1960’larda Batı öğretisinin birey’in iç dünyasında bir anlamı kalmadığı kanaatine varan birçok müzisyen, yazar, şair soluğu Doğu’nun gizemli(!) topraklarında almışlardı. Bu süreç içerisinde Batılı müzisyenler otantik Doğu müziğini keşfederek aynılaşan ve fabrikasyon yığına dönüşüp tekdüzeleşen kendi müziklerini zenginleştirmek için karşılıklı iletişim ağını başlattılar. Hemen ardından bu müzisyenlerin ve grupların orkestrasyonunda, söyleminde, duruşunda ve yer yer şan tekniklerinde Doğu’ya ait müzikal kodların kullanıldığını görürüz. Hatta daha ilginç bir bilgi olması bağlamında buraya not düşmek gerekirse önemli anarşist müzisyen John Cage’in “Batı müziğinin Rönesans’tan sonra yanlış bir dönüş yaptığına ve fazla egosantrik olarak süreç içerisinde etkisini kaybettiğine” (W. Duckworth. Toplum Bilim dergisi. Müzik özel sayısı. Sayı :9 Mart 1999) ilişkin düşüncesinden hareket edersek, zaten daralan ses evreninin bir şekilde genişleyebilmesi için kendisi dışındaki müzikal oluşumlara ve bu arada da özellikle Doğu müziğine ihtiyaç duyduğu ortaya çıkıyor.
Post-modernite tartışmalarının gün yüzüne çıktığı son yüzyıl ortalarından itibaren Batı’nın adeta yeni bir sömürü dalgası yaydığını iddia edebiliriz. O da, Batı dışı kültürel birikimlerin kendisine göre tanımladığı şekli ile periferiden merkeze(!) taşınması ve taşınma yapılırken de Batı’nın bu birikimleri artık önemsediği söylemleri ile desteklenen yeni projedir. İşte bu projenin derinleştiği ve uzantısı olan 1980’lerin ortasında Pakistan’ın geleneksel sûfî müziği Kavvali’nin en büyük üstadı Nusret Fatih Ali Han’ı keşfeder Batılı müzik çevreleri.
Bugünkü Pakistan sınırları içerisinde asıl klasik formuna kavuşan ve bu coğrafyada yaşayan Müslamanların sûfî müzik tavrının ana omurgasını meydana getiren geleneksel Kavvali müziğini icra eden en önemli ailelerden birisinin evladı olarak 1948’de Fayzalabad’da dünyaya gelir Nusret Fatih. Kavvali’de aileler çok önemlidir, çünkü bu müziği kuşaktan kuşağa aktaran, yapısını koruyan ve adeta bir okul misyonu görüp icracıların yetişmesine imkan tanıyan bir işlevselliğe sahiptir aileler. Tıbkı bizim Klasik Müziğimizdeki gibi müzikal bilginin aktarımı meşk, usta-çırak ilişkisi ile mümkündür Kavvali’de de.
Nusret Fatih Ali Han bahsedilen bu meşk halkasına babasının rızası dışında, gizlice uzaktan dinleyerek göreceli bir şekilde dahil olur. Çünkü Pakistan’da itibarlı bir Kavvali üstadı olan babası Ali Han, oğlunun doktor olmasını istemektedir. Ancak O yine, bütün uzak tutmalara rağmen Kavvali şarkıları dinlemeyi, söylemeyi sürdürür ve babasının 1964 yılında vefatından sonra da amcası Mübarek Ali Han’ın grubuna katılır. İşte asıl meşk halkasına eklemlenmesi Nusret Fatih’in bu dönemine denk düşmektedir. Bu meşk’ler sırasında hem geleneksel Hint Müziğini, hem de Kavvali’nin bütün birikimini elde eder. 1971’de de amcasının vefatı ile grubun başına geçer ve bugün Nusret Fatih ismini konuşmamıza sebep olan asıl dönemi açmış olur. Kavvali bütünüyle dînî-tasavvufî içeriğe sahip bir müzik. Performans sırasında icracılar da, dinleyiciler de oturur vaziyeti alırlar. Ritüel bağlamında bizdeki Sema törenleri gibi geleneksel özel kuralları mevcuttur. Kavvali grubu müziğe başladığı zaman dinleyici de yavaş yavaş transa geçer. Zaten müziğin amacının temelde bu olduğunu söyleyebiliriz.

Nusret Fatih Ali Han’ı çağdaşları ve önceki üstadlarından farklı kılan özelliklerin başında, Kavvali müziğini Pakistan sınırlarının dışında tanınan, dinlenen bir müziğe dönüştürmesidir. Kuşkusuz bunda 1985 yılında müzisyen Peter Gabriel ile tanışmasının önemli payı var. Artık Gabriel’in Virgin/Real World Record firması ile çalışmaya başlayan Nusret Fatih buradan birçok albüm çıkarır. Dünyanın farklı mekanlarındaki müzik festivallarinde ve özel konserlerde sahne alır. Martin Scorsesse’in yönettiği “The Last Temptation Of Christ” filmi başta olmak üzere birçok filme sesi ile katkıda bulunur. Başta Caz olmak üzere, doğaçlama niteliği taşıyan icralar ile Kavvali’nin merkezinde barınan icracıya özgürlük alanı bırakan yorum genişliğini birleştirmesi, daha sert bir ritm algısına sahip olan bu müziği kısmen daha yumuşak ritm ile yürüyen bir sese eriştirmesi ve modern müziği tanıdıkça bu müziğin imkanlarından istifade ederek kendisine münhasır apayrı bir yoruma ulaşması bugün Nusret Fatih isminin özgül ağırlığını oluşturan şeylerdir.
Hatta O’na büyük hayranlık duyan müzisyen Jeff Buckley kendisi ile yaptığı bir söyleşisinde Nusret Fatih’e, müziği ile Afro-Amerikan müziği arasında bir bağ olup olmadığını sorar(Jeff Buckly’in İnterview Magazine için yaptığı söyleşi. Ocak 1996). Çünkü Afro-Amerikan müziği ile kimi noktalarda benzerliği yakamıştır Nusret Fatih ve Buckley bunu farketmiştir. Ya da şunu söylemek de mümkün: Nusret Fatih başka kültürlere ait müzikal birikimlerinden gerektiği kadar istifade ederek, elde ettiği müzikal mantığı Kavvali icrası içerisinde değerlendirmiştir. Bütün bu özellikler O’nu kendi otantik sınırlarından sıyrılabilen ve dünyanın her yerinde kendisini dinlettirebilen nadir isimlerden birisi haline getirmiştir.
Bütün bu tartıştığımız şeyler bir müzik hareketine ve özelde Nusret Fatih Ali Han’ın kişisel varoluşuna ilişkin ön belirlenimler. Ancak bu ve benzeri hususlara yaklaşımımızda şöyle bir analizi de göz ardı etmemiz gerekmekte. O da post-modernite tartışmalarının ortaya çıktığı anlardan itibaren Batı’nın, kendisi dışındaki kütlelerin birikimlerini yeniden bizim müdahalemizden uzakta tanımlama ve sınıflama çabası ve bu çabanın sonucunda da vitrine sürdüğü ve ürün haline dönüştürdüğü olgunun içini boşaltması meselesidir. Şimdi son 50 yıldır Batı’nın birçok şehrinde Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın folklorik, mistik, müzikal değerleri etkinlikler, konserler, özel davetler, sergiler vs. ile kültürel hayatın vazgeçilmez projeleri gibi duruyor. Burada şunu düşünmek hakkımız değil mi? Batı bundan daha yüz yıl evvel bize ait bu bahsettiğimiz kültürel ögelerimizi küçük, ilkel, geri, fundamental(!), tehlikeli görmüş ve medeniyet sahibi olabilmemiz için bütün bu kültürel kodları reddetmemiz gerektiğini yerli işbirlikçileri ile dayatmamış mıydı? Şimdi bize yaklaşımında değişen birşeyi gözlemlemek mümkün mü? Bizi bu hususta uyaran isimlerin başında İngiltere’de yaşayan Pakistanlı entelektüel Ziyaüddin Serdar gelmekte. Serdar “Batılı olmayan kültürleri Batılı liberal sekülerleşmenin ve nihilistik tüketimin ateşine atmanın yollarını arayan totaliter bir proje” (Ziyaüddin Serdar. Postmodernizm ve Öteki. Söylem Yay. 2001) olarak tanımlar bunu ve hepimizin yakından tanıdığı Batı merkezli/dayatımlı modernleştirme söyleminin yeni uzantısı şeklinde anlamamızı önerir.
Gerek Nusret Fatih’in çalışmaları ve gerekse buna benzer yapımlar müzik marketlerde “World Music” adı altında tanımlanıyor artık bugün. Tanımı uygun gören her zamanki gibi yine Batı. Oysa bütün bu müzik tür ve akımlarının kendi orijinal isimleri mevcut. Çünkü burada amaçlanan, bu müziklerin kendi kültürlerindeki karşılıkları değil, bütünüyle Batı kapitalizminin uzantısı olan bir algılayış ile sadece nasıl daha kolay pazarlanabilir arayışına vardırılmasıdır. Kavvali özelinde konuşursak, Kavvali’nin icrası zaten başlı başına İslamî bir hüviyet ve kendi paradigması içerisinde bir ibadet türüdür. Ancak ne yazık ki herhangi bir müzik marketten bu tür müziği alıp dinleyen Batılı birey için bunun hiç bir anlamı yoktur. Çünkü burada anlam sunulmamıştır. Metadır sunulan.
1997 yılında kaybettiğimiz Nusret Fatih Ali Han müzik tarihinin gelmiş geçmiş ön önemli sanatçılarından birisiydi. Bir Müslüman olarak yaptıkları ile kuşkusuz gurur duymak, eserlerini, söylediklerini yarına sağlıklı bir şekilde aktarmak gerekli. Batılılar O’nun için “Doğu’nun Pavarottisi” diyor. Bu işte bütünüyle yine Oryantalist merkezli bir okuma. Batı bize bu ötekileştirici aralıktan bakmaktan vazgeçmedikçe, herşeyi yorumlamanın, tanımlamanın merkezi kendisinin olduğunu dayatmaktan uzaklaşmadıkça sağlıklı bir kültürel iletişimden ne yazık ki bahsetmek mümkün olamayacaktır.