Körfez’deki Amerikan Taahhütleri Bölgesel Düzeni Nasıl Yeniden Oluşturabilir
9 Eylül’de İsrail, Hamas’ın üst düzey yetkililerini öldürmek amacıyla Doha’nın yerleşim bölgelerinden birindeki bir villayı bombalayarak dünyayı şok etti. Bu, Katar’ın bu yıl ikinci kez hedef alınışıydı. (Haziran ayında İran, ABD ve İsrail’in İran’a düzenlediği saldırılara misilleme olarak emirlikteki bir ABD hava üssüne füze saldırısı gerçekleştirmişti). Önemli bir ABD müttefiki ve kilit bir arabulucu olan Katar, bölgedeki çatışmaların tarafları tarafından genellikle dokunulmaz bir alan olarak görülüyordu. Dahası, arabuluculuk rolü çerçevesinde Katar, yıllardır Amerikan ve İsrail’in zımni onayıyla Hamas liderlerine ev sahipliği yapıyordu; hedef alınan yetkililer aslında Katar kanalları aracılığıyla Gazze için olası bir rehine ve ateşkes anlaşması üzerinde müzakereler yürütmekteydi. Saldırılar Katar’da daha fazla can kaybına veya hasara yol açsaydı, tüm bölgeyi istikrarsızlaştırabilir, savaşı Körfez’e yayabilir ve yakın vadede ateşkes ihtimalini tamamen ortadan kaldırabilirdi.
İsrail’in Katar’a yönelik saldırısı başarısız oldu ve korkulan senaryo gerçekleşmedi. Ancak bu saldırı, istemeden de olsa aynı derecede önemli bir sonuca yol açtı: ABD’nin Orta Doğu politikasında son on yılların en kayda değer değişimlerinden birinin kapısını araladı. ABD Başkanı Donald Trump yalnızca öfkesini dile getirmekle kalmadı; Gazze’de ateşkes kabul etmesi için İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’ya baskı uyguladı. Ayrıca, Washington’un Körfez’deki müttefikine bağlılığını yeniden teyit eden ve Katar’a yönelik silahlı bir saldırının “ABD’nin barış ve güvenliğine yönelik bir tehdit” sayılacağını belirten bir başkanlık kararnamesi yayımlayarak benzeri görülmemiş bir adım attı. ABD’nin bu güçlü ve açık desteği, Körfez ülkeleri ile ABD arasındaki güvenlik ilişkilerinde yeni bir ölçüt oluşturacağa benziyor.
Bölgesel güç dengelerinde yaşanan köklü değişimlerin bağlamında, bu adımlar Orta Doğu’da yeni bir düzenin zeminini hazırlıyor. Eğer bu düzen tamamlanabilirse, daha derin ABD-Körfez ilişkileri, İran’ın bölgesel gücünün çöküşü ve dost ordular arasında daha sıkı bir koordinasyon üzerine inşa edilecek. Bir nesildir ilk kez, ABD dünyanın en şiddetli bölgelerinden biri için kalıcı bir güvenlik mimarisi kurma fırsatına sahip. Ancak Trump yönetiminin bu nadir anı değerlendirebilmesi için partnerleriyle beklentileri uyumlu hale getirmesi, şekillenmekte olan güvenlik çerçevesini sağlamlaştırması ve diplomasiyi canlandırması gerekiyor. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın 18 Kasım’da Trump ile Washington’da yapacağı görüşmeye hazırlanması, ABD için Katar’a yönelik yeni güvenlik taahhüdünü Suudi Arabistan’a ve tüm Körfez bölgesine genişletme açısından kritik bir fırsat teşkil ediyor. Ancak başkan ve ekibi odaklarını kaybederse, tüm bu kazanımlar çözülebilir.
Nadir Bir Sakinlik
İki yıllık savaşın ardından, ABD’nin Orta Doğu’daki düşmanları onlarca yılın en zayıf durumuna gelmiş durumda. Gazze’deki ateşkes devam etmese bile, tüm sağ kalan İsrailli rehinelerin yalnızca kısmi bir İsrail geri çekilmesi karşılığında iade edilmesi, bu anlaşmayı Hamas’ın fiilen yenilgisi hâline getiriyor. Öte yandan, İran’ın balistik füze ve nükleer silah programları ağır hasar aldı; İran’ın Suriye’deki müttefiki Esad rejimi devrildi, Tahran’ın Levant bölgesindeki vekili Hizbullah zayıflatıldı; Irak’taki İran destekli milisler büyük ölçüde sindirildi. Bugün itibarıyla, Yemen’deki Husiler İran’ın önemli askeri tehdit oluşturmaya devam eden tek vekili veya ortağıdır ve grubun liderliği İsrail’in artan baskısı altındadır. İran gelecekte yeniden bölgesel bir tehdit hâline gelebilir, ancak mevcut kapasitesi ciddi şekilde tahrip edilmiştir. Sonuç olarak, Orta Doğu, ABD’nin çıkarlarıyla uyumlu nadir bir sakinlik dönemine girmiştir.
Bu değişiklikler yalnızca Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırılarının ardından başlayan savaşların sonucu değildir. Bunun bir kısmı, Trump’ın ilk dönemine ve Biden yönetimine de atfedilebilir; her iki yönetim, Orta Doğu’ya yaklaşımları bakımından genellikle sanıldığından daha fazla benzerlik taşımaktadır. Trump, ikinci döneminde, seleflerinden bir yaklaşımı benimsedi ve esas olarak yerel ortaklarla “birlikte, aracılığıyla ve onlar eliyle” çalışma yöntemini izledi. Mayıs ayında Riyad’da yaptığı bir konuşmada, Orta Doğu ülkelerinin, özellikle Körfez ülkeleri ve Türkiye’nin, kendi iç işlerini yürütme ve bölgesel güvenlikte daha büyük bir rol oynama yetisine vurgu yaptı—gerekli durumlarda bu girişimlerin kararlı ABD askeri operasyonlarıyla destekleneceğini belirtti. Buna karşılık, Orta Doğu’daki ortaklara yeni ekonomik ve güvenlik ödülleri sunuldu.
ABD ile ticari ve yatırım ilişkilerini büyük ölçüde artırmanın yanı sıra, Arap müttefiklere, Trump’ın ilk döneminde imzalanan ve İsrail ile birkaç Arap ülkesi arasında ilişkileri normalleştiren bir dizi anlaşma olan İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail’le daha derin diplomatik ilişkiler kurma imkânı sunuldu. Bu yaklaşım, Trump’ın ulus inşası için büyük kaynaklar harcamama taahhüdüyle birleştiğinde, Amerikan halkına da daha iyi bir teklif sunuyordu: Orta Doğu’da daha düşük askeri maliyetle ve ABD’ye daha fazla ekonomik fayda sağlayacak bir istikrar. Trump, göreve döndüğünden bu yana bu stratejiyi hayata geçirdi: Eski bir terörist olan Suriye’nin yeni lideri Ahmed el-Şara’yı benimsedi; İran’daki Fordow nükleer tesisini bombaladı; Doha’ya olağanüstü bir güvenlik taahhüdü verdi ve İsrail ile Hamas’ı ateşkese ikna etti.
Bu yaklaşımın tohumları Biden yönetimi sırasında atıldı. Seçim kampanyası sırasında ABD Başkanı Joe Biden, demokrasilerle otokrasileri karşı karşıya getiren bir dünya görüşünü benimsemiş ve bir Suudi gazetecinin öldürülmesi nedeniyle Suudi Arabistan’ı “parya” ilan etme sözü vermişti. Ancak göreve geldikten sonra Biden, Trump’ın İbrahim Anlaşmalarını benimsedi ve hatta genişletmeye çalıştı; 2022’de Suudi Veliaht Prensi ile kamuoyunun önünde yumruk tokuşturdu. Biden’ın 2022 Ulusal Güvenlik Stratejisi, birçok açıdan Trump’ın 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne benziyordu. Her ikisi de ABD ekonomisini güçlendirmeye, orduyu takviye etmeye ve silahlı kuvvetleri kararlı bir şekilde kullanmaya odaklanmıştı. 2024’te Biden, İran füzelerini hedef almak üzere ABD kuvvetlerine emir vererek ve zaman zaman ateş altına girerek, İsrail’i desteklemek için doğrudan çatışmaya giren ilk başkan oldu. 2022 stratejisi ayrıca, “kurallara dayalı uluslararası sistemi” destekledikleri sürece, “demokratik kurumları benimsemeyen ülkelerle” de ortaklık kurulabileceğini belirtmekteydi. Biden bu yaklaşımı şu şekilde uygulamaya koydu: Gazze’deki ciddi ahlaki ve siyasi başarılara rağmen Netanyahu ile çalıştı; NATO’nun genişlemesi konusunda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la iş birliği yaptı; bölgenin güvenlik mimarisi bağlamında Körfez liderleriyle temas kurdu.
Biden ile Trump’ın Orta Doğu politikalarının bir başka ortak noktası daha var: Her ne kadar Kongre’de ve kamuoyunda önemli destek bulsalar da, her iki başkanın politikaları kendi siyasi tabanlarının temel unsurlarıyla gerilimler yarattı. Gazze’deki insani kriz derinleştikçe, Biden Demokrat Parti içindeki bazı gruplar tarafından İsrail’e karşı yeterince mesafe koymamakla sert şekilde eleştirildi. Öte yandan Trump, ABD’nin bölgede daha az askeri rol üstlenmesini isteyen “Önce Amerika” kanadındaki birçok sesli muhalefetle karşılaştı. Buna rağmen her iki başkan da ABD’nin bölgedeki güçlü güvenlik angajmanına bağlı kalmayı sürdürdü.
Yeni Kırmızı Çizgiler
Körfez ülkeleri, yeni bölgesel düzenin dayanak noktası hâline gelmiş durumda. ABD’den güçlü bir tepki gelmemiş olsaydı, İsrail’in Doha’ya düzenlediği saldırı, Washington’un Körfez’e ve genel olarak Orta Doğu’ya olan bağlılığını sorgulatabilirdi. Ancak bu saldırı, bunun yerine Trump’ın Körfez’in ABD ve bölgesel güvenlik açısından taşıdığı önemi yeniden teyit etmesinin tetikleyicisi oldu. Özünde bu gelişme, Körfez’deki caydırıcılığın artık yalnızca ABD’nin askeri varlığına, silah satışlarına ve ekonomik anlaşmalara dayanamayacağını; daha entegre ve siyasi açıdan uygulanabilir bir çerçeveye ihtiyaç duyduğunu Washington’a kabul ettirmiş oldu.
Trump, Katar’ı savunma taahhüdünde bulunan başkanlık kararnamesini yayımladığında, tüm Orta Doğu’ya ABD’nin kırmızı çizgilerinin yalnızca İsrail’le sınırlı olmadığını gösteren bir mesaj gönderdi. Aynı zamanda Körfez ortaklarına da ABD’nin bölgedeki savunma taahhütlerinin sınırlarının —belki de kalıcı biçimde— genişlediğini iletti. Bunu, İran vekillerinin 2019’da Suudi Arabistan’daki büyük bir petrol rafinerisine saldırdığı zamandaki durumla kıyaslayın. O dönemde Trump hiçbir karşılık vermemiş ve Körfez ülkeleri ABD’nin güvenliklerine olan bağlılığına dair bir miktar inanç kaybetmişti. Ancak Trump’ın bu son başkanlık kararnamesiyle, benzer bir saldırının gelecekte farklı bir sonuç doğuracağı yönünde artık geçerli nedenleri var.
Trump’ın verdiği bu güvence, Körfez’e yönelik bu türden ilk Amerikan taahhüdü değil. 2023 yılında, Biden yönetimi ABD’nin bölgedeki angajmanına bir çerçeve oluşturmak amacıyla ABD-Bahreyn Kapsamlı Güvenlik Entegrasyonu ve Refah Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşma, yeni ekonomik ve teknolojik girişimlerin geliştirilmesi, ortak askeri tatbikatların düzenlenmesi, savunma planlamasında koordinasyonun sağlanması ve istihbarat paylaşımının artırılması gibi ABD ile Bahreyn arasındaki iş birliğini teşvik etti. Ortak güvenliğe ilişkin olarak ise anlaşma, askeri veya başka türde silahlı bir saldırıya karşı ABD’nin derhâl ve zorunlu müdahalesinden ziyade istişareyi ve ortak yanıtı öne çıkardı.
Bahreyn ile yapılan bu anlaşma ve Katar’a dair başkanlık kararnamesi, ABD Senatosu tarafından onaylanmış bir antlaşmanın hukuki netliğine veya kurumsal kalıcılığına sahip olmasa da, siyasi etkileri büyüktür—özellikle de Katar açısından. 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez, ABD kendi çıkarlarını bir Körfez devletinin güvenliğiyle açıkça ilişkilendirmiştir. Bu adımıyla Trump, Körfez ve bölgesel ortaklarla ABD arasındaki güvenlik ilişkilerinde yeni bir standart belirlemiş oldu. Suudi Arabistan ise, veliaht prensin Beyaz Saray’ı ziyareti sırasında, kendisine yönelik bir saldırının ABD çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak kabul edileceğini belirten benzer bir başkanlık emri talep edebileceğini şimdiden ifade etmiş durumda.
Bu, veliaht prensin Gazze savaşı başlamadan önce talep ettiği resmî ABD güvenlik anlaşmasından daha az iddialı bir düzenleme olacaktır. Biden yönetimi döneminde, ABD ile Suudi Arabistan arasında, İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesi karşılığında Senato tarafından onaylanacak bir savunma antlaşması konusunda görüşmeler yürütülüyordu—bu antlaşma İbrahim Anlaşmaları’nın Suudi Arabistan’a da genişletilmesi anlamına gelecekti. Ancak Gazze’deki savaş sonrası oluşan karmaşık durum nedeniyle bu tür bir anlaşma ertelendi. Buna karşılık, Riyad ve diğer Körfez ortaklarının gözünde, Trump’ın Katar’a yönelik başkanlık kararnamesi somut bir ABD koruması sağlıyor ve Senato onayını veya İsrail’le normalleşmeyi gerektirecek uzun ve karmaşık müzakereleri devre dışı bırakıyor. Başka bir deyişle, Trump’ın Doha krizine verdiği yanıt, ABD’nin bunu inandırıcı kılmak için gerekli desteği sağlaması koşuluyla, bölgede yeni bir güvenlik mimarisinin temeli olabilecek potansiyele sahip.
Ayrıntıları Okuyun
Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri için Trump’ın başkanlık kararnamesi hem umutları hem de soru işaretlerini beraberinde getirdi. Üç ülke de bu adımı, muhtemelen haklı olarak, ABD’nin bölgede hem devlet hem de devlet dışı tehditlere karşı ortaklarını savunma kararlılığının açık bir göstergesi olarak yorumladı. Öte yandan, bu güvenceye dair hukuki belirsizlik, Körfez liderleri arasında bunun kalıcılığı ve uygulanabilirliği konusunda endişelere yol açtı. Örneğin, 2028’de göreve gelecek yeni bir ABD yönetimi, ABD-Katar ikili ilişkilerine büyük zarar verse de, bu güvenceyi kolayca iptal edebilir.
Trump yönetimi de Doha güvencesinin resmî bir politika değişikliğini mi yoksa geçici bir doğaçlamayı mı temsil ettiğini henüz tam olarak açıklamış değil. Örneğin bu güvence, Katar’ın Eylül ayında yaşadığına benzer bir senaryonun nasıl önüne geçecektir, belli değil. Benzer bir saldırı durumunda, ABD İsrail füzelerinin Doha’yı vurmasını engelleyecek midir, yoksa yalnızca saldırıyı Katar’a daha hızlı mı bildirecektir? ABD, Orta Doğu’daki en yakın müttefiki olan İsrail’i dizginlemek için harekete geçecek midir? Tarih göstermektedir ki, ABD’nin güvenlik taahhütleri çoğunlukla bireysel olaylara yönelik doğrudan askeri müdahalelerden ziyade, 1990’da Kuveyt’e düzenlenen saldırı türünden büyük çaplı saldırıları caydırmaya ve istikrar, öngörülebilirlik ile barışı teşvik eden bölgesel güvenlik ortamlarını desteklemeye yöneliktir. Gerektiğinde ABD, müttefiklerini sınırlamaya çalışmıştır; örneğin 1956’da Fransa ve Birleşik Krallık Süveyş’e saldırdığında ya da 1964 ve 1974’te Türkiye Kıbrıs’ı tehdit ettiğinde olduğu gibi.
Bu gerilimler, daha derin bir açmazı da yansıtmaktadır. Geçmişte Körfez ortakları, ABD’den daha fazla koruma talep etmek ile Çin ve Rusya gibi alternatif ortaklıklarla kendilerini güvence altına almaya çalışmak arasında gidip gelmişlerdir. Nitekim Eylül ayında Suudi Arabistan, Pakistan ile bir savunma anlaşması imzaladı. Yeni başkanlık kararnamesi bu tür arayışları azaltabilir, ancak bu yalnızca Washington’un bu güvenceye gerçek bir caydırıcılık gücü kazandırdığını net biçimde ortaya koyması durumunda mümkün olacaktır. Katar’ın dış saldırılara karşı bir yanıt beklentisi karşılanmazsa, ABD Körfez ülkelerinin şu ikilemi yaşadığı tehlikeli bir orta alan yaratma riskiyle karşı karşıya kalabilir: ABD’nin taahhütleri terk edilemeyecek kadar güçlü, ama devletlerin ABD çıkarlarına aykırı olabilecek alternatif anlaşmalar yapmasını engelleyecek kadar da zayıf. Bu senaryoda Washington, nüfuz sahibi olmadan sorumluluk üstlenmiş olur; bölgesel krizlerden sorumlu tutulabilir, ancak ortaklarının tutumlarını şekillendirecek bir etkiye sahip olmayabilir. Bu beklentileri yönetmek, önümüzdeki aylarda yönetimin diplomatik becerisinin en önemli sınavlarından biri olacaktır.
Yeni Doha paradigması başka tuzaklar da barındırıyor. Katar’a verilen güvence ve ABD’nin bölgedeki genel tutumu ile stratejisi, büyük ölçüde kasıtlı bir koordinasyonun değil, tepkisel kararların sonucu gibi görünüyor. Trump’ın ikinci yönetimi hâlâ bölgeye ilişkin resmî bir güvenlik doktrini ortaya koymuş değil. ABD’nin aşırı angajman riski de mevcut. Netlikten yoksun bir ortamda, Körfez ortakları bu güvenceyi NATO’nun 5. Maddesi ile eşdeğer olarak yanlış yorumlayabilir—bu madde, bir müttefike yönelik silahlı saldırının tüm üyeye yönelik bir saldırı sayılacağını belirtir. Washington ile Körfez başkentleri arasında beklentilerdeki bu uyumsuzluk, ABD’nin bölgesel anlaşmazlıklara sürüklenmesine ya da daha da kötüsü, gerilimin tırmandığı anlarda taahhütlerinden geri adım atıyormuş izlenimi yaratmasına neden olabilir. Washington’un Katar’a verdiği bu taahhüdü inandırıcı kılabilmesi için, bunu caydırıcılığı siyasi ve askeri esneklikle dengeleyecek biçimde kurumsallaştırması gerekecektir.
Barışı Kazanmak
Tüm bu zorluklara rağmen, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’nun güvenliğini yeniden şekillendirmek için nadir görülen bir fırsatı var. Düşmanlar zayıflamış, ortaklar güç kazanmış ve diplomasi yeniden canlanmışken, Washington yeni oluşmakta olan bölgesel düzeni birkaç yıl öncesine kadar akla dahi gelmeyecek biçimlerde biçimlendirme imkânına sahip. Körfez’e yönelik yeni güvenlik teminatlarını temel alarak, Trump yönetimi örneğin Körfez ülkeleri (ve muhtemelen İsrail) arasında çok taraflı savunma anlaşmalarını resmîleştirebilir, İbrahim Anlaşmaları’nı daha geniş kapsamlı bir bölgesel siyasi foruma dönüştürebilir ya da güvenlik iş birliğini, ABD ile uyumlu güvenlik düzenlemelerine dahil olmak isteyen ülkelerle ekonomik yatırımlar ve entegrasyonu daha da teşvik etmek için bir kaldıraç olarak kullanabilir. Körfez ülkeleri, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaş ve Katar’a düzenlediği saldırı nedeniyle hayal kırıklığı yaşamış olsa da, İsrail’in İran’ın ve onun vekillerinin askeri kapasitelerini zayıflatarak Körfez’i daha güvenli hâle getirdiğini kabul etmektedir. Bu nedenle Körfez ülkeleri, ihtiyatlı bir biçimde de olsa, İsrail’i kendi yanlarında görmek isteyeceklerdir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu düzenini yeniden kurma yönünde daha önce de fırsatlar elde ettiği not edilmelidir: 1974’te Yom Kippur Savaşı’nın ardından ve 1991’de Kuveyt’in kurtarılmasından sonra. Her iki durumda da, ABD öncülüğündeki koalisyonlar bölgesel çatışmanın başlıca kışkırtıcılarını mağlup etmiş ve sonrasında 1979’da Mısır ile İsrail arasındaki antlaşma, 1991 Madrid Konferansı ve Oslo Anlaşmaları gibi büyük diplomatik girişimlerle bu başarıyı takip etmiştir. Ancak bölgedeki hükümetler, bu iki dönemde de barışı kalıcı hâle getirmeyi başaramamıştır. Benzer zorluklar bugün de önümüzde durmaktadır ve Washington ile bölgedeki ortakları bu deneyimlerin tekrarını önlemeye çalışmalı, ortaya çıkan kırılgan istikrarı yeni bir norm hâline getirmelidir.
Aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri için Orta Doğu’daki kendi askerî duruşunu yeniden değerlendirme ve yeniden tanımlama zamanı da gelmiştir. Geniş çaplı birlik konuşlandırma ihtiyacının azalmasıyla birlikte Washington, hızlı müdahale yetenekleri ve ileri konuşlanma üslerine dayanan stratejik güç projeksiyonunu yeniden benimseyebilir; ayrıca bölgesel ortaklar arasında askerî birlikte çalışabilirliği ve entegrasyonu genişletebilir. Aynı derecede önemli bir diğer husus, ABD’nin yenilenen nüfuzunu, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen gibi bölgelerde süregelen gerilimleri ele almak için kullanabilmesidir. Örneğin, ABD Katar’a ve muhtemelen Suudi Arabistan’a verdiği yeni taahhütlerini, Doha ve Riyad’ı Irak’taki devlet kurumlarına milislerin müdahalesini önlemede daha etkin rol oynamaya ya da Lübnan’ın yeniden inşasına daha fazla katkıda bulunmaya teşvik etmek için kullanabilir.
ABD bu taahhütleri yerine getirmezse, bölgeyi daha iyi ve daha istikrarlı bir rotaya sokma fırsatı kapanabilir ve bunun sonucunda hayal kırıklığına uğramış ortaklar, cesaretlenmiş düşmanlar ve ABD’nin itibarında kalıcı zararlar ortaya çıkabilir. Amerika Birleşik Devletleri, Orta Doğu’yu istikrara kavuşturmak için muazzam kaynaklar harcadı ve sonunda kalıcı güvenliği mümkün kılacak bir bölgesel hizalanma ile karşı karşıya. Bu fırsatın boşa gitmesi büyük bir kayıp olur.
Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/middle-east/new-path-middle-east-security
