Amerika, İran ve Yükselen Arap Ekseni
Mayıs ayında Orta Doğu’ya yaptığı ziyaret sırasında, ABD Başkanı Donald Trump, birkaç ay hatta birkaç hafta önce bile çok az kişinin öngörebileceği bir dizi adım attı. Bunlardan biri, Suriye’nin yeni lideri Ahmed el-Şara ile yaptığı sürpriz görüşme ve Şara’nın radikal İslamcı bir grubun lideri olarak geçmişine rağmen ABD’nin Suriye’ye uyguladığı yaptırımları kaldırmasıydı. Diğer adım ise, yönetimin Gazze’deki savaşı sona erdirmeye yönelik devam eden çabalarına rağmen, ziyaret programına İsrail’i dahil etmeme kararıydı. Bu ziyaret, yönetimin Mayıs ayı başında İsrail’e danışmadan ve onu sürece dahil etmeden Yemen’deki Husi milisleriyle ikili bir ateşkes anlaşması imzalama kararını takiben gerçekleşti. Trump’ın İran’la doğrudan görüşmelere başlaması – İsrail’in şiddetle karşı çıktığı, ancak Körfez’deki Arap liderlerin memnuniyetle karşıladığı ve hatta kolaylaştırdığı bir adım – tüm bu gelişmeler, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırıdan bu yana bölgedeki güç dengesinin ne denli değiştiğini ortaya koyuyor.
Gazze’deki savaş, Orta Doğu’nun jeopolitik manzarasını köklü şekilde değiştirdi. 7 Ekim saldırısından önceki yıllarda, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve diğer Körfez ülkeleri, İran ve onun vekil güçlerden oluşan ittifakını bölgenin en büyük tehdidi olarak görme konusunda İsrail’le aynı bakış açısını paylaşıyordu. Bu ülkeler, Trump’ın ilk dönemindeki Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını desteklemiş ve İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye başlamışlardı. Bugün ise durum dramatik biçimde değişmiş durumda. Savaşın yirminci ayına girilirken, Tahran Arap dünyası için çok daha az tehditkar bir görüntü çiziyor. Öte yandan İsrail, giderek bölgesel bir hegemonya gücü haline geliyor.
Bu gelişmelerin ortasında, Washington’un Arap müttefikleri ile İsrail artık yeni bir nükleer anlaşmanın faydaları konusunda karşıt kamplarda yer alıyor. İsrail, bu anlaşmayı hâlâ İslam Cumhuriyeti için bir can simidi olarak görüyor ve Trump yönetimine İran’ın nükleer tesislerini askeri yollarla yok etmesi çağrısında bulunuyor. Körfez ülkeleri ise bunun aksine, kapılarının eşiğinde yeni ve muhtemelen kontrolden çıkacak bir savaşın çıkmasından korkuyor ve Tahran’la diplomatik bir çözümün bölgesel güvenlik ve istikrar için hayati olduğunu düşünüyor. Ayrıca, İsrail ile normalleşmenin ilerleyebileceği bir gelecekte dahi, İsrail’in bölgede serbestçe hareket edebileceği bir Orta Doğu’nun oluşmasından endişe duyuyorlar. İsrail ve İran arasında yeni bir denge kurma çabaları çerçevesinde, Körfez ülkeleri Trump’ın yeni bir nükleer anlaşma için başlattığı sürecin başlıca aktörleri haline geldi. Birlikte, yeniden şekillendirilen bölgesel düzenin merkezine oturmayı hedefliyorlar.
Baskının Başarısızlığı
Körfez ülkelerinin İran konusundaki tutum değişikliğinin boyutunu kavrayabilmek için, on yıl önce Suudi Arabistan ve BAE’nin ilk ABD-İran nükleer anlaşmasına verdikleri tepkiyi hatırlamak gerekir. İran ve ABD, Temmuz 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (JCPOA) imzaladığında, Körfez ülkeleri bu anlaşmanın İran’ın bölgesel etkisini artıracağı yönündeki İsrail’in kaygılarını paylaşıyordu. O dönemde Arap dünyası, 2010–11 Arap Baharı sırasında yaşanan halk ayaklanmalarının ardından hâlâ toparlanmaya çalışıyordu; bu ayaklanmalar güçlü liderleri devirmiş ve Libya, Suriye ve Yemen’de iç savaşlara yol açmıştı. İran ise bu kargaşadan faydalanarak, Arap Yarımadası’ndan Levant’a (Doğu Akdeniz bölgesi) kadar uzanan bir nüfuz alanı inşa etmişti. Mart 2015’te ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, “İran artık dört Arap başkentini — Bağdat, Şam, Beyrut ve Sana — kontrol ediyor” uyarısında bulundu. Körfez Arap ülkeleri, tıpkı İsrail gibi, ABD’nin nükleer anlaşma yönündeki çabalarının İslam Cumhuriyeti ve onun bölgedeki vekil güçleri tarafından oluşturulan artan tehdidi göz ardı ettiğinden endişe duyuyordu. Netanyahu’nun konuştuğu aynı ayda, Suudi Arabistan, İran’ın nüfuzunu Arap Yarımadası’na genişleten isyancı grup Husiler’e karşı Yemen’de askeri müdahaleye öncülük edeceğini açıkladı. İsrail ve Washington’un Körfez müttefikleri, İran’ın Orta Doğu’da hegemonyası ihtimalini olduğundan büyük göstermiş olabilir, ancak Arap dünyasındaki kargaşanın bölgedeki güç dengesini İran’ın lehine çevirdiği yadsınamaz bir gerçekti. Ortadoğu’daki muhalifleri için JCPOA sadece İran’ın nükleer yetenekleriyle ilgili değil, aynı zamanda onun görece bölgesel etkisiyle de ilgiliydi. Anlaşmanın şartlarına göre İran, yalnızca nükleer programını sınırlamayı kabul ettiği için yaptırımların hafifletilmesinden yararlanıyordu; bölgedeki vekil güçlerini dizginlemesi gerekmiyordu. Bu nedenle anlaşma, İran’ın nükleer silah arayışını sınırlarken aynı zamanda onun bölgedeki etkisini artırma riskini de taşıyordu. Arap ülkeleri, bu kusurun altını çizmek için İsrail ile el ele verdi ve JCPOA’yı baltalamaya yönelik yüksek profilli bir girişim başlattı. Bu girişim, Netanyahu’nun 2015’teki konuşmasıyla simgelenen Kongre üyelerine yönelik yoğun lobi faaliyetlerinin yanı sıra kamuoyu ve medya kampanyasını da içeriyordu.
Trump, ilk başkanlık döneminde anlaşmanın eleştirmenleriyle aynı çizgideydi. ABD, 2018 yılında JCPOA’dan tek taraflı olarak çekildi ve İran’a “azami baskı” olarak adlandırılan ekonomik yaptırımları uygulamaya başladı. O dönemde Trump yönetimi, bu baskının İran’ı zayıflatacağını ve onun bölgesel etkisini azaltarak, İsrail ile Washington’un Arap müttefikleri merkezli yeni bir bölgesel düzenin kurulmasına zemin hazırlayacağını umuyordu. Yönetim, Arap-İsrail güvenlik ve istihbarat işbirliğinin genişletilmesini teşvik etti; bu çabalar, 2020’de İsrail ile Bahreyn ve BAE dahil olmak üzere bir dizi Arap ve Kuzey Afrika ülkesiyle – ardından Fas ve Sudan’la – ilişkilerin normalleşmesini sağlayan Abraham Anlaşmaları’yla (Abraham Accords) sonuçlandı. Ayrıca, İran’ın bölgedeki vekil güçlere verdiği desteğe karşı daha sert bir tutum benimsedi ve 2020 yılında İran’ın güçlü Devrim Muhafızları komutanı General Kasım Süleymani’yi Bağdat’ta suikastla öldürme gibi son derece sıra dışı bir karar aldı.
ABD’nin İran’a karşı daha sert çizgisi, Başkan Joe Biden döneminde de devam etti. Beklentilerin aksine, Biden yönetimi JCPOA’yı yeniden yürürlüğe koymadı ve İran’la ilişki kurmaktan kaçındı – yalnızca İran, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum biriktirerek bahsi yükselttikten sonra müzakerelere razı oldu. Biden da tıpkı Trump gibi odak noktasını Arap-İsrail ekseni inşa etmeye yöneltti. Bu bağlamda, İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, Biden’ın Orta Doğu politikasının temel pusulası haline geldi. Nitekim Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sırasında, yönetim bölgede kalıcı barış getirecek bir İsrail-Suudi anlaşmasının eşiğinde olduğunu düşünüyordu.
İsrail Serbest Kaldı
Gelişmeler kısa sürede bu varsayımın ne denli yanlış olduğunu ortaya koydu. Trump-Biden stratejisi bölgesel gerilimleri yalnızca daha da artırdı. İran, ABD’nin baskısına nükleer programını genişleterek ve Yemen’deki Husi milislerine Körfez ülkelerine karşı verdikleri savaşta daha fazla destek sunarak yanıt verdi. Ayrıca, 2019 yılında başta Suudi petrol tesisleri olmak üzere ABD ve Körfez çıkarlarına doğrudan saldırılar gerçekleştirmeye başladı. 7 Ekim saldırısından önce bile Körfez ülkeleri Washington’un stratejisine olan güvenini yitirmişti. Mart 2023’te Suudi Arabistan, Çin’in arabuluculuğunda İran’la ilişkilerini normalleştirme kararı alarak mevcut çizgiden ayrıldı. Bu kararın doğrudan sonucu olarak, Suudi Arabistan ve BAE’ye yönelik Husi saldırıları sona erdi. Körfez ülkeleri İsrail ile ilişkilerini geliştirme konusundaki kararlılıklarını sürdürdü, ancak İran ile İsrail arasında denge kurmak giderek daha zor hale geldi.
Sonrasında Hamas’ın saldırıları geldi ve İsrail’in Gazze’de başlattığı yıkıcı savaş, İsrail-Suudi Arabistan arasındaki normalleşme sürecini raydan çıkardı. İran destekli “direniş ekseni” yeniden canlandı—Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husiler de dahil olmak üzere, Hamas ile birlikte İsrail-Suudi normalleşmesini varoluşsal bir tehdit olarak gören bu yapı, artık İsrail’le açık bir savaş halindeydi. Biden yönetimi, bu yeni bölgesel çatışmanın İsrail ile Körfez ülkeleri arasında bir güvenlik ittifakı kurulmasına zemin hazırlayacağını varsaydı; ancak Körfez ülkeleri bu çatışmaya sürüklenmek istemedi. Ocak 2024’te Biden, Husi milislerinin Kızıldeniz’deki uluslararası deniz taşımacılığına yönelik saldırılarına askeri karşılık verme kararı aldığında, Suudi Arabistan ve BAE, bu grupla yıllarca süren mücadelelerine rağmen çatışmaya katılmaktan titizlikle kaçındılar. Arap devletleri ayrıca, Gazze halkına yönelik muameleye dair Arap kamuoyunda giderek artan öfkeyi de dikkate almak zorundaydı; bu da Arap-İsrail güvenlik işbirliğinin daha da sıkılaştırılmasını imkânsız hale getirdi.
Sonrasında, 2024 sonbaharında İsrail’in ardı ardına kazandığı başarılar savaşın seyrini değiştirdi. Eylül ayının sonunda İsrail, örgütün uzun süredir liderliğini yürüten Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere Hizbullah’ın üst düzey kadrosunu hedef alan nokta atışı bir bombalı saldırıyla ortadan kaldırdı. Bu saldırı, grubun komuta ve kontrol yapısını patlayıcılı çağrı cihazları (exploding pagers) kullanarak çökerten başarılı bir gizli operasyonun hemen ardından geldi. Ertesi ay, İsrail güçleri, 7 Ekim saldırısının planlayıcısı olan Hamas lideri Yahya Sinvar’ı öldürdü. Aralık ayının başlarında ise, İran’ın uzun süredir yakın müttefiki olan Beşar Esad rejimi çöktü. Bu sırada İran ve İsrail arasında giderek tehlikeli hale gelen füze ve insansız hava aracı saldırıları gerilimi tırmandırırken, İsrail İran’ın hava savunma sistemlerinin çoğunu etkisiz hale getirdiğini iddia ederek Tahran’ın güç imajına bir darbe daha indirdi.
Yıl sonuna gelindiğinde, direniş ekseni zayıflatılmıştı ve Tahran kendini Levant’tan büyük ölçüde kopmuş halde buldu. İran’ın kendi topraklarını savunma kapasitesi dahi kırılgan görünüyordu. İsrail’in güçlü destekçisi Trump’ın yeniden Beyaz Saray’a dönmeye hazırlandığı bu dönemde, İsrail’deki kendinden emin Netanyahu hükümeti, İran’a kararlı bir darbe indirmek için nadir görülen bir fırsat yakaladığını düşündü: İran’ın nükleer tesislerini imha etmek ve ekonomik altyapısını tahrip edecek bir saldırıyla İslam Cumhuriyeti’ni uçurumun eşiğine sürüklemek.
İran Dengede
Ancak Trump, İsrail’in beklentilerine uygun senaryoyu takip etmedi. İran’a yönelik askeri saldırıların ABD’yi maliyetli bir savaşa sürükleyeceğinden endişelenen başkan, şu ana kadar İsrail’in diplomasiyi bir kenara bırakıp İran’a açık savaş ilan etme yönündeki baskısına direndi. Bunun yerine, ilk döneminde reddettiği şeyin tam da yeni bir versiyonunu gündeme getirdi: bir nükleer anlaşma. Bu süreçte, daha önceki anlaşmaya karşı çıkmış olmalarına rağmen, artık İran’la diplomasiye sıcak bakan Körfez ülkeleri de Trump’ı destekledi. Trump göreve geldiğinden bu yana Umman, Katar, Suudi Arabistan ve BAE, savaş karşıtı tavır aldı ve Tahran ile Washington arasında arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık rolü üstlendi. Bu değişimin en açık nedeni, Körfez’de çıkacak bir savaşın bölge ekonomilerine vereceği zarardan duyulan korkudur. Daha temel düzeyde ise Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, Orta Doğu’da yeni bir güç dengesi kurulması için bir nükleer anlaşmayı hayati önemde görüyor.
Körfez’in İran anlaşmasına verdiği destek, kısmen İsrail’in bölgede değişen konumuyla da ilişkilidir. Gazze’deki saldırılarını sürdürmesine rağmen, İsrail şimdiden zafer kazanmış gibi görünmekte, mutlak askeri üstünlüğüne güvenmekte ve bu gücü Orta Doğu’daki hakimiyetini pekiştirmek için kullanmaya hazırlanmaktadır. İsrail liderlerinin süresiz askeri yönetime tabi tutabileceğini öne sürdüğü Gazze’deki işgali genişletmenin yanı sıra, güney Lübnan’da iradesini dayatmakta ve Suriye’nin geniş bölgelerini işgal edip bu alanlara askeri harekâtlar düzenlemektedir. Şimdi ise Levant’taki zafer kampanyasını Körfez’e taşımak ve İran’a askeri saldırı düzenlemek istemektedir. Böyle bir saldırı, İran’ın Arap Yarımadası’ndaki hedefleri de kapsayabilecek misillemelerine yol açabileceği gibi, dünya enerji arzını da kesintiye uğratabilir ve Körfez’deki ekonomik patlamanın uzun vadeli sürdürülebilirliğini sorgulatabilir.
Orta Doğu’daki başlıca güç aktörleri – Arap ülkeleri, İran, İsrail ve Türkiye – tarihsel olarak tek bir bölgesel aktörün tahakkümüne karşı direnmişlerdir. 1950’ler ve 1960’larda Arap dünyası Arap milliyetçiliği bayrağı altında bölgesel üstünlük arayışına girdiğinde, İran, İsrail ve Türkiye bu yükselişi dengelemek için birlikte hareket etti. 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra bile, bölgesel denge bunu gerektirmedikçe İsrail İran’a refleks olarak düşmanlık göstermedi: 1980’lerin başındaki İran-Irak Savaşı sırasında, Saddam Hüseyin’in Irak’ı üstünlük sağlama yolundayken ve Arap dünyasının liderliğine talip olurken, İsrail devrimci İslamcı İran’a istihbarat ve savaş malzemesi sağladı. Daha sonra İran yükselen bir güç olarak ortaya çıktığında ise İsrailliler ona karşı koymak için Arap devletleriyle el ele verdi.
İsrail artık bölgenin rakipsiz gücü olduğunu iddia ederken, Arap devletleri, İran ve ayrıca Türkiye, yeni bir denge kurabilmek için birbirlerine ihtiyaç duymaktadır. Bu Arap devletleri arasında, İran’la diplomatik ilişkisi bulunmayan Bahreyn, Mısır ve Ürdün de yer alıyor; ancak diğer Arap güçleri gibi bu ülkeler de İran ile etkileşimlerini büyük ölçüde artırmış durumdalar. Her şeyden önce, Körfez ülkeleri İran’ın ABD ile yürüttüğü nükleer müzakerelerde temel dayanak haline geldi. Körfez ülkeleri, İran ile İsrail arasındaki rekabette aslında kendilerinin “ödül” olduğunu çok iyi kavramış durumda. İsrail, İran’ı sınırlandıracak bir Arap ekseni kurmak istiyor; İran ise İsrail’in Arap Yarımadası’nda bir ayak izi bırakmasını engellemek istiyor. Körfez liderleri ise hem İran’ı hem de İsrail’i dizginleyecek, kendi yönetimlerini güçlendirecek bir bölgesel düzen arzuluyor. Bu dengeleme zorunluluğudur ki, Washington’un Körfez’deki müttefiklerini eskiden nükleer anlaşmaya karşı çıkanlardan, bugün güçlü savunuculara dönüştürmüştür. Onlara göre, İran ile ABD arasında yapılacak yeni bir anlaşma, İsrail’in İran’a karşı savaş başlatabileceği bir yolu kapatacak ve böylece İsrail’in kontrolsüz bölgesel üstünlüğünün önüne geçecektir.
Buna karşılık, savaşı önlemek ve zayıf düşmüş ekonomisini canlandırmak için bir nükleer anlaşmaya varmayı arzulayan İran, Trump yönetimini yönlendirmek ve müzakereleri sürdürmek için giderek daha fazla Körfez ülkelerine bağımlı hale gelmiştir. Örneğin Umman dışişleri bakanı, Tahran ile Washington arasındaki farkları aşacak öneriler geliştirerek müzakerelerde kilit bir rol üstlenmiştir; Suudi Arabistan ise, İran ile birlikte uranyum zenginleştirmeyi ortaklaşa yönetecek bölgesel bir nükleer konsorsiyum oluşturma fikrini benimsemiştir. Suudi Arabistan dışişleri bakanı ayrıca, nihai anlaşmanın hayata geçmesi için krallığın ekonomik gücünü devreye sokmaya hazır olduklarını da ifade etmiştir.
İstikrar Ekseni
İran ve Körfez ülkeleri artık birbirlerine ihtiyaç duyuyor; her iki taraf da bir nükleer anlaşmaya muhtaç. Bu, memnuniyet verici bir gelişmedir. Böyle bir durum, Körfez komşuları arasında güven inşa edebilir ve bu da güvenlik iş birliği, yatırımlar ve ticareti kapsayan ilişkilerin derinleşmesini sağlayabilir. Ayrıca, İran ile yeniden angajmana girmek, İsrail ile normalleşme çabalarının terk edilmesini gerektirmez. Körfez liderleri, İran ve İsrail arasında Faustvari bir tercih yapmak zorunda kalmak istemiyor. Her iki ülkeyle de ilişkiler kurarak, kendi çıkarlarına uygun ve bölgenin jeoekonomik hedefleri açısından hayati önem taşıyan bir bölgesel denge inşa etmek istiyorlar. Körfez ülkeleri için bir nükleer anlaşma, stratejilerini Washington’un Orta Doğu politikasıyla uyumlu hale getirecek ve bu da ABD ile Suudi Arabistan arasında resmî bir stratejik ortaklıkla taçlandırılabilir.
Trump’ın Körfez’e yaptığı son ziyaret bu beklentiyi doğruladı gibi göründü. Bölgeye varmadan önce bile yönetimi, İsrail’in endişelerini bir kenara bırakarak Husi milisleriyle ikili bir ateşkes anlaşması imzaladı. Aynı zamanda, Arap liderlerin Trump’a sunduğu iddialı ekonomik anlaşmalar, ABD’nin Gazze, İran ve Suriye’ye ilişkin yaptığı açıklamaların arka planını oluşturdu ve bu açıklamalar İsrail’in önceliklerine değil, Körfez’in önceliklerine dayalıydı. Trump, ziyaretinin her durağında İran’ın nükleer meselesinin diplomasi yoluyla çözülmesini tercih ettiğini yineledi. Hatta bazı durumlarda, Gazze’deki savaşla ilgili Arap kaygılarını kabul ediyor gibi göründü: Örneğin Abu Dabi’de, “Gazze’de birçok insan açlık çekiyor” diyerek, İsrail’in on haftadır bölgeye insani yardımı engellemesini dolaylı biçimde eleştirdi.
Ancak bu yeniden yapılanmanın gerçekten bölgesel barış ve istikrar getirmesi için, ABD’nin İran ile yapılacak yeni bir nükleer anlaşmaya daha geniş bir stratejik çerçeve kazandırması gerekir. Bu anlaşma, Abraham Anlaşmaları’nın genişletilmesi yönünde atılacak adımlarla eş zamanlı olarak yapılmalı; İsrail’in yalnızca Suudi Arabistan’la değil, Suriye gibi diğer Arap devletleriyle de ilişkilerini normalleştirmesi sağlanmalıdır. İsrail ile normalleşme sürecini yeniden başlatmak için Riyad, Gazze’deki savaşın sona ermesini ve Filistinliler için uygulanabilir bir siyasi gelecek sunulmasını şart koşacaktır. Bununla birlikte, ABD ve Körfez müttefikleri, normalleşmeyi hem ABD-İran nükleer anlaşmasının hem de büyüyen İran-Körfez devleti ekseninin zorunlu tamamlayıcısı olarak düşünmelidir. Bu üç unsur bir araya geldiğinde, yeni bir bölgesel denge oluşacaktır.
Elbette, ABD’nin İran’la yürüttüğü müzakereler sekteye uğrayabilir ve Washington, Tahran’a karşı daha çatışmacı bir rotaya dönebilir. Böyle bir senaryo, bölgesel çatışmayı uzatır ve yakın vadede Arap-İsrail normalleşmesinin önünü kapatır. Ancak bir anlaşmaya varılabilirse, Körfez ülkeleri İran, İsrail ve ABD’yi birbirine bağlayan eksenlerin merkezinde yer alarak yeni bir bölgesel düzenin pivotu haline gelme fırsatı yakalayabilir. Yıllar süren savaş ve kargaşanın ardından bu, bölgeye nihayet gerçek bir istikrar getirme şansı olabilir.
Vali Nasr, Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu’nda Majid Khadduri Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu Çalışmaları Profesörüdür ve İran’ın Büyük Stratejisi: Siyasi Tarih adlı kitabın yazarıdır.
Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/israel/new-balance-power-middle-east-iran