçlarla, nasıl bir zeminde gerçekleşebilir? Sivil cemaatler, eğitim kurumları ve kamu, bu konuda neleri öncelemeli, nasıl bir ufuk ve strateji izlemeli?

Cevap: Bugün İslam sanatları alanında hatta genel olarak sanat ve estetik alanındaki yerimiz başlı başına sorgulanmaya, köklü bir şekilde açıklanmaya muhtaç durumdadır. Mimariden musikiye, edebiyattan ebruya, hat ve minyatüre kadar sanatın hemen her alanında zarif ve nitelikli eserler ortaya koymuş bir medeniyetin, estetiği kültürel temsillerinde en başa yerleştirmiş bir milletin bugün ortaya koyduğu hâsıla bir hayli kritiğin yapılmasını gerektirmektedir.

Hemen her konuda olduğu gibi sanat alanında da Müslümanların temel bakış açılarının yegâne kaynağı İslam’dır ve Cenab-ı Hakk’ın kendi varlık ve mevcudiyetini dile getirirken kullandığı terkiplerle cümle mevcudatın “en güzel şekilde yaratılmış olması” onun kudret ve cemal sıfatlarının hüsn-ü teveccühüdür.

Yeri gelmişken hüsn kavramı ile aistesis/estetik kavramı arasındaki temel bir farka işaret etmek istiyorum. Hüsn, güzel, doğru ve iyi anlamına gelir. Aistesis ise sadece duyumsama ve algılama anlamına gelir. Birinde duyumsamadan bağımsız bir güzelliğe imkân varken, diğerinde güzellik sanki kaçınılmaz olarak sadece duyumsamayla ilgilidir. Aistesis’de insansız, algılamasız bir güzellik anlamsızdır. Ya da daha çarpıcı açılımıyla, güzellik ancak güzeli görenin, insanın varlığıyla ortaya çıkar, gerçekleşir, var olur. Hüsn kavramında ise güzel her zaman iyidir, insan bunu bilmese de, görmese de ve hatta orada olmasa da iyidir.

Sanatın yüksek formlarında gezinti her şeyden önce ilahi hikmete bihakkın açık olmayı, evrene sadece zahiri bir perspektifle bakmamayı, onun derinliğine, künhüne vakıf olma arzu ve çabasını da ifade etmektedir. Cemal ve Bedi’ sıfatlarıyla Cenab-ı Hak bize varlığın en derin anlamlarını ifşa etmektedir. Hiç kuşkusuz esma-i hüsna diye bilinen ve Cenabı Rabbül âleminin en güzel isimlerinin yer aldığı doksan dokuz ismin her biri, aslında itidal, denge, estetize edilmiş bir gerçeklik, uyum ve hayatı biçimlendirirken göz ardı edilmemesi gereken murad-ı ilahinin değişik veçhelerini ifade etmektedir.

İslam sanatlarında ana çerçeve güzellik duygusunun somutlaşarak maddi sanatlara, aynı şekilde derinleşerek de dil ve edebiyata nasıl yansıdığını göstermektedir. Müslüman dünyanın kendi yerel dünyalarını ihmal etmeksizin öne çıkardıkları sanatsal yapılar aslında o toplulukların Allah ve medeniyet tasavvurlarını yansıtmaktadır. Denilir ki, İstanbul’un fethini Fatih’in toplarından çok Sinan’ın kubbelerinde aramak gerekir. Gerçekten de bugün her biri tarihsel bir dekor olarak algılanıp değerlendirilen büyük bir mirasın önünde, sanatsal ürünlerimizi masaya yatırdığımızda her birinde içkin olan aşkı, mevcut olanı aşma duygusunu ve ilahi varlığa yakınlaşma arzusunu görmemek mümkün değildir.

Büyük hatıralardan, saygın mirastan söz edildiği her seferinde kaçınılmaz bir şekilde bizi bekleyen soru, bugün bütün bunları neden yeniden aynı saflık ve içerikle üretemediğimizdir. Medeniyet kurma becerisini tarih boyunca değişik bağlamlarda her zaman yürürlükte tutmayı başarmış bir milletin bugün içine düştüğü kaotik durum geliştirici olmaktan çok duraksatıcı, içeriklendirici olmaktan çok teşhir edici bir dile teslim olmaktadır.

Müslüman sanat gönül gözüyle ortaya konan ve ibret nazarıyla algılanan bir kataloğa işaret etmektedir. İslami derunilik hayatın değişik kompartmanlarında iyi, güzel ve doğru çerçevesinde üretilmiş dil, kültür ve eylem ürünleriyle tebarüz etmektedir.

Bugün mimaride bir cami aracılığıyla ortaya konan uhrevilik, ancak ve ancak sanatsal bir çabayla elde edilebilmektedir. Itri’nin tekbirine, Sinan’ın Selimiyesi’ne sinen duygular her zaman Allah merkezli bir hissiyatın sanatsal tezahürlerini göstermektedir.

Esasen Farabi, bir toplumun dengesini müzikte ararken haksız değildir. Müziğin ritmiyle toplumun ritmi arasındaki o hassas denge bugün altüst olmuştur. Ucube mimari örnekleri, nefsi azdıran ilgilere teslim olmuş sanat arayışları, dinginlikten çok kaosa çağıran devasa yapıtlar… Bunları konuşmak gerekir. Sorun o kadar büyüktür ki bugün sıradan bir müzakere ya da tartışmayı bile anında yeni bir gerilim moduna taşıyabilecek, incitmek ve kalp kırmanın ötesine geçemeyen kötü bir atışma trafiğiyle karşı karşıyayız. Artık söz ustalığıyla bir savaşı kesmekten çok, sözüm ona usta işi polemiklerle her seferinde yeni bir kavganın, savaş ya da çatışmanın fitilini ateşliyoruz.

Sanatın değişik alanlarında ilahi olanla emsalsiz rabıtalar kurmak ve O’nun bakışıyla bakma şansına nail olmak İslam sanatının olmazsa olmaz nitelikleri arasında yer almaktadır.

 

  1. Soru: Bir konuşmanızda, Gazze ve Gırnata’yı birbirine benzeterek, İslam dünyasının Filistin meselesine duyarsızlığına dikkat çektiniz. İslam dünyasının bu tür krizlerde birlik sağlayamamasının temel nedenleri nelerdir? Bu konuda entelektüel bir uyanış nasıl tetiklenebilir?

Cevap: Yakın tarihin en büyük soykırımına sahne olan Gazze’deki trajedileri bir insan olarak, bir mümin olarak izlerken, herkes gibi ben de bu soruyu sordum: Neden iki milyar Müslüman, iki milyon kardeşini kurtaramıyor? Sorunun kendisi, zorunlu olarak beni sekiz asırlık Endülüs medeniyetinin yıkılışına götürdü. Ve o günkü Müslüman dünyanın, tıpkı bugünkü Gazze gibi, Endülüs’ün son kalesi Gırnata Müslümanlarının feryadına neden cevap veremediği üzerinde düşünmeye sevk etti. Ve gördüm ki, tarih adeta tekerrür ediyor. O gün nasıl ki bölünmüşlük, parçalanmışlık, iç ihanetler Müslümanları bu sorumluluktan mahrum bıraktıysa, bugün de aynı şekilde mahrum kalıyoruz. O günün İstanbul’u, Osmanlı’sı, bahriye gücü, deniz kuvvetleri bakımından zayıflığını gerekçe gösteriyor, bugünkü İstanbul’u da hava savunmasının eksikliğini görüyor. O günün Kuzey Afrika ülkeleri sadece kendi aralarında bölünmüşlük yaşamıyor, aynı zamanda düşmanla iş birliğine giriyordu. Bugünün küçük petrol ülkeleri de aynı şekilde varlıklarını zalimlerin desteğine bağlıyor. Katliam devam ederken, Trump’ın cizye toplama ziyaretleri hepimizi dehşete düşürmüştür. O günün Safevî İran’ı Osmanlı ile ihtilaf hâlinde; bugünün İran’ı Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de mezhep çatışmalarında maalesef rol alır. O günün Roma’ya esir düşmüş Cem Sultan’ı ve bugünün koltuklarına esir olmuş yöneticileri arasındaki benzerlik, tarihin ne denli acımasız tekerrür ettiğini bir kez daha gösteriyor.

Elbette entelektüel uyanış daima önemlidir. Ancak Gazze gösterdi ki, bugün bizim fikirde ve düşüncede gerçek özgürlük ve bağımsızlığı sağlayacak insani, vicdani ve ahlaki bir uyanışa ihtiyacımız var.

  1. Soru: Suriye devrimi ve Gazze’deki direniş, İslam’ın zalim düzenlere karşı hala tek diri ve dirençli bir dinamik olduğunu gösterdi. Özellikle batıda Gazze için yüz milyonlarca farklı din ve görüşten insan yıllardır protestolar yürütüyor, kendi yöneticilerine karşı direniyor. Bu evrensel vicdan, kurumsal dinselliklerin ötesinde küresel bir adalet ve merhamet cephesine dönüşebilir mi? Bütün dünyayı ve bütün insanlığı tehdit eden ekonomik, siyasi ve askeri güçlerin savaş ve yozlaşma politikaları karşısında bu vicdanlı damara da yaslanarak İbrahimi-Hanif temelden yeni bir üniversal insanlık cephesi örgütlenebilir mi? İslam dünyası ve Müslüman hareketler bu bağlamda nasıl bir rol üstlenebilir?

Cevap: İnsanlık bu süreçte pek çok şey kaybetti ama önemli kazanımlar da oldu. Zira bu devlet veya devletler terörü, vahşet ve cinayetleri sadece Gazze’de, Beyrut’ta değil, aynı zamanda tüm insanlığın zihninde, kalbinde, ruhunda gerçekleştirdi. Bu sefer ateş düştüğü yeri yakmadı, şahit olan bütün zihinleri, kalpleri de yaktı. Bu süreçte yaşanan vahşete tüm insanlık şahit oldu. Gazzeli annelerin, kadınların arşa değen feryatlarına, tüm anneler, tüm kadınlar şahit oldu. Gazze’de okul ve hastane köşelerinden, yetimhane ve mülteci kamplarından toplanan çocuk cesetlerine tüm dünya çocukları tanıklık etti.

Bu sebepledir ki, Gazze bize, vicdan sahiplerinin, dil-din ayrımı gözetmeksizin insanı insan kılan değerler üzerinde nasıl ittifak edebileceğini gösterdi. Bu bir yıllık süre zarfında Avrupa’dan, Kuzey ve Latin Amerika’dan veya dünyanın geri kalanından yükselen kimi seslerin nasıl birebir bizimkiyle aynı olduğunu gördük. Bu kimseler Müslüman değiller, meseleye bizim perspektifimizden bakmıyorlar ama aynı vahşeti, aynı haksızlığı aynı yalan dolanı görüyorlar. Mesela bazı İrlandalı, İspanyol siyasetçiler, bazı Romanyalı içerik üreticileri, İsrail’i mahkemeye veren Fransız hukukçular, kendilerini dünya sisteminin mağduru gören İspanyol ve İrlandalı Katolikler hatta Amerika’dan pek çok genç bu zulmü tüm dünyaya haykırdılar.

Bu süreç üniversitelerde, kampüslerde zulme karşı ses yükselten fıtrata yakın vicdan sahibi gençlerin haykırışlarına sahne oldu. Amerikalı bir öğrenci, katıldığı bir barışçıl gösteri esnasında şunu haykırdı: “Biz biliyoruz ki bizim liderlerimiz İsrail’e karşı bir şey yapmayacaklar. Onun için bunu bizim yapmamız gerekiyor.” ABD’ye okumaya giden 26 yaşındaki bir kızımız, Ayşenur Ezgi Eygi, vicdanının sesini dinleyerek gittiği Batı Şeria’da haince şehit edildi.

Bilhassa Batı muhitlerinde, kavlen ve kalben henüz İslam ile şerefyab olmamış fakat vicdanı diri olan insanlar harekete geçti. Katil Netenyahu’yu alkışlayan senatonun önünde kendini yakacak kadar vicdan sahibi insanlar çıktı. Kanadalı meşhur bir bilim adamı gibi “Yemin olsun bunlar bizi utançtan öldürecekler. Bizi utandırarak kendi kendimizi yok etmemizi sağlayacaklar.” diyerek hakikatin de safında yer alan nice insanlar oldu.

Bilhassa insanlık tarihinde ibretamiz bir gelişme yaşandı. Avrupa’nın ve Amerika’nın en büyük günahları işlediği, en büyük cinayetleri irtikap ettiği, Apartheid mağduru, Hıristiyan, Müslüman ve siyahilerden oluşan Güney Afrika Hükûmetinin büyük bir cesaret ve yüksek bir özgüven ile soykırımı Uluslararası Adalet Divanı’a (UAD) taşıması, bütün insanlık için büyük bir ibret tablosu oldu. Postkolonyal düşüncenin kazandırdığı artık eskiden sömürge olan halkların haklarını aradıkları yeni bir seviyenin işaret fişeği oldu. Şüphesiz, bu, İsrail ve destekçileri için bir kayıp ancak insanlık için büyük bir kazanım.

Güney Afrika Dışişleri Bakanı Naledi Pandor (Müslüman, kadın, başörtülü, siyahi), Lahey’e başvuruları nedeniyle Amerika’dan tehdit aldıklarını ifade ettikten sonra “Bazı Amerikalı siyasetçiler diyormuş ki ‘Eğer bunun İsrail’e yapılmasına izin verirsek sıra bize de gelir.’ dediklerini aktarıyor ve büyük bir özgüvenle Gazze’nin nasıl bir milada dönüştüğünü ve neleri değiştirdiğini gösteren yeni dönemin habercisi şu tarihî cümleyi kuruyor: “Evet, elbette sıra size de gelecek.”

Ancak sıranın onlara da geleceğini sağlayacak kadar bu vicdan mutlak kötülüğün önüne geçemedi. Fakat insanlık için yeni bir umut ateşi oldu. İslam dünyasının ve Müslüman hareketlerin bu bağlamda uyanan insanlık vicdanı ile beraber hareket etmek yerine ayrı hareket etmesi üzerinde düşünülmesi gereken, öz eleştiriyi hak eden bir husustur diye düşünüyorum. Kaldı ki bu bir yıllık süreçte Müslümanlar üçe ayrıldı: 1. kötülükten yana saf tutanlar 2. susarak durumu idare edenler 3. konuşarak meseleyi gündemde tutanlar ve insani yardım göndermekle yetinenler. Bu süreçte İslam diyarlarında halklar ile yöneticiler arasında uçurum derinleşti. Müslüman toplumlar harekete geçmeden önce siyasetin bir şeyler yapmasını beklediler, umdular. Her şeyi yöneticilerden bekleyen halklar, halklarını susturan yöneticiler, egemen güçlerden müdahale bekleyen devletler ortaya çıktı. Oysa bir kez daha hatırlatmak isterim ki bütün kınamayı ve sorumluluğu hükûmetlere yükleyemeyiz, zamanımızı ihanetlere sızlanarak, hainlere lanet okuyarak geçiremeyiz.

Her mümin Allah’a karşı başkasına yükleyemeyeceği sorumluluğunun bilincinde olmak ve bunun gereğini yerine getirmekle mükelleftir. Yarın ahiret gününde reel politik mazeretler hiçbir siyasetçiyi kurtaramayacaktır.

 

  1. Soru: İslamofobi’nin yükselişine karşı ve Batı toplumlarında karşılıklı anlayışı güçlendirmek için dinler arası diyalogun rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? IŞİD gibi gruplar aracılığıyla İslam’ın yanlış temsil edildiğini belirtmiştiniz. Otantik İslam anlatıları, İslam hakkındaki küresel söylemi nasıl geri kazanabilir?

Cevap: 28-30 Kasım 2014 tarihleri arasında, Diyanet görevim esnasında Papa Fransis beni ziyaret ettiğinde, kendisine şöyle bir soru yönelttim: “Siz ilk defa Latin Amerika’dan seçilen bir papasınız. Bütün Batı dünyasında yaygınlaşan bir İslamofobi var. Hatta bir İslam nefreti ve İslam düşmanlığı yaygınlaşıyor. Bunu önlemek için bir planınız, bir projeniz var mı?”. O da bana cevaben, “Olmaz olur mu, bizim dinler arası diyalog projemiz var” dedi.

Ben, “Bu, kilisenin ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi doktrinini izah etmek için geliştirdiği bir projedir. Kaldı ki proje, Hıristiyanların kendi içindeki ihtilafı çözmeye yöneliktir. Bunun İslam’a ve Müslümanlara tatbiki kabul edilemez. 90’lı yıllardan sonra gerçekleşen dinler arası diyalog toplantılarının hiçbirisi herhangi bir fayda getirmemiştir. Bilakis İslam dünyasında menfi bir bakışa yol açmıştır. Diyalog kelimesi bizim dünyamızda pek çok yanlışlığı içinde barındıran bir kavrama dönüşmüştür.” dedim. O, “Sizin bir öneriniz var mı?” diye sordu bana. Ben kendisine, “evrensel ilkeler ışığında yeni bir bakış açısına ve yeni bir anlayışa ihtiyaç vardır. Bugün insanlığın yeni bir merhamet sözleşmesine ihtiyacı vardır. Bu merhamet sözleşmesinin imzalanacağı yer de Kudüs’tür Bu nedenle biz İslami referanslardan hareketle, özü insana, inanca, kutsala, düşünceye, kültüre ve medeniyete saygıya dayalı birlikte yaşama ahlakının bazı temel ilkelerini bir kez daha insanlığın vicdanına duyurmak için son üç semavi dinin tarihini de dikkate alarak merkezde Kudüs’ün olduğu Evrensel Kudüs Kriterleri Belgesi başlıklı bir metin hazırladık. Bu metni esas alarak yeni bir iş birliği geliştirebiliriz. Bu kriterler çerçevesinde yeni bir ilişki biçiminin usûlünü ele alan ortak bir komisyon oluşturalım. Dinlerin asli ilkelerini, ahlakı, samimiyeti esas alarak bir teolojik karşılaştırma yapmadan, diyalog gibi yanlışlara düşmeden, siz kendiniz, biz de kendimiz kalarak insanlığın temel sorunlarına çareler üretmenin imkânlarını tartışalım. Açlığı, sefaleti, cehaleti konuşalım, zulüm ve baskılara karşı birlikte duralım, insan hakları ihlallerinin önüne geçelim.” dedim.

Evrensel Kudüs Kriterleri Belgesi 25 maddeden müteşekkil insan hayatının dokunulmazlığından özel hayatın mahremiyetine, hakkaniyet, adalet, eşitlik, fırsat eşitliğinden ahlak, şefkat ve merhamete, birlikte yaşama kültürüne hayat veren medeniyet eksenli yeryüzü imarından farklı kimliklere saygıya kadar pek çok evrensel ilke yer alıyor. Bunların yanı sıra söz konusu belgede ayrıca ortak yaşam alanlarındaki kul hakkı bilincinden yardımlaşma kültürüne, çocukların masumiyetinden kadın haklarına kadar pek çok evrensel ilkeye yer veriliyor. Belgede ayrıca kadına karşı şiddetten şiddetin her türlüsüne, mezhepçilik taassubundan din istismarına kadar birlikte yaşama kültürünü yok eden, insanlığın varoluşunu tehdit eden tehlikelere de dikkat çekiliyor.

  1. Soru: Geleceğe bakıldığında, İslam Düşünce Enstitüsü’nün küresel bir İslam entelektüalizmi rönesansı ve insanlığa katkıları için vizyonunuz nedir?

Cevap: Şüphesiz umutlarımız büyük; ancak bir enstitünün sınırlarını aşan böyle iddialı bir vizyonu ifade etmek doğru olmaz. Bununla birlikte, medeniyetimizin önemli kriz alanlarını, düşünce krizlerini, ahlak krizlerini çok iyi tespit ederek, küresel ölçekte karşı karşıya olduğumuz meydan okumaların farkında olarak yola çıktığımızı söyleyebilirim. Altı yıllık ilmi ve düşünsel serüvenimiz küçük bir müessese ile çok şey yapılabileceğini göstermiştir.

Şiarımız “Nehri Yeniden Akıtmak”tır. İlahi vahyin ışığında Hira’dan neşet eden ve kısa sürede bütün insanlığı kuşatarak hayat veren İslam medeniyet nehrinin yeniden akması için küçük bir katkı sunmaktır. Onu sağa sola evirmeden, tek akılcılığın ve tek anlamcılığın dar kalıplarına hapsetmeden, sözüm ona “arıtmak” adına özünden uzaklaştırmadan yahut dondurarak akışını engellemeden, doğal mecrasında akıtarak arınmak ve arıtmaktır.

Bu çerçevede biz, kendimizi hem akademik faaliyetlerimizde hem de araştırmalarımızda beş alanla sınırlamış bulunuyoruz: İslam düşüncesinde usûl ve metodoloji, İslami ilimlerde usûl,  İslam düşüncesinde bilimlerin birliği, müstakil bir usûl ve ilim olarak makâsıd, ahlak ve estetik.

Beş şiarımız daha vardır: fikirde tecdit, ilimde ihya, bilimde tevhid, usûlde ıslah, ahlakta yeniden inşa.

Fikirde tecditten kastımız, düşünce kalıplarını aynen veya estetize ederek sürdürmek yerine seleflerimizin ibda ve inşa geleneğini diriltmek ve işler hale getirmektir. Dini yenilemek değil, düşünceyi yenilemektir. Tecdit ile içtihat ilişkisini yeniden tesis etmektir.

İlimde ihyadan kastımız, vahye dayanan İslam bilimlerinin yeniden ihyasıdır. Her ilmin, bugünün insanına hitap ederek İslam medeniyetine süreklilik kazandırmasıdır. Bugünün fıkhını, bugünün kelamını yeniden kurmaktır. Bu ilimlerin geleneğini kaybetmeden, ilimlere süreklilik kazandırmaktır.

Bilimde tevhitten kastımız, İslam bilimleri, insan bilimleri ile varlık ve tabiat bilimleri arasındaki ilişkiyi yeniden kurmaktır. İlimleri; dinî ilimler-dinî olmayan ilimler, şer’î ilimlerşer’î olmayan ilimler şeklinde tasnif etmekten kaçınmaktır. Tevhid düşüncesinden hareketle bilimlere bakabilmektir.

Usûlde ıslahtan kastımız, bütüncül yeni bir metodolojidir. Tekvin ile tenzili, akıl ile nakli, evrensel olanla yerel olanı, sabite ile değişkeni, kadîm ile cedîdi birleştiren bütüncül bir metodolojiyle bilgi ve düşünce üretmektir.

Ahlakta yeniden inşadan kastımız ise, ahlakı bütün ilimlerin merkezine yerleştirerek, sadece bir davranış bilimi olarak değil, varoluşsal bir bekâ meselesi olarak yeniden ele almaktır. Sadece hüküm istinbatı değil, değerler istinbatını yaparak, gâye değerler ile vesile değerleri ayırarak, değerler hiyerarşisini yeniden kurarak, dinî hükümlerin aklı ve itikadî meselelerin gayesi olarak ahlakı yeniden inşa etmekten söz ediyorum.

Enstitümüz bilhassa gönül coğrafyamızdaki benzer ilmi müesseseler ile kurduğu ilişki de umutlarımızı artırmaktadır. Ülkemizde lisansüstü çalışma yapan gençlerle yaptığımız çalışmalar da gelecek adına hepimizi umutlandırmaktadır.

 

  1. Soru: Hocam uzun zaman ayırarak her biri kendi içinde çok sayıda soruları barındıran sorumlarımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ediyorum.

Cevap: Bende teşekkür ediyorum. Okuyucularımızın dünyasında faydalı, bereketli bir diyalog olarak kalmasını temenni ediyorum.

[1] İbn Hanbel, V, 411

*Mehmet Görmez, 1959 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesinde doğdu. İlköğrenimini Nizip’te, ortaöğrenimini ise Gaziantep İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı.1983 yılında girdiği Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi‘ni 1987 yılında bitirdi.Aynı yıl Temel İslâm Bilimleri Bölümü Hadis Anabilim Dalında yüksek lisansa başladı.1988’de Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı‘nın tahsis ettiği bursla bir yıl süreyle Kahire Üniversitesi‘nde inceleme ve araştırmalarda bulundu.

1990’da başladığı doktorasını 1995’te Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu adlı teziyle tamamladı. 1995-1997 yılları arasında Kazakistan’daki Ahmet Yesevi Üniversitesi‘nin ilahiyat fakültesinde görev yaptı.[1] Görmez, 1998’de yardımcı doçent, 1999’da ise doçent oldu.2001-2003 yıllarında Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi‘nde dersler verdi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi iken 13 Ağustos 2003’te Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.

2006 yılında profesör unvanı alan Mehmet Görmez, 11 Kasım 2010’da Ali Bardakoğlu‘nun kendi isteğiyle görevinden ayrılmasından sonra Diyanet İşleri Başkanlığına atandı.31 Temmuz 2017 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığından emekliye ayrıldı.

Görmez, emekliliği sonrası kurucusu olduğu İslâm Düşünce Enstitüsü‘nün ve Uluslararası İslâm Düşünce Vakfı‘nın başkanıdır.

SOSYAL MEDYA