Piyasa toplumunda yaşıyoruz. Ne ki bunun ne anlama geldiğini henüz tam manasıyla idrak edebilmiş değiliz. Bunu idrak edebilmek için bir nebze de olsa piyasa toplumunun dışında kalanlara bakmak yeterli olabilir. İçinde yaşadığımız piyasa toplumunda, merak duygusu körelmemiş, bilginin peşinde, düşünmek, anlamak isteyen insanların içinde bulunduğu hâle ve geleceğe dair düşünceleri genellikle kötümserdir. Piyasa toplumunda insan merak ettikçe aptal, bilgilenmek istedikçe saf, düşünmek istedikçe de kendini yabancı gibi hisseder. Ya da içinde bulunduğu toplum tarafından kendisine böyle hissettirilir. Gittikçe kendisini İbn Bacce’nin Tedbiru’l-Mütevahhid’de anlattığı ayrık otu gibi hissetmeye başlar. Toplumun normatif akışına uymayan birey, sistem tarafından görünmez kılınır, yalnızlığa mahkûm edilir.
Piyasa toplumunda yaşadığımız gerçeğini yüzümüze vuran en net hadiselerden biri, merak, bilgi ve düşüncenin adı konulmamış, yasalarda geçmeyen kurallar tarafından cezalandırılmasıdır. Bu cezalandırmayı bizatihi içinde yaşadığımız toplum yapmaktadır. Peki, piyasa toplumunda merak, bilgi ve düşünce nasıl cezalandırılır? Burada Gramsci’nin hegemonya kavramına müracaat edeceğim. Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde sarahatle izah ettiği üzere, egemen sınıflar, salt zor aygıtlarıyla (devlet, ordu, polis) değil, aynı zamanda rıza üretimi yoluyla toplumsal hâkimiyetlerini sürdürürler. Bu rıza, kültür, eğitim, din, medya ve gündelik hayat pratikleri aracılığıyla inşa edilir. İşte bu kültürel ve ideolojik tahakküm biçimine hegemonya adı verilir. Hegemonyada yasaklar konulmaz, sadece istenmeyen unsur seçenekler arasından çıkarılır. Hangi seçeneğin nasıl seçileceğine dair arzuların harekete geçirilmesidir. Buna göre kapitalizm, yalnızca ekonomik bir sömürü sistemi değil, aynı zamanda insanların zihinlerini, değerlerini ve arzularını şekillendiren bir dünya görüşüdür.
Piyasa toplumu, merak, bilgi ve düşünceyi nasıl cezalandırır? Öncelikle bu ceza bir mahkeme huzurunda iddialar ve savunmalar yapıldıktan sonra açıklanan bir kararla olmaz. Görünürde ortada ne yasa, ne mahkeme, ne iddialar ne de savunma vardır. Ama yaşanan gerçeklik ve uygulanan hegemonya mahkemeden de beterdir. Piyasa toplumunda merak, bilgi ve düşüncenin peşindeyseniz size peşin peşin kaybetmiş gözüyle bakılır. Yaptıklarınıza bırakın iltifat etmeyi, saygı bile duymazlar. Sadece acırlar. Herkesin pragmatist ve oportünist olduğu bir yerde siz baştan kaybetmeyi seçmişinizdir. Çünkü bu toplumda her şey ya alınır ya satılır. Alınması ve satılması için de ölçülmesi gerekir. Merak, bilgi ve düşünce ise ne alınır ne de satılır. Piyasa toplumunun kriterlerine göre ölçülemez de. O hâlde işe yaramazdır. Buna göre piyasa toplumu, bireylere merakın “işe yaramaz bir lüks”, bilginin, eğer doğrudan piyasada satılamıyorsa “boş uğraş”, düşüncenin, piyasanın mantığını sorguluyorsa “tehlikeli” bir durum olduğunu fısıldar. Sonuçta, merak edenler, bilgilenmek isteyenler ve düşünenler, toplumun hegemonik yargısı tarafından sessizce ama etkili biçimde cezalandırılır.
Bir kenarda sessizce kitabını okuyan, düşünen, notlar alan, merak ve heyecan sahibi, gerçekten bilmek isteyen, her biten kitabın diğer bir kitaba başlangıç olduğunu fark eden insanlara, o “güzel insanlara” yok muamelesi yapmak bir cezalandırma biçimidir. Gerçekten öğrenmek isteyenler, merak edenler ve düşünenler değil, sadece dersi geçmek isteyenler ödüllendirilir. Konunun ya meselenin bizatihi kendisine değil, yüksek not almaya odaklananlar ödüllendirilir. Bir üniversiteye akademisyen alınırken adayın merak, bilgi ve düşünme yeteneğine değil, sadece puanlarına bakılır. Puanına bakılmadığı durumlarda ise bağlantıları dikkate alınır. Bir akademisyen adayının yazdıklarının kalitesine ve derinliğine, verilen emeğin büyüklüğüne ve yaptığı işin önemine bilgi ve düşünme yeteneğine genellikle bakılmaz. Peter Fleming Karanlık Akademi Üniversiteler Nasıl Ölür kitabında “üniversitelerin işletmelere dönüştürüme sürecinin toplumun neoliberalleşmesiyle paralellik içinde” (s. 37) olduğunu belirtir. Neoliberalleşen toplumda bilgi erdem değil, alınıp satılan bir metadır. İşte bu durum bir cezalandırma biçimidir. Sadece yayın sayısı ve puanları değerlendirme sürecine dâhil edilir. Öğrenciler konunun kendisine değil, notlara odaklandığında ödüllendirilir. Akademisyenler derinlik ve özgünlükle değil, yayın sayısı ile değerlendirilir. Üniversiteler, bilgi üretim merkezleri değil, puan ve veri üreten fabrikalar gibi çalışır. (Pek çok örnek kitap arasında mesela Gerald Raunig’in Bilgi Fabrikaları – Yaratıcılık Endüstrileri kitabına bakın isterseniz) İşte bunların her biri birer cezalandırma biçimidir. İşin daha da vahimi, sistem de bunun üzerine kuruludur. Sistem sadece verilere bakar ve yukarıdan aşağıya otomatik olarak sıralama yapar.
Piyasa toplumunda her işin bir bedeli yani ücreti vardır. Mesela pek çok sivil toplumda, dernek ya da vakıfta temizlik işlerini yapanlardan kurum yöneticisine kadar herkesin bir işi ve bir ücreti vardır. Piyasa toplumunda herkes aldığı ücret kadardır. Aldığı ücrete göre muamele görür. Kazancına göre toplumsal statüsü vardır. Bunun tek bir istisnası vardır. Bilgi. Bilginin bir ücreti yoktur. Çünkü o bir “iş” değildir. Yıllarca okumuş bir insandan bir konferans talep ederler, bir dergiye yazı yazmasını isterler. Ama karşılığında çoğu zaman hiçbir şey vermezler. Hem de herkesin kazancına göre sınıflandırıldığı bir toplumda. İnsanın parası kadar adam sayıldığı bir ortamda. İşte bu da bir cezalandırma biçimidir. Toplumda pek çok şey gönüllü olarak yapılsa, “teşekkür ederim”, “Allah razı olsun” söylemleriyle diğer işler de görülse bu aslında çok da sorun olmaz. Ama bir toplumda sadece bir konuda, yani bildiklerini paylaşma, bir dergiye yazı yazma salt “teşekkürle” yapılıyorsa işte bu bir cezalandırma biçimidir.
Kültür ve sanat, eğitim ve akademi işleriyle hayatını sürdürmeye çalışan hemen her kesimin başına gelecekler bellidir. Dergi çıkarması, dergiye yazı göndermesi, kitap yazması ya da yayıncılık faaliyetleriyle uğraşması gibi bütün aşamalar tahammülü zor şartlar altında icra edilmeye çalışılır. Mesela bir kitap yazarsınız, bir yayınevine gönderirsiniz, piyasa toplumunun yayınevi bu kitabı kimlerin satın alabileceğini hesaplar. Piyasa toplumunda satmayacak kitaplara telif vermek şöyle dursun yazardan kitap basım ücreti istenir. İşte bu da bir cezalandırma biçimidir. Vatandaş, sınava hazırlanan oğluna özel ders için saatlik astronomik ücretler verir ama sizin anlattıklarınıza dilinden sadece bir zoraki “teşekkür” çıkar. Çünkü çocuğuna verilen özel dersin piyasa toplumunda bir “karşılığı” vardır. Ama sizin anlattığınızın piyasa toplumunda bir karşılığı yoktur. Bu yüzden bir bedeli de yoktur. İşte bu da bir cezalandırma biçimidir. Konuşma yapan veya yazı yazan kişi de hayatındaki işleri teşekkürle halletse bu elbette bir sorun olmazdı. Ama hayatında teşekkürle halledebileceği hiçbir şey yoksa kendisine yapılan bu muamele bir cezalandırmadır. Byung-Chul Han’ın Şeffaflık Toplumu’nda vurguladığı gibi, piyasa toplumu görünürde “teşekkür” ve “takdir” doludur; fakat bu sahte pozitiflik, hakiki değersizleştirmenin üstünü örten bir maskeden ibarettir.
Merak, bilgi ve düşünmenin önemli yollarından birisi kitaplardır. Ciddi okurların ciddi kütüphaneleri olur. Ama bütün işkence de bu aşamada başlar. Kitapların fiyatı bir derttir, piyasa toplumunun kaosu içinde bu kitapları sadece merak, bilgi ve düşünce için okumak ve anlamak bir derttir, bu kitaplarla bir evde yaşamak ise bambaşka bir derttir. Ne kitapları almak için bir destek bulabilirsiniz, ne okumak için huzurlu bir zamana sahip olabilirsiniz, ne de onlarla birlikte yaşayabilecek genişlikte bir eve sahip olabilirsiniz. Her aşamada ayrı ayrı cezalandırılırsınız. Sanki bütün bir toplum sizin okumamanız için organize olmuş, kitaplarla bağınızı koparmaya ant içmiş, aralarında gizli bir anlaşma yapmış gibi her aşamada okuduklarınızı hatta okuyacaklarını ağzınızdan ve burnunuzdan getirir.
Piyasa toplumunda bireyin eğitimde geçen süresi artar ama merakı azalır. Birey sınavlara hazırlık için binlerce test çözer ama düşünme kapasitesi gittikçe azalır. Her konuda malumat sahibi olur, pek çok enformasyona maruz kalır ama herhangi bir konuda derinlemesine bilgi sahibi olamaz. Yarış, hız ve rekabet semptomlarını gösteren piyasa toplumunda gerçekten merakın, bilginin ve düşünmenin peşine takılsa sınavlardan düşük not alır, herkesten geride kalır, hayatı heba olur. Bir fabrikaya dönüşen beyni, her türden malumatı bir an evvel çıktıya, ürüne veya görünür sonuca dönüştürme baskısı altındadır. Zira sürekli bir zaman tehdidi altındadır. Hiçbir şeye yetişemez. Byung Chul-Han’ın Zamanın Kokusu Bulunma Sanatı Hakkında Felsefi Bir Deneme kitabında da bahsettiği üzere “Sahih bir varolan her zaman zamana sahip olur. Zaman, Benlik olduğu için her zaman zamana sahip olur. Kendini kaybetmediği için zaman kaybetmez. Gayrisahih olarak varolanlar, sürekli zaman kaybederler ve hiçbir zaman yeterli zamana ‘sahip’ olamazlar.” (s. 75)
Piyasa toplumunun pragmatist bireyleri her fırsatta ülkenin eğitim, kültür, düşünce seviyesinin geriliğinden şikâyet ettiklerinde, şikâyet ettikleri şeyin bizzat failleri olduğunu da bilmezler. Davranış psikolojisinde bir ilke vardır. Bir davranışın yerleşebilmesi, tekrar edilebilirliği ve sürekliliği o davranışın pekiştirilmesine bağlıdır. Pekiştirilmeyen davranışlar sönerler. Şimdi samimi olarak soralım, bu toplumda hangi davranışlar pekiştiriliyor, hangi davranışlar sönmeye maruz bırakılıyor? Bu toplumda gerçekten merak, bilgi ve düşünce pekiştirilen bir şey mi, yoksa cezalandırılan bir şey mi? Bu toplumsa yaptıklarınız sadece ekonomiye tercüme edilebiliyorsa anlamlıdır. Ekonomiye tercüme edilemeyen şey koca bir “hiçtir.” Piyasa toplumu, pragmatizm, rekabetçilik, kısa vadeli kazanç ve “verimlilik” davranışlarını ödüllendirir. Merak, bilgi ve düşünce ise sistematik olarak cezalandırılır, görmezden gelinir, “boşa zaman harcama” diye küçümsenir. Piyasa toplumunda sadece piyasa toplumunun “işine yarayacak” merak, bilgi ve düşünceye izin verilir. Tabii bunlara da gerçekten merak, bilgi ve düşünce denilebilirse…
Bir toplumda merak, bilgi ve düşüncenin gelişmesi için yasalara, yönetmenliklere gerek yoktur. Toplum kendi içinde değişip bu işlere bakışını değiştirdiğinde her şey bambaşka hâle gelir. Her şeyin sıradanlaştığı, alınıp satıldığı, mekanikleştiği bir dünyada merak, olağan dünyayı sorgulayan bir hayrete dönüştüğü için kıymetlidir. Hayret, dünyanın verili düzenini doğal kabul etmeyi reddeder; farklı olanı düşünmeye davet eder. Bu nedenle merak, yalnızca bireysel bir yetenek değil, toplumsal hayatın dönüştürücü enerjisidir. Malumatın enformasyon bombardımanına dönüştüğü bir çağda bilgi, eşyanın hakikatini göstermesine imkân tanıdığı için bizatihi değerlidir. Heidegger’in Düşünmek Ne Demektir kitabında uyardığı gibi, enformasyon “her şeyi bildirir, ama hiçbir şeyi düşündürmez.” Gerçek bilgi ise, eşyanın hakikatini açığa çıkarma kudretini taşır. Byung-Chul Han’ın Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü’ndeki ifadesiyle, “veri” sessizlikten koparıldığında sadece gürültüye dönüşür; oysa hakiki bilgi, anlamı sükûnetle birlikte taşır. Düşünce, bilgi ve merakı, idrakin, ihatanın, tevhidin ufkunda mezcettiği için kendinde önemlidir. Günümüzde dijital kapitalizmin algoritmik yönlendirmeleri, dikkat ekonomisi ve veri sömürüsü, merak, bilgi ve düşünceyi görünmez biçimlerde baskılar. Algoritmalar, merakı belirli sınırlar içinde yönlendirir; bilgi, veri akışına indirgenir; düşünce, hız ve performans ölçütleriyle cezalandırılır. (s. 51) Bu nedenle bugün, merak eden, hakikati arayan ve derin düşünceye direnen kişi, bir bakıma toplumsal statükoya meydan okuyan “ayrık otuna” dönüşür.
Merak, bilgi ve düşünce ancak toplumsal ethos içinde değer bulduklarında özgürleşebilirler. Yasalar, düzenlemeler ya da politikalar değil, toplumun bu değerlere bakışı belirleyici olandır. Bir toplum, merakı hayretin kaynağı, bilgiyi hakikatin kapısı, düşünceyi ufuk açıcı bir meşale olarak gördüğünde, yalnızca bireyler değil, bütün bir toplum olarak yükselir. Şimdi içinde yaşadığımız toplumu göz önünde bulundurarak iki soru sorup cevabını düşünelim. Bu toplumda sadece okuyarak, yazarak ve düşüncelerini anlatarak geçinmek mümkün müdür? Yani düşünsel emeğin kendisini bir geçim kaynağına dönüştüren, resmî görev ya da bürokratik bir pozisyon dışında, yalnızca merak, bilgi ve düşünceyle hayatını sürdürebilen kaç isim gösterebiliriz? Resmî görevleri dışında sadece sivil bir vatandaş olarak bu faaliyetleri yapmak suretiyle geçimini temin eden herhangi bir örnek gösterebilir misiniz? Ya da yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde sözü edilen durum için kaç tane isim sayabilirsiniz? Buna mukabil, bu toplumda herhangi bir anlam ve değer üretmeyen, devlete, millete katkısı olmamakla birlikte medya, magazin, futbol ya da sosyal şöhretin etkisiyle zenginleşmiş kaç örnek sayabiliriz? Burada listenin uzadıkça uzayacağı herkesin malumudur; sporcular, popüler şarkıcılar, televizyon yüzleri, sosyal medya fenomenleri, influencerlar, hatta hiçbir vasfı olmadığı hâlde “tanınmış” olduğu için geçinen insanlar… İçinde yaşadığımız piyasa toplumunda “değer üretmek” ile “değer görmek” arasındaki bağ tamamen kopmuştur. Hatta çoğu zaman, anlam üretmek yerine anlamı tüketmek kişiye daha fazla kazanç sağlamaktadır. Yasalara gerek yoktur, piyasa toplumu kendi hegemonyasını her alanda ödül ve ceza olarak göstermektedir.
Genç arkadaşlar piyasa toplumunda merak eden, bilgiyi arayan ve düşünmek isteyen insanların hâlini gördükçe bu duruma “düşmemek” için vaziyet almaya başlarlar. Toplumun yegâne değer ölçüsünün para olduğunu iliklerine kadar hissettikleri bir ortamda merak, bilgi ve düşünmenin kazandıran bir duruş değil bilakis kaybettiren bir iş olduğunu gördükçe, toplumda değer görmek yerine önem kazanmanın yollarını bulmaya çalışır. Merak, bilgi ve düşünce yönündeki telkinlere boş boş bakarlar. Piyasa toplumunda genç arkadaşları merak, bilgi ve düşünceye “özendirecek”, “teşvik edecek” herhangi bir emare yoktur. Zira piyasa toplumu merak, bilgi ve düşünceyi hegemonik bir şekilde cezalandırır. Piyasa toplumu, gerçek bilgeliğin peşinde koşan gençlere yok muamelesi yapar, onları görmezden gelir, her hâliyle değersiz hissettirir. Byung-Chul Han’ın Psikopolitika Neo-Liberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri kitabında tespit ettiği gibi, piyasa toplumunda performans ve görünürlük baskısı, değer üretmenin değil, görünür olmanın ödüllendirildiği bir düzen yaratır. Gençler bu düzeni sezdiğinde, bilgi ve düşünceye yönelmek yerine, “görünürlük” ve “algılanan değer” üretmeye odaklanır. Bu durum, piyasa toplumunun hem kültürel hem ideolojik işleyişinin doğrudan bir sonucu olarak, merak, bilgi ve düşünceyi sistematik olarak değersizleştirir.
Gençlere yönelik toplum tarafından yapılan yakınmalar ve şikâyetlerin de bu anlamda hiçbir anlamı yoktur. Zira piyasa toplumunda tam da teşvik edilen, özendirilen ve ödüllendiren davranışlar ve karakterler ortaya çıkmaktadır. Kendilerine “sözde” tepki gösterilen, eleştirilen gençler tam da bu toplumun eseridir. Yapısal olarak bencil, sosyal olarak dağınık ve politik olarak güçsüz genç bireyler, toplumun önlerine koyduğu ölçülere göre hareket etmekte, erdemi, bilgeliği, merakı ve hayreti değil, fırsatçılığı, kolaycılığı, çıkarı ve kazancı öncelemektedir. Genç arkadaş bu toplumda idealist olduğunda başına neyin geleceğini çok iyi bilmektedir. Bu anlamda genç arkadaşların çoğu ilginç bir şekilde piyasa toplumunun hegemonik normlarıyla son derece uyumlu, uysal ve itaatkâr hareket etmektedir. İlginçtir diyorum, zira tarihin her döneminde gençler, toplumun normlarıyla sorunlar yaşamış, toplumun kendilerine dayattığı normlara itiraz ve isyan etmişlerdir.
Belki de ilk kez içinde yaşadığı toplumsal normları bu kadar kabullenmiş bir gençlik ile karşı karşıyayız. Daha önce böyle bir genç kuşak olmamıştı. Piyasa toplumunun bir “başarısından” söz edeceksek, bu uyum ve rızanın tarihsel olarak benzeri görülmemiş düzeyde genç kuşak tarafından içselleştirilmiş olmasıdır. Ancak bu durum, bireysel merak, düşünce ve eleştirel bilincin görünmez kılınmasını da beraberinde getirir; yani piyasa toplumunun hegemonik normları, gençleri sistemin işleyişine entegre ederken, yaratıcı ve eleştirel kapasitenin gelişimini öldürür. Can yakıcı sorumuzu soralım o hâlde; gerçekten merak eden, bilgiyi arayan ve düşünen bir toplum istiyor muyuz? Yoksa piyasa toplumunun görünmez cezalarına rıza göstererek, kendi mana, anlam ve değer ufkumuzu daraltmaya ve karartmaya devam mı edeceğiz?