Papa’ya Aryüs’ü ve Aryüsçüleri Kim Hatırlatacak?

Bugün Papa XIV. Leo, İznik’in sularına eğilip konsilin hatırasını canlandırmaya hazırlanırken, asıl soru şudur: Ona Aryüs’ü ve Aryüsçüleri kim hatırlatacak? 1700 yıl önce susturulmak istenen tevhid sesinin, bu topraklarda yüzyıllar boyunca nasıl yankılandığını kim anlatacak?
Kasım 27, 2025
image_print

Katolik dünyasının ruhani lideri Papa XIV. Leo bugün Türkiye’de… Üç gün boyunca Ankara, İstanbul ve İznik’te temaslarda bulunacak; ardından Beyrut’a geçecek. Ziyaretin merkezinde tek bir hadise var: İznik Konsili’nin 1700. yıldönümü. Cuma günü, İznik Gölü’nün sularının altında sessizce uyuyan Aziz Neofitos Bazilikası’nın kalıntılarına inecek, suyun hafızasına karışmış taşlar arasında bir ayin yönetecek.

Bugün dünyaya bu sahne gösterilirken, suyun altındaki o taşların arasında kimsenin telaffuz etmediği bir isim daha dolaşıyor: Aryüs… Peki, Papa’ya İznik’i anlatan dosyalarda, o büyük Libya’lı bilge ve onun peşinden giden Aryüsçülerin adı geçiyor mu? 1700 yıl önce İznik’te kopan fırtınanın, yalnızca Hristiyan dünyasının değil, İslam tarihinin de derin fay hatlarından birine dokunduğunu hatırlayan var mı?

Tevhid ile Teslis Arasında: İznik

İznik Konsili, çoğu tarih anlatısında kuru bir teolojik tartışma gibi sunulur. Oysa ortada, kilise içi küçük bir “yorum farkı” değil, tevhid ile teslis arasındaki büyük hesaplaşmanın tam merkezinde patlayan bir kriz vardır.

Bir tarafta Libya’nın yetiştirdiği zühd ve tefekkür ehli bilge Aryüs… Diğer tarafta İskenderiyeli Athanasius… Aryüs, Hz. İsa (a.s.)’nın yaratılmış bir kul, Allah’ın kelimesi ve elçisi olduğunu söyler. İsa, Allah değildir; O’nun yarattığı, O’na secde eden bir beşerdir. Athanasius ise İsa’nın “Baba ile aynı özden olan ezelî Oğul” olduğunu savunur. İznik’te masaya konan mesele, işte bu iki iddianın ölüm kalım mücadelesidir.

Konsilin sonucunu ilahî vahiy değil, dönemin siyaseti belirler. Pagan geleneklerinin tortusunu hâlâ üzerinde taşıyan İmparator Constantinus, Athanasius’un safında yer alır; teslis inancı imparatorluğun resmî öğretisine yükseltilir. Fakat tarih, tek sahneden ibaret bir tiyatro değildir. Aynı Constantinus, çok geçmeden Aryüs’ün inancına meyleder, ömrünün son yıllarını İsevî bir tevhid anlayışıyla noktalar. Onun ardından tahta çıkan oğlu II. Constantius ise, Aryüs’ün akidesini imparatorluk topraklarında yaymak için bizzat seferber olacaktır.

Bugün İstanbul’da bazı eski kiliselerde ikonların, figürlerin olmayışı, yalnızca estetik bir tercih, “Bizans zevki”nin bir yansıması değildir; Aryüsçü mirasın taşlara sinmiş sessiz hatırasıdır. İkonların kazındığı, yüzlerin silindiği, ama gölgelerin duvarlarda kaldığı o sahneler, tevhid ile teslis arasındaki bitmeyen gerilimin mimarîdeki yankılarıdır.

İstanbul’da İkona Kırıcılar ve İkona Yapıcılar

İstanbul, yüzyıllar boyunca yalnızca siyasî orduların değil, akidelerin de kuşattığı bir şehirdi. Miladî 700–900 yılları arasında, Bizans’ın en çetin tartışması ikona-kırıcılarla ikona-yapıcılar arasında yaşandı. İmparator III. Leon, 726’da ikonaları putperestliğin devamı olarak gördü ve kiliselerdeki bütün ikonaların kaldırılmasını emretti. Bu “ikonoklazm”, yalnızca resimlere karşı bir savaş değil, Aryüsçü tevhid geleneğinin, Hristiyanlığın içinden yükselen itirazının da geç yankılarıydı.

Yüzyılın ortalarında İmparatoriçe Theodora, kocasının ölümünden sonra iktidara gelerek ikonaları yeniden kiliselere taşıdı; ikona-yapıcılar bu kez devlet gücünü arkalarına aldılar. Fakat bu gelgit, Müslümanların İstanbul’u fethine kadar tam anlamıyla dinmedi. Zira mesele, bir duvarın süslenip süslenmemesi değil, Allah tasavvurunun, kulluk şuurunun ve “görünen” ile “görünmeyen” arasındaki sınırın nasıl çizileceği meselesiydi.

336 yılında, bugün Ayasofya’nın bulunduğu yerde şehit edilen Libyalı Aryüs’ün fikirleri, zamanla “Arianizm” diye etiketlenen bir mezhebe dönüştü. Şehrin kurucusu Constantinus, hayatının son iki yılında Aryüs’ün öğretilerini benimsedi; teslisçi bazı papazları sürgüne gönderdi. Onun ardından tahta çıkan II. Constantius, Aryüsçülüğü imparatorluğun resmî anlayışına dönüştürmek için daha da ileri gitti.

Endülüslü büyük âlim İbn Hazm’ın el-Fasl’da aktardığı gibi, Bizans’ın ilk iki imparatorunun tevhid çizgisine yakın durduğunu bilmek bile, Aryüsçü yani tevhidçi damarların İstanbul ve Anadolu tarihinde ne denli derin izler bıraktığını göstermeye kâfidir.

II. Constantius: Roma’da Tevhid Dalgalanması

Büyük Konstantin’in 337’deki ölümünden sonra Roma İmparatorluğu üç oğlu arasında bölündü. Batı coğrafyası Konstantin II’ye, merkezî bölgeler (İtalya–Kuzey Afrika) Konstans’a, doğu ve en güçlü kısım ise II. Constantius’a verildi. Konstantiniyye, Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Balkanlar onun idaresine girdi. Kardeşleri teslisçi çizgiye yakınken, II. Constantius Aryüsçü yorumun safına geçti; İsa’yı Allah’ın kulu ve elçisi gören tevhid inancını benimsedi.

Onun siyasî zihniyetinin merkezinde şu temel düşünce vardı: Kanunları ayakta tutan şey, kılıçtan önce kalpteki iman ve vicdandır. Zulmü ve bâtıl dinî anlayışları ortadan kaldırmaya, insanları zorla değil, hakikati samimiyetle aramaya davet ederek yönlendirmeye çalıştı. Bu yüzden Müslüman tarihçiler onu “İslam’a en yakın Roma imparatoru” diye anarlar. Devlet otoritesini “İsa ilâhtır” diyen teslis teolojisine değil, tevhide yaklaşan bir Hristiyanlık anlayışına yaslamaya uğraşmıştı.

Babası Konstantin’in 325 İznik Konsili’nde dayattığı teslisçi kararların üzerine adeta bir kırmızı kalem çekti. 350’de topladığı konsillerde İznik’in hükümlerini tartıştırdı; 355 Milano toplantısında aynı tavrı sürdürdü. Böylece imparatorluk sahnesinde teslis inancı büyük bir darbe aldı; Aryüsçü din adamları ve davetçiler, nefes alabilecekleri bir alan buldular. Hintli Theophilos’un Habeşistan’da, Hint Okyanusu adalarında ve Arap yarımadasında tevhid çağrısı yapabilmesi, bu siyasî himayenin doğrudan neticesiydi.

361’de II. Constantius öldüğünde, doğudan batıya uzanan Roma coğrafyasında Aryüsçülük halkın diliyle, ibadetiyle, duasıyla fiilen yaşayan bir inanç haline gelmişti. Kitâb-ı Mukaddes’in Latince çevirmeni Jerome, “Dünya Aryüsçülükle doludur” derken, bu manzarayı kayda geçiriyordu. Ama onun ardından gelen Apostata Julian, Hristiyanlığı tamamen reddederek eski putperestliği diriltmeye kalkıştı; daha sonra tahta geçen Theodosius, teslisi resmîleştirmek için Aryüsçülere ağır bir tasfiye başlattı. Kiliseler kapatıldı, mallarına el kondu, din adamları sürgüne gönderildi, kitaplar yakıldı.

Yine de ne Chalcedonlu Maris’in “Allah’a hamdolsun ki gözlerim kör oldu da İsa’yı ilah olarak görmekten kurtuldum” cümlesini, ne de Ulfilas’ın Got kabileleri arasında yaydığı tevhid mirasını silebildiler. Aryüs’ün sözü kısaydı ama davası derindi: “İsa, Allah’ın yarattığı bir kuldur; O’nun kelimesi ve ruhudur, fakat Allah değildir.” Yüzyıllar sonra Kur’an-ı Kerim’in “Meryem oğlu Mesih, yalnızca Allah’ın resulüdür…” (Nisâ/171) ayeti bu hakikati tasdik ettiğinde, tarihin bir başka halkası yerine oturacaktı.

İşte bu yüzden Müslüman tarihçiler, Aryüs’ün tevhid mücadelesini, İslam’ın gelişine hazırlanmış bir eşik olarak okurlar. Roma içinde ve dışında –Habeşistan’dan Arabistan’a, Got diyarlarından Orta Asya’ya kadar– yayılmış olan bu akide, İslam geldiğinde kalplerin tevhidi kabullenmesini kolaylaştırdı.

Taşların Hafızası: Ayasofya’nın Üç Hayatı

Bu tevhid dalgasının siyasî yüzü II. Constantius’ta görünürken, mimarî ve sembolik yüzü Ayasofya’nın ilk hâlinde vücut buldu. Bugünkü Ayasofya’dan önce, “Megale Ekklesia” yani “Büyük Kilise” adıyla anılan ilk büyük bazilika, II. Constantinus döneminde, yaklaşık 360 yılında, bugün Yerebatan Sarnıcı civarında inşa edildi. Roma’da Hristiyanlığın resmî din hâline getirildiği çizginin, imparatorluk başkentindeki ilk büyük mabedi oydu.

404’teki siyasî-dinî gerilimlerde bu yapı yıkıldı. Yerine II. Theodosius, 415’te bu kez bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yerde yeni bir kilise yaptırdı. 430’dan itibaren bu yapıya, “Tanrı’nın Kutsal Bilgeliği” anlamındaki “Aya Sofya” adı verildi. 532’de Nika Ayaklanması sırasında ikinci Ayasofya da alevlere teslim oldu.

İmparator Justinianus, 23 Şubat 532’de bugünkü üçüncü Ayasofya’nın inşasını emretti; Trallesli Anthemios ve Miletoslu Isidoros’u görevlendirdi. On binlerce işçinin beş yıl boyunca taşıdığı taşlar, 27 Aralık 537’de açılan bir mabedde birleşti. Böylece II. Constantius’un çağında yükselen ilk kiliseden Justinianus’un Ayasofya’sına uzanan çizgi, yalnızca mimarî bir süreklilik değil, Roma’nın içinde tevhid ile teslis arasında asırlarca devam eden gerilimin taşlara kazınmış hikâyesi haline geldi.

Tevhid Dalgasının Batıya Vuran Yüzü: Batı Gotları

Aynı dönemde Roma’nın kuzeyinde de benzer bir kıpırdanma vardı. Cermen kökenli Batı Gotları, başrahip Yūfīlās (Wulfila) sayesinde IV. yüzyılda Aryüsçü tevhid inancını benimsediler. İsa’yı Tanrı değil, Tanrı’nın yarattığı bir kul ve elçi olarak gören bu inanç, Roma’nın teslisçi doktriniyle kaçınılmaz bir çelişki içindeydi. Bu yüzden Ariusçular, yüzyıllar boyunca Roma zulmüne maruz kaldı.

Yūfīlās’ın yetiştirdiği en büyük liderlerden biri Batı Gotlarının efsanevî kralı Alaric I idi. Aryüsçü bir muvahhid olan Alaric, 395’ten itibaren Bizans ve Roma ordularıyla çarpışarak halkına güvenli bir yurt aradı. MS 410’da tarihte ilk kez Roma’nın kapılarını kıran komutan olduğunda, “Ebedî Şehir”in yenilmezlik putunu yerle bir etmişti. Alaric’in hedefi barbarca bir yağma değil; Aryüsçü toplulukları Roma’nın zulmünden kurtaracak, güvenli bir düzen kurmaktı.

Alaric’ten sonra Batı Got Krallığı, Toulouse merkezli güçlü bir devlete dönüştü. En parlak dönemini Aryüsçü tevhid kralı I. Theodorico zamanında yaşadı. Etkisi o denli büyüktü ki, modern edebiyat yorumcuları, Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi”ndeki Theoden karakterinde onun izlerini görürler. İspanya, Portekiz ve Fransa’nın güneyi, bu krallığın çatısı altına girdi.

Fakat bu tevhid merkezli düzen, I. Recarado’nun 586’da siyasî hesaplarla Katolikliğe geçmesiyle sarsıldı. Halkın büyük kısmı Aryüsçü kalırken, sarayın yönü teslise dönünce krallık içten içe çatlamaya başladı. İşte tam o yıllarda, Arap yarımadasında bir çocuk dünyaya geldi: Hz. Muhammed ﷺ. Onunla birlikte tevhid sancağı bir kez daha yükseldi; kısa sürede Kuzey Afrika’ya, ardından Batı Gotlarının eski topraklarına ulaştı.

711’de Târık bin Ziyâd’ın Endülüs’e girişi bu yüzden sadece askerî bir fetih değildi. Katolik baskısından bunalan nice Aryüsçü Got, Müslümanlarla ittifak etti; şehirlerin kapıları pek çok yerde savaşsız açıldı. Müslümanların getirdiği tevhid, Aryüsçülüğün bastırılmış özünü yeniden diriltiyordu. Bundan sonra Endülüs, Kurtuba’sıyla, Toledo’suyla, Sevilla ve Granada’sıyla, insanlık tarihinin en parlak medeniyetlerinden birine dönüşecekti.

Doğu Gotları ve Theoderic: Adaletin Aryüsçü Kralı

Roma sonrası Avrupa’nın bir diğer büyük tevhid sahnesi, Doğu Got Krallığı’ydı. Milâdî 5. yüzyılın sonunda bu krallık, bugünkü İtalya, İsviçre, Avusturya, Almanya, Fransa ve İspanya’nın bazı kısımlarını içine alan muazzam bir coğrafyada hüküm sürüyordu. Kalbinde ise Aryüsçü tevhid inancına bağlı büyük bir hükümdar vardı: Theoderic the Great.

Terry Unger, Ragnarok: The Fate of the Gods adlı eserinde şöyle der: “Ünlü büyük kral Theoderic, halkına elli yıl boyunca güvenlik ve huzur sağlamıştı. Kendisi Aryüsçüydü; fakat halkı onu tanıyor, seviyordu. Krallığı; bütün İtalya’yı, Almanya’nın bir kısmını, Galya’nın (Fransa) bir bölümünü ve İspanya’nın büyük kısmını içine alıyordu. Ayrıca Kuzey Afrika’nın geniş bir bölümünde de etkisi vardı.”

Theoderic’in büyüklüğü yalnızca kılıcının keskinliğinde değil; adaletinde, din özgürlüğüne verdiği değerde, çift hukuk sistemiyle kurduğu dengede gizlidir. Aryüsçü Gotlar, Katolik Romalılar, farklı kavim ve mezhepler kendi hukuklarıyla yaşar, hiçbir topluluğa sırf inancı sebebiyle zulmedilmezdi. Ticaret yolları onarılmış, şehir düzeni yeniden kurulmuş, vergi yükü hafiflemiş, zayıf ve yoksul gözetilmiştir.

Ravenna’daki Sant’Apollinare Nuovo Bazilikası’nda yer alan ve yüzleri kazınmış mozaikler, Katolik kilisesinin bu Aryüsçü geçmişi nasıl silmek istediğinin taşlaşmış delilidir. Sütunlar arasında yürüyen figürler yok edilmiştir; geriye yalnızca ellerin, kıyafetlerin ve gölgelerin silik izleri kalmıştır. Tarihten silinmek istenen Aryüsçü krallar gibi…

Kilise Theoderic’in adını ve inancını unutturmak isterken, halk hafızası onu tam aksine yüceltti. Alman ve İskandinav destanlarında Dietrich von Bern adıyla karşımıza çıkan figür, zulme karşı duran ideal kralın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Dante, İlahi Komedya’da onu cehenneme yerleştirerek Katolik bakış açısından mahkûm etmeye çalışsa da, halk destanlarında Theoderic, hâlâ adaletin ve cesaretin sembolüdür.

Kitâb-ı Mukaddes’i Latince’ye çeviren Jerome’un şu cümlesi, bu çelişkiyi berraklaştırır:
“Dünyanın büyük kısmı şaşkınlık içindedir. Çünkü kişi, insanlara barış getiren Theoderic’in nasıl olup da Aryüsçü olduğuna hayret eder.”

Vandal Krallığı: Tevhidin Kuzey Afrika’daki Sessiz Köprüsü

Aynı asırlarda, başka bir Aryüsçü halk sahneye çıkıyordu: Vandallar. Kuzey Avrupa’dan inen bu Germen kavmi, Wulfila’nın tebliğiyle İsa’yı Allah’ın kulu ve elçisi gören Aryüsçü bir tevhid akidesini benimsedi. 5. yüzyıl başında Ren’i aşarak Alanlarla birleştiler; 409’da İber yarımadasına ulaşıp Hispania Baetica’ya yerleştiler. Halk bu bölgeye “Vandalusia” demeye başladı; bu isim zamanla Endülüs’e dönüştü.

İşte bu yıllarda büyüyen Geiseric, Aryüsçü müminlere yönelik işkenceleri, diri diri yakmaları, sürgünleri gördü ve Roma’ya karşı derin bir öfkeyle doldu. 429’da ordusuyla Cebelitarık’ı geçti. Kuzey Afrika’ya vardığında, Afrika halkı onu işgalci değil, Roma zulmüne karşı kurtarıcı olarak karşıladı. Zira Kuzey Afrika’daki Hristiyanların büyük çoğunluğu zaten Aryüsçüydü.

Vandallar Hippo’yu kuşattıklarında, Katolikliğin büyük isimlerinden Aziz Augustine bu şehirdeydi ve kuşatma altında öldü; kaderin ince çizgisi, Katolik ilahiyatın en güçlü simalarından birini, Aryüsçü orduların gölgesinde son nefesine ulaştırdı. Ardından Vandallar Kartaca’yı fethederek Akdeniz’in en büyük donanmalarından birini kurdular. 455’te Geiseric Roma’ya girdi; şehir iki hafta boyunca Vandalların denetimindeydi. Roma tarihçileri bu olayı “Vandal yıkımı” diye anlatmayı sevdiler; oysa katliamlardan çok, imparatorluk gururunun kırıldığı, ganimetin taşındığı, fakat Roma’nın yüzyıllarca yaptığından çok daha az kanın aktığı bir sahneydi.

Asırlar sonra Katolik dünya, Vandalları barbar ve yıkıcı göstermek için yeni bir kelime üretti: “Vandalizm.” Roma’nın yüzlerce yıl şehirler yıkan, halkları kılıçtan geçiren, mabetleri ateşe veren geçmişi unutuldu; kelime, Aryüsçü bir tevhid krallığının üzerine yapıştırıldı. Siyasi propagandanın dildeki en ince oyunlarından biri buydu.

Buna rağmen tarih, hakikatin sesini tamamen boğamadı. Cambridge Ancient History şu tespiti kaydeder: “Kuzey Afrika halkı Vandalları işgalci olarak değil, kurtarıcı olarak karşıladı. Çünkü Vandallar, Roma’nın ağır vergilerini kaldırdı, Katolik rahiplerin baskılarını sona erdirdi ve halka kendi inançlarıyla yaşama özgürlüğü tanıdı.”

468’de Roma–Bizans birleşik filosu, Tunus açıklarındaki Cap Bon’da Geiseric’in zeytinyağı yüklü ateş gemileriyle yakıldı; yüzlerce gemi birkaç saat içinde kül oldu, Akdeniz’in hâkimiyeti Vandalların eline geçti. Vandal iktidarı döneminde Kuzey Afrika’da vergiler hafifledi, şehirler imar edildi, ticaret ve ziraat canlandı, Aryüsçü tevhid hâkim oldu.

İmparator I. Justinianus’un emriyle Bizans generali Belisarius, “adalet getirme” vaadiyle Afrika’ya geldi; Kartaca kapılarını ona açtı. Fakat iktidarı ele geçirir geçirmez Roma düzeni geri döndü: Aryüsçü kiliseler kapatıldı, din adamları sürüldü, ağır vergiler geri geldi, Katolik rahipler yeniden güç kazandı. 534’te Vandal Krallığı yıkıldı, fakat tevhid mirası halkın kalbinde yaşamaya devam etti.

Prof. Thomas R. Martin’in hatırlattığı gibi:
“Unutmamalıyız ki Kuzey Afrika’daki Roma bölgelerinin halkının büyük çoğunluğu Aryüsçü Hristiyanlardı. Vandalların gelişini bir istila değil, akidenin tabii bir devamı olarak görmeliyiz.”

Aradan bir asır geçmeden Müslüman ordular Kuzey Afrika’ya ulaştığında, halk İslam’ı bir “yabancı din” olarak değil, kaybolmuş tevhidin dönüşü olarak karşıladı. Vandal Krallığı’nın sönüşü ile İslam’ın Kuzey Afrika ve Endülüs’te yükselişi arasında, tarih kitaplarının çoğunun görmezden geldiği, ama coğrafyanın hafızasının unutmadığı gizli bir köprü vardı.

Tevhid Şehri İstanbul

İşte bugün Papa XIV. Leo, İznik’in sularına eğilip konsilin hatırasını canlandırmaya hazırlanırken, asıl soru şudur: Ona Aryüs’ü ve Aryüsçüleri kim hatırlatacak? 1700 yıl önce susturulmak istenen tevhid sesinin, bu topraklarda yüzyıllar boyunca nasıl yankılandığını kim anlatacak?

Hz. Peygamber’in (sav) Bizans İmparatoru Herakliyus’a gönderdiği mektupta “Aryüsçüler”den bahsederek işaret ettiği tarihî fay hattını bugün kim hatırlıyor? O mektupta sezilen, Hristiyanlığın içinden yükselen tevhid damarının, İslam’ın davetiyle birleşebilecek bir imkâna sahip olduğu gerçeği, kimin zihninde hâlâ canlı?

Ve belki daha az bilinen bir ayrıntıyı da unutmayalım: İstanbul’un ilk sakinleri, Mağrip halklarıydı. Şehri kuran Constantinus, ilk nüfusu Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’tan getirtmişti. Bugün Cezayir’deki köklü Konstantine şehri, onun kurduğu ikinci merkezdir; adeta “ikinci İstanbul”dur. Bu şehrin taşlarında yalnızca Roma imzası değil, Afrika’dan gelen tevhid nefesi de dolaşır.

İstanbul bir tevhid şehridir. Ayasofya, Çemberlitaş, surların gölgesi, iç içe geçmiş cami ve kiliseler, Aryüsçülerin silinmek istenen izleriyle, Müslümanların yeniden yükselttiği tevhid sancağını aynı ufukta buluşturur.

Nihayetinde mesele şuraya gelir dayanır:
Papa İznik’e geliyor, ama Aryüs hâlâ suyun altında…

Onu hatırlatmak, bu coğrafyanın hafızasında hâlâ canlı duran tevhid mücadelesinin hakkını teslim etmektir. Suyun altında, mozaiklerin kazınmış yüzlerinde, taşların gölgesinde bekleyen o sessiz ismi yeniden dile getirmek, sadece tarihî bir bilgi borcu değil, aynı zamanda hakikat adına bir vicdan borcudur…

Turan Kışlakçı

Yükseköğrenimini İslamabad ve İstanbul’da tamamladı. Gazetecilik kariyerine ortaokul yıllarında adım atan Kışlakçı, Yeni Şafak gazetesinde dış haberler editörlüğü yaptı. Dünya Bülteni ve Timeturk’ün kurucusu olan Kışlakçı, Anadolu Ajansı’nda Orta Doğu ve Afrika Yayın Yönetmenliği, TRT Arapça’da ise Genel Koordinatörlük görevlerini üstlendi. Türk-Arap Gazeteciler Cemiyeti ve MEHCER Derneği başkanlıklarını yürüttü; Katar Kültür Bakanlığı’nda müsteşarlık görevinde bulundu. Halen Ekol TV’de “Fildişi Kule” programını sunmakta ve el-Kuds el-Arabi gazetesinde yazılar kaleme almaktadır. Orta Doğu üzerine yazılmış iki kitabı bulunmaktadır.

2 Comments

  1. İlk defa öğreniyorum bu bilgileri… Ekrem Buğra Ekinci farklı şeyler söylüyor. Aryüsün aslında tevhid inancına sahip olmadığını, teslis inancıyla ayrıntılarda farklılaştığını söylüyor.
    Eğer dedikleriniz doğruysa bambaşka bir tarih var ve biz bundan habersiziz…

  2. Turan Bey, yazı için öncekle teşekkür ederim. Kkonuya dair derin bir bilgim yok ama yazınızı okuyunca zihnimde üç temel soru belirdi. Samimiyetle anlamak için soruyorum, yanlış anlaşılmak istemem:

    Arius ve “tevhid–teslis” çerçevesi
    Yazınızda İznik Konsili’ni “tevhid ile teslis arasındaki büyük hesaplaşma” gibi kuruyorsunuz ve Arius’u da İslami tevhid çizgisine çok yakın bir yere yerleştiriyorsunuz. Bunu daha çok bir benzetme ve vurgu olarak mı anlamalıyız, yoksa gerçekten inanç bakımından ciddi bir örtüşme olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bir de merak ettiğim şu: Hristiyanlığın kendi iç tartışmasını, İslam’dan sonra şekillenmiş kavramlarla okuduğunuz eleştirisi gelse, buna ne dersiniz?

    Kurduğunuz tarih zinciri: Ariusçuluk → Gotlar, Vandallar, Endülüs, İslam
    Metinde Ariusçuluk ile ikon kırma hareketi, Got ve Vandal krallıkları, Endülüs’ün fethi ve İslam’ın kabulü arasında oldukça düz ve güçlü bir hat çiziyorsunuz; sanki hepsi aynı “tevhid damarı”nın durakları gibi duruyor. Bunu okurken, “Bu bağlantıların ne kadarı sağlam tarihî verilere dayanıyor, ne kadarı sizin bilinçli bir yorumunuz, bir okuma öneriniz?” diye düşündüm. Özellikle de adaletli Aryüsçü kralları öne çıkarınca, ister istemez “iyi Ariusçular – baskıcı Katolikler” gibi bir tablo oluşuyor. Bu karşıtlığı bilerek mi kurdunuz, yoksa ben okur olarak mı fazla keskin hissettim, merak ediyorum.

    Kilise hafızası, “unut(tur)ma” ve İslam’a köprü meselesi

    Yazıda, bugünkü Papa ve Katolik geleneğin Arius’u bilerek “suyun altında bıraktığı”, “vandalizm” kelimesinin Vandalları kötü göstermek için üretildiği ve Ariusçuluğun da İslam’ın gelişine bir tür hazırlık olduğu fikri var. Bunları ne ölçüde “tarihî bir iddia” olarak, ne ölçüde “yorum, sembol ve çerçeve” olarak söylüyorsunuz? Bu noktalarda size “Biraz fazla ileri gidiyorsunuz” diyen tarihçiler olursa, siz kendi anlatınızı hangi temel gerekçelerle savunursunuz?

    Dediğim gibi, konuya yabancı bir okur olarak sadece daha iyi anlamak için soruyorum; cevaplarınız, kurmaya çalıştığınız büyük resmi benim kafamda da yerine oturtmama yardımcı olur.

    Tekrar teşekkürler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA