Paranın Satın Alamayacağı Şeyler Azalıyor mu?

Bugün bir ülkenin gelişmişliğini, yalnızca kişi başına düşen gelirle, ihracat rakamlarıyla ya da bilişim altyapısıyla ölçmek, yanıltıcıdır. Asıl ölçüt, o ülkede paranın satın alamayacağı şeylerin oranı olmalıdır. Adaletin, merhametin, sadakatin, bilginin ve inancın ekonomik değeriyle değil, kendi başına taşıdığı anlamla kıymetli sayıldığı toplumlar, insanî bir gelecek inşa edebilirler.
Ağustos 3, 2025
image_print

Dünya genelinde, coğrafya, ırk, din, bölge, dil, kültür, düşünce farklılıklarına bakmaksızın, git gide, derece derece artan can yakıcı bir olgu var. Dünyayı saran bütün sorunların altında da, özünde de aslında bu sorun yatıyor. Günümüzde şikâyet ettiğimiz farklı durumların altında da aynı sebep yatıyor. Tabiatın bozulmasının, insanın anlamını kaybetmesinin, toplumsal ahlakın kaybolmasının, değerlerin değersizleşmesinin altında da yine aynı sebep yatıyor. Kentleşmenin, çirkin mimarinin, bozuk yolların, liyakatsizliğin, ehliyetsizliğin, torpilin, adaletsizliğin altında da hep aynı neden yatıyor. Gençlerin hayattan beklentileri, yeni teknolojilere adaptasyon süreci, demokratikleşme sancıları, kuşaklar arası kopukluklar gibi durumların altında da aslında sadece tek bir sebep var. Sadece yüzeydeki sebeplere odaklanıp asıl sebebi göremiyoruz. Yüzey üzerinde resimlerin çokluğunun altındaki asıl nedeni bir türlü göremiyoruz. Ben burada sadece ülkemiz açısından değil, dünyanın içine düştüğü derin bunalım, anlamsızlığın çarpık durumun altında sadece tek bir sebep görüyorum. Diğer bütün sebepler bu sebebin sadece değişik semptomlarından ibaret. İşte gördüğüm asıl sebep: Paranın satın alamayacağı şeyler her geçen gün azalmaktadır. Tersinden söyleyecek olursak paranın satın alabileceği şeyler her geçen gün artmaktadır. Bu dünyamız için bütün felaket ve afetlerden daha büyük bir afettir. Hiçbir deprem bundan daha sarsıcı, hiçbir yangın bundan daha can yakıcı, hiçbir hastalık bundan daha öldürücü olamaz. Bataklığın üzerindeki sineklerle uğraşmaktan bataklığın kendisiyle mücadele etmeye bir türlü sıra gelmiyor. Bataklıktaki sineklerle uğraştığımızdan ne kadar sineği kovmaya çalışsak bir o kadar tekrar geliyor. Çünkü bataklık ortada duruyor. İçine düştüğümüz, düşmeye devam ettiğimiz, sadece düşüş hızının bölgeden bölgeye değiştiği bataklığın adı, parayla satın alınamayacak şeylerin azalmasıdır.

Dikkat ederseniz klasik Marsist tezlere, alt yapı üst yapı polemiklerine gereğinden fazla anlam yükleyip her şeyin asıl nedeninin ekonomi olduğunu söylemiyorum. Arabesk duygulara boğun eğip menfaat dünyası jargonuna da sığınmıyorum. Kahrolsun para sloganının ucuzluğunda da gölgelenmiyorum. Zira biliyorum ki ekonomi de para da bu hayatın gerçeklerinden biri. Tarih boyunca da hep böyle oldu zaten. Ancak şimdilerde (belki sanayi kapitalizminin ortaya çıktığı andan itibaren, belki de Karl Polanyi’nin büyük dönüşüm adını verdiği olaydan sonra) bambaşka bir durumla karşı karşıyız. Büyük felakete doğru adım adım gidiyor, Nietzsche’nin dediği gibi çölü alabildiğine büyütüyoruz. Dünyanın büyük yok oluşa doğru adım adım gittiğinin bir parametresi, bir ölçeği olsaydı bu paranın satın alamayacağı şeylerin azalması olurdu. Kanaatimce bundan daha önemli bir parametre de yoktur. Bundan daha net bir ölçek de yoktur. Dünyanın herhangi bir ülkesinin adalet ve ahlak seviyesini ölçmek istiyorsanız, tek bir ölçüye bakmanız yeterli. O ülkede parayla satın alınamayacak şeylerin oranı ne? Parayla satın alınacak şeylerin oranı ne? Parayla satın alınamayacak şeyler azalıyor mu yoksa artıyor mu? Dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan veya geri kalmış bölgeleri arasında sadece bu ölçeğe bakarak bir tanımla yapabilirsiniz.  Hatta dünyadaki tek parametre bile sadece bu olmalıdır. Bekli de dünyadaki bütün modernleşme hikâyelerinin altında da bu vardır. Modernleşen ülkelere bu gözle baktığınızda göreceğiniz şey, modernleşmenin artışı ile paranın satın alamayacağı şeylerin azalması arasındaki ilişki olacaktır. Diğer bütün göstergeler bu ilişkinin yanında teferruattan ibarettir.

Paranın satın alamayacağı şeyler azaldıkça yaşam bir bütün halinde sadece ekonomiye tercüme edilmeye başlanmıştır. Ekonomiye tercüme edilemeyen her şey ise anlamsız ve değersiz, önemsiz ve gereksiz görülmeye başlanmıştır. Artık tek gerçeklik ekonomiye tercüme edilebilirlik gerçekliğidir. En mukaddes değerler, toplumsal ahlak, bireysel çabalar, dindarlık, bilimsel uğraşılar, sanatsal aktiviteler bile ekonomiye yani paraya tercüme edilebildiği oranda anlamlı ve değerlidir. (Cahit Koytak, “Shopping Fest ya da Alışveriş Cenneti” adlı şiiri tam da bunun için yazmıştır.) Pierre Bourdieu boşu boşuna, ekonomik sermayenin yanına kültürel sermaye, sosyal sermaye ve simgesel sermayeyi eklemedi. Aslında Bourdieu’nun sermayelerinde bir tek sermaye vardır: Ekonomik sermaye. Diğer sermayeler, ekonomik sermayeye tercüme edildiği oranda anlam ve değer taşır. Dahası günümüz parametrelerinde artık her durum, olgu, olay, oluşum ve davranış ekonomiye tercüme edilebildiği oranında anlamlı ve değerlidir. Eğitim de ekonomiye tercüme edilebilirliği oranında rağbet görmekte ve ekonomiye tercüme edilebilirliği oranında talep ve tercih edilmektedir. Anlamakta zorlanıyorsanız (bence kesinlikle bal gibi anlıyorsunuz) sıcağı sıcağına size bir örnek. Ülkemizde milyonlarca öğrenci üniversiteye giriş sınavına girdi. Puanları açıklandı. Şimdi ülkenin dört bir yanındaki gençler harıl harıl tercih yapmakla uğraşıyorlar. Yakında tercihlerini gönderecekler ve sonuçlar açıklanacak.  Yerleştirme sonuçları açıklandığında her yıl hiç istisnasız tekrarlanan durum, bu yılda hiç şüpheniz olmasın tekrarlanacak. Fakülte ve bölümlerin puan sıralaması mezun olduğunuzda ne kadar kazanacağınıza bağlı olarak yukarıdan aşağıya sıralanacak. Mezun olduğunuzda en çok para kazandıran bölüm en yüksek puana sahip olacak. Mezun olduğunuzda en az para kazanacağınız ya da hiç kazanamayacağınız bölümler ise en düşük puana sahip olan bölümler olacak. Görünüşte bu sınavın adı üniversiteye giriş sınavı, soruları alanında uzman kişiler hazırlıyor. Sorular adayın akademik seviyesini ölçmeye yönelik sorular. Amaç ise para kazanmak. Türkiye’de öteden beri bir eğitim sorunundan bahsedilir. Hâlbuki bu sorun tamamen sahte bir sorundur. En başta isimlendirmesi sahtedir. Ortada eğitim sorunu filan yok aslında. Eğitimden para kazanamamak sorunu var. Eğitime insanlar belli bir yatırım yapıyorlar. Karşılıklarını alanlarda sorun yok, yaptığı yatırımın karşılığını alamayanlarda sorun var. Vatandaş eğitime belli oranda yatırım yapmış, ancak sonuç itibariyle yaptığı yatırımın karşılığını alamadığı için isyanlarda. Ekonomik düzlemde bakıldığında son derece haklı bir isyan bu. Zira verdiğimi alamadım isyanı bu. Ama bu sorunun adı eğitim sorunu değil ki. Ekonomi sorunu. Vatandaşın eğitimin kalitesiyle ilgili, üniversitenin akademik seviyesi veya hocalarının akademik yeterliliğiyle ilgili bir sorunu yok. Sorun sadece yatırımın karşılığını alamamakla ilgili. Bu sorunun adı eğitim sorunu olamaz. Bu sorunun adı düpedüz ekonomi sorunudur. Öğrenciler hangi bölümün kendi kişiliğine, mizacına, ilgisine ve sevgisine uygun olup olmadığına değil sadece hangi bölümün ne kadar para getireceğine bakmakta, tercihlerini ona göre yapmaktadır. (Sosyal bilimci arkadaşlar burada anlatılan durumu yapılan “akademik” çalışmalarda görebilecekleri gibi, yapılacak “bilimsel” çalışmalarla da pek ala doğrulayabilirler.)

Dünyada makro ölçekte de mikro ölçekte de “parayı veren düdüğü çalıyor.” Makro ölçekte dünyanın para baronlarını, en zengin beş veya yedi ailesini söylemek marifet değil. Sır da değil. Kendi ülkemizde asıl karar vericilerin ülkenin en zengin holding veya şirketlerin veya en zenginler listesindeki kişiler olduğunu söylemenin de artık bir anlamı bile yok. Bunlar hepimizin malumu. Ben biraz daha mikro ölçekteki durumlardan ve birbirimizle ilişkilerimize gizliden veya açıktan sinmiş bazı durumlardan söz edeceğim. Zira mikro ölçekteki değişimler bence makro ölçektekinden hem daha can yakıcı hem de daha görünmez dolayısıyla daha sinsi değişimler olduğunu düşünüyorum. Para artık kişisel ilişkilerimizin mahiyetini de muhtevasını da belirliyor. Sadece bunu her durumda yeterinde itiraf etmekte şimdilik zorlanıyoruz. Evlenmek isteyen kadının çalışıp çalışmadığı meselesi bundan otuz kırk yıl öncesine kıyaslanamayacak derecede önemli bir kriter haline gelmiş durumda. Dahası her şeyin müsebbibi hiçbir şeyin faili olmayan siyasetin cevhersiz arazı (Sühely Öğüt’ün Kaynananın Ontolojisi kitabına selam olsun) kaynanaların gözünde çalışıp para kazanan gelin, çalışmayan gelinden daha makbul hale gelmiştir. Üstelik bunu yapan kaynanaların büyük çoğunluğu hayatında ücretli bir işte hiç çalışmamış olanlardır. Kadının emeğinin mahiyetini ve muhtevasını da belirleyen ekonomiye tercüme edilebilirlik oranıdır. Kadın emeği ekonomiye tercüme edilebiliyorsa anlamlı, ekonomiye tercüme edilemiyorsa anlamsızdır. Böyle olmasa emeğini ekonomiye tercüme edemeyen kadına evde oturan “ev hanımı” muamelesi, ekonomiye tercüme edene de “çalışan” kadın denilmezdi. Aynı şekilde en çıkarsız, samimi aile ilişkileri bile ekonomiye tercüme edilebilmektedir. Bir baba evlatları arasında ekonomik durumunun iyiliğine göre hiyerarşi oluşturmakta, ekonomik durumu iyi olan evladına yaptığı muameleyi ve gösterdiği sevgiyi ekonomik durumu ondan aşağıda olan evladına göstermemektedir. (Sosyal bilimci arkadaşlar burada anlatılan durumu yapılan “akademik” çalışmalarda görebilecekleri gibi, yapılacak “bilimsel” çalışmalarla da pek ala doğrulayabilirler.)

Sağlık meselesi de aslında bir para sorunu. Parayla satın alınamayacak şeylerin azalması meselesinin en temel göstergelerinden birisi sağlık hizmetlerinde görülüyor. Sağlıkta şiddet gibi sorunların altında bile para yatıyor. Öyle olmasa sağlıkta şiddet sorunun çok büyük bir kısmı özel hastanelerde değil de devlet hastanelerinde çıkar mıydı? Bugün insanlar hastalıktan değil parasızlıktan çok daha fazla korkar halde. Zira biliyorlar ki hastalığın çaresi var ama parasızlığın çaresi yok. Parasızlık kanserden bile daha fazla korkulur bir olgu. Zira yeterinde paranız varsa kansere çare bulma ihtimaliniz var ama paranız olmazsa en önemsiz hastalıktan bile ölme tehlikeniz var. Hatta dünya sağlık sektöründe, sağlıkla ilgili yapılan araştırma ve incelemelerin büyük bir kısmı ekonomik durumu üst gelir grubuna ait olan kişilerin sağlıklarıyla ilgilidir. Dünyanın büyük bir kısmını ilgilendiren insanların hastalıklarıyla ilgili araştırma ve inceleme çok sınırlıdır. Zira sağlık sektörü de hangi hastalık ekonomiye ne kadar tercih edilebilir sorusu etrafında çalışmalarını yapmakta, ekonomiye tercüme edilemeyecek hasta ve hastalıklarla ilgilenmemektedir. (Sosyal bilimci arkadaşlar burada anlatılan durumu yapılan “akademik” çalışmalarda görebilecekleri gibi, yapılacak “bilimsel” çalışmalarla da pek ala doğrulayabilirler.)

Paranın etki gücünün her geçen gün artmasının dini hayatımız ve dindarlığımız üzerinde bile o derece büyük bir etkisi oldu ki, bugün insanlar çok kazanmasını, işlerinin yolunda gitmesini ve zenginliğinin artmasını Allah’ın sevgili ve makbul kulu olmasına bağlamaktadır. Aynı şekilde bir türlü işleri yolunda gitmeyen, yeterince veya gönlünce kazanamayan, bir türlü zenginleşemeyen insanlar da bu durumu yaratıcının kendisini sevmediğine, ibadetlerinin kabul olmamasına bağlayabilmektedir. Hatta insanların çoğu başarılı (burada başarılı çokça para kazanan insan anlamına geliyor) insanların Allah’ın sevgili kulları, başarısız insanları da Allah’ın belasını verdiği, belki de cezalandırdığı kulları olarak görmektedir. (Sosyal bilimci arkadaşlar burada da anlatılan durumu yapılan “akademik” çalışmalarda görebilecekleri gibi, yapılacak “bilimsel” çalışmalarla da pek ala doğrulayabilirler.) Görünen o ki para Allah’la ilişkimizin mahiyetini ve muhtevasını bile belirleyebilecek hale gelmiştir. Anlayacağınız vahim olan vukuu bulmuştur.  Dindarlık söz konusu olduğu bile insanlar, hangi dindarlık biçiminin, dinin hangi yorumunun ekonomiye ne oranda tercüme edilebilirliği üzerinden dindarlık biçimini ve din yorumunu belirlemektedir. Hatta bugünün dindar insanlarının pek çoğu, dini cemaat ve cemiyetlerde birini tercih ederken hangi cemaat veya cemiyetin kendilerine ne kadar kazandıracağını göz önünde bulundurarak seçimlerini yapmaktadır. Ekonomik açıdan kendisine getirisi olmayan dinsel oluşumlarının kalitesine, samimiyetine, çabasına ve istikametine bakmadan göz ardı edebilmektedir.

Pierre Bourdieu’nun ekonomik sermayenin yanına kültürel sermaye, sosyal sermaye ve simgesel sermayeyi eklediğinden söz etmiştim. Aslında Bourdieu’nun sermayelerinde bir tek sermaye vardır: Ekonomik sermaye. Diğer sermayeler, ekonomik sermayeye tercüme edildiği oranda anlam ve değer taşır diye de eklemiştim. Kantçı anlamda elbette tikel olaylardan tümel bir ahlaki ilke çıkarılamayacağını göz önünde bulundurarak bazı deneyimlerimden bahsetmek isterim. Yaşadığım pek çok durumda insanların sosyal sermayelerini, kültürel sermayelerini, simgesel sermayelerini ekonomik sermayeye dönüştürmek maksadıyla araç olarak kullandıklarına bizzat şahit oldum. Mesela kiralık ev ararken yolumuz dünyanın en garip sektörlerinden birisi olan emlakçılara düşmektedir. Emlakçılık sektörü bilenlerin tahmin edebileceği gibi emlakçılık aslında sosyal sermayenin ekonomik sermayeye tahvil edilmesinden ibarettir. Benim şahit olduğum durumlarda ise emlakçıların ekonomik sermaye dışındaki bütün sermayeleri ekonomik sermayeye çevirmek için araç olarak çok rahat kullanmasıydı. Bir emlakçı hem bir partinin il başkan yardımcısı veya parti teşkilatında önemli bir mevki de, hem dini bir dernek veya vakıf yönetiminin içinde, hem de bir hemşeri derneğinin yönetiminde. İçinde olduğu her oluşum onun sermayesi. Sadece bütün sermayeler tek bir sermayenin hizmetine araç olarak kullanılıyor: Ekonomik sermaye. Söz konusu kişi, “ölü evinin ağlayanı, düğün evinin oynayanı” gibi her girdiği ortamda rolünü ekonomik sermayeye tercüme edebilmek gayesiyle başarıyla oynamaktadır. Daha da korkuncu toplumdaki herkesin potansiyel bir emlakçı karakterine içten içe hazırlık yapması ve emlakçı karakterini istemesidir. İnsanların birbiriyle tanışma istediği, çevre, bağlantılar, ilişkiler kurma çabasının altında artık emlakçılık karakteri yatmaktadır. (Burada bahsedilen emlakçı karakteri elbette bir meslek olarak bütün emlakçıları içine almaktadır, pardon almamaktadır. Sadece “BAZI” emlakçıları içine almaktadır) Çeşitli alanlarda sermayeler oluşturup sonra bunları tek bir sermaye altında, yani ekonomik sermaye altında toplamak, diğer bütün sermayeleri bu sermayenin aracı olarak kullanmak. Bugün insanların büyük çoğunluğunun karakteri ve kaderi emlakçılıkla maluldür. Buna göre bir insana yardım etmek de, iyilik etmek de ekonomik sonuçları göz önünde bulundurularak yapılan bir eylem haline gelme riski altındadır. Ekonominin bu kadar hayatı kuşattığı bir yerde “çıkarsız iyilik” bir saflıkla karışık enayilikle özdeşleme tehdidi altındadır. Hâlbuki Cemil Meriç, “iyilik eden mükâfat bekliyorsa tefecidir” der. Ekonominin bütün hayatı kuşattığı böylesi bir dünyada yaşamak, bütün felaket ve afetlerden daha büyük bir afettir. Hiçbir deprem bundan daha sarsıcı, hiçbir yangın bundan daha can yakıcı, hiçbir hastalık bundan daha öldürücü olamaz.

Yukarıda anlattığımız duruma itiraz eden bazı düşünürler de vardır. İktisat sosyolojisinde mesele, “her şeyi piyasanın insafına bırakmak mı gerekir, yoksa toplumsal değerlerle sınırlandırmak mı?” ikileminde çözülmeye çalışılmaktadır. Bu düzlemde beni hayli etkiyen bir kitaptan söz etmek isterim. Michael J. Sandel’in Paranın Satın Alamayacağı Şeyler adlı eseri (Ekşi Kitaplar 2016), piyasanın hayatın her alanına sızmasının ahlaki ve toplumsal sonuçlarını sorgulayan çağdaş bir felsefi müdahale olarak hassaten önemsediğim bir kitaptır. Sandel, “Piyasa ekonomisinden piyasa toplumuna nasıl geçtik?” sorusunu sorarken yalnızca ekonomik bir dönüşüme değil, aynı zamanda etik bir çöküşe de işaret etmektedir.

Sandel’in temel tezlerinden biri, piyasa ekonomisinin verimli bir araç olabileceği, ancak piyasa toplumunun ahlaki dokuyu zayıflattığıdır. Piyasa ekonomisi, mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımını düzenleyen bir sistem olarak değerlidir. Ancak piyasa toplumu, tüm değerleri ve insan ilişkilerini piyasa ölçütleriyle belirleme eğilimindedir. Bu ayrım, modern liberalizmin değer nötrlüğü anlayışına karşı bir meydan okumadır. Sandel’e göre piyasa toplumunun yayılmasıyla birlikte şu iki ahlaki sorun ortaya çıkar. Evvela paranın, fırsatlara erişimi belirlediği bir dünyada, gelir eşitsizliği aynı zamanda yaşam şanslarını da eşitsiz hale getirir. İkinci olarak paranın girdiği yerlerde, o alanın doğasına ait olan anlamlar ve değerler tahrip olur.

Sandel, modern toplumda daha önce piyasa dışı kalan birçok alanın artık fiyatlandırıldığını gösteren çarpıcı örnekler sunar. Mesela okullarda çocuklara kitap okutmak için para verilmesi, hızlı şeritlerde araçların para karşılığı geçiş hakkı elde etmesi, organ, kan veya vatandaşlık satışının serbestleşmesi, hatta mahkûmların cezaevinde daha iyi hücrelerde kalmak için ödeme yapabilmesi. Bu örneklerin ortak noktası, kamusal veya ahlaki bir değeri olan faaliyetlerin parasal değerlere indirgenmesidir. Sandel, bu eğilimin insanlık durumunu ve yurttaşlık erdemlerini tehdit ettiğini savunur. Paranın sadece dağıtımda değil, anlam üretiminde de etkili olduğunu belirtir.

Sandel içinde yaşadığı Amerikan toplumunun bugün geldiği noktayı merkeze alarak bir analiz yapmaktadır. Dolayısıyla analizlerinin günümüz Amerikan toplumu hakkında olduğu dünyanın geri kalanını ilgilendirmediği söylenebilir. Ancak vahim olan vukuu bulmuştur bir kere. Bütün dünya aşama aşama, derece derece Amerikanlaşmaktadır. Ülkeler arasında sadece seviye ve derece farkı vardır. Hatta mikro ölçekte Türkiye’nin doğusu ile batı arasında Amerikanlaşma noktasında sadece derece farkı vardır. Ülkenin batısı daha hızlı Amerikanlaşırken ülkenin doğusu bu durumu biraz daha geriden takip etmektedir. (Ne demek istediğimi Türkiye’nin doğusundan batısına doğru göç etmiş insanların ilk tecrübeleri dinlendiğinde gayet rahat anlaşılabilir).

Sandel söz konusu kitabıyla ilgili bir diğer önemli nokta ise, Sandel’in eleştirilerinin söz konusu paranın satın alabileceği şeyler düzenine kökten bir eleştiri ya da reddiye olmaktan ziyade liberal/kapitalistin düzenin tamamen yıkılmadan hayatına devam etmesi için pansuman niteliğinde olmasıdır. Zira paranın bu kadar merkezi bir konumda olması liberal/kapitalistin düzenin devamı için de tehlikelidir. Çünkü bu şekilde bütün bir toplum fesada uğrayıp, tümden toplum olma vasfını kaybedebilir. Liberal/kapitalistin düzen bile toplumun asgari olarak bir arada, birbirine güven duyarak yaşamasını, parasal kaygılarını ve amaçlarını bu kadar ifşa etmemesini varlığının devamı için gerekli görmektedir.

Sonuç olarak bugün bizi bekleyen en büyük tehlike toplumun bir bütün olarak piyasa toplumuna dönüşmesi ve beraberinde insanlar arasındaki bütün etnik, kültürel, coğrafi, dini ayırım gözetmeden aşama aşama, sinsice peşinden sürüklemesidir. İnsanların bir araya gelmesine sebep olan bütün unsurların yerlerinden edilerek, alınıp satılabilir, fiyatı belirlenebilir, pazarlık yapılabilir hale gelmesi, hepimizi öncelikle düşünmesi gereken can yakıcı bir meseledir. Bugün bir ülkenin gelişmişliğini, yalnızca kişi başına düşen gelirle, ihracat rakamlarıyla ya da bilişim altyapısıyla ölçmek, yanıltıcıdır. Asıl ölçüt, o ülkede paranın satın alamayacağı şeylerin oranı olmalıdır. Adaletin, merhametin, sadakatin, bilginin ve inancın ekonomik değeriyle değil, kendi başına taşıdığı anlamla kıymetli sayıldığı toplumlar, insanî bir gelecek inşa edebilirler. İlerleyen yazılarımda bu durumun biraz daha ayrıntılı analizlerini yapıp, çözüm yolları hakkında düşüncelerimi paylaşacağım.

Doç. Mehmet Ulukütük

Doç. Mehmet Ulukütük. Bursa Teknik Üniversitesi'nde akademisyen. Felsefe, sosyoloji, ilahiyat ve edebiyat kavşağında çalışıyor. Evli ve iki çocuk babası.
[email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA