“Ölü El” ya da “Nükleer Rulet” Oyunu

Geçtiğimiz Temmuz ayında ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitri Medvedev arasındaki ağız dalaşı “nükleer tırmanış” gibi çok tehlikeli sulara girildiğinin bir işareti olarak algılandı. Ağız dalaşının ardından yaşanan gelişmelerin Hiroşima ve Nagazaki’yi küle çeviren “nükleer katliam”ın 80. Yıl Dönümüne denk düşmesiyse son derece düşündürücüydü. Acaba dünya ölümcül bir yeni nükleer rulet oyunuyla mı karşı karşıyaydı? Halihazırdaki uluslararası düzenin kayışlarının her taraftan patlamış olması nükleer bir tırmanışın nükleer bir savaşla son bulabileceğine dair kaygıları derinleştiriyor.
Ağustos 13, 2025
image_print

Geçtiğimiz Temmuz ayında ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitri Medvedev arasındaki ağız dalaşı “nükleer tırmanış” gibi çok tehlikeli sulara girildiğinin bir işareti olarak algılandı. Ağız dalaşının ardından yaşanan gelişmelerin Hiroşima ve Nagazaki’yi küle çeviren “nükleer katliam”ın 80. Yıl Dönümüne denk düşmesiyse son derece düşündürücüydü. Acaba dünya ölümcül bir yeni nükleer rulet oyunuyla mı karşı karşıyaydı? Halihazırdaki uluslararası düzenin kayışlarının her taraftan patlamış olması nükleer bir tırmanışın nükleer bir savaşla son bulabileceğine dair kaygıları derinleştiriyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, ABD 6 Ağustos ve 9 Ağustos 1945’de Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası attı.  En az 200 bin civarında insan hayatını kaybetti. Öte yandan ABD “nükleer bomba” kullanan tek ülke olarak dünya tarihine adını yazdırdı. Amerikalıların bakış açısına göre yüzbinlerce masum insanın hayatını kaybetmesi pahasına iki Japon şehrine atom bombası atmak ahlaken savunulamaz olsa bile, sonuçları itibariyle savaşın son bulmasına yardım ettiği için ‘gerekli kötülük’ olarak niteleniyordu. Bu ‘gerekli kötülük’ doktrini ABD’nin küresel hegemonyası için uygun bir kılıf işlevi görüyor. 12 Mayıs 1996’da “CBS News” kanalına konuşan ABD’nin BM Büyükelçisi Madeleine Albrigth,  ABD ve BM yaptırımları sebebiyle hayatını kaybeden Iraklı çocuklarla ilgili bir soruya verdiği cevap ‘gerekli kötülük’ doktrininin insanı dehşete düşüren çerçevesine ışık tutuyordu. Program sunucusunun “Yarım milyon çocuğun öldüğünü duyduk. Yani, bu Hiroşima’da ölenlerden daha fazla çocuk. Ve, biliyorsunuz, buna değer mi” sorusuna Albrigth,” Bunun çok zor bir seçim olduğunu düşünüyorum, ancak bedelinin buna değeceğini düşünüyoruz” diye cevap vermişti.  Amerikan uçaklarıyla, bombalarıyla on binlerce Gazze’li çocuğu katleden İsrail’e ABD’nin silah ve para yağdırmaya devam etmesini telkin eden de aynı zihniyettir.

Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması emrini ABD Başkanı Harry S. Truman vermişti. Gösterilen gerekçe, Japonya’nın teslim olmasını sağlayarak İkinci Dünya Savaşı’nın son bulmasıydı.  Bu doğru değildi, Japonlar savaşı kaybettiklerini biliyorlardı ve Amerikalılarla anlaşmaya hazırdılar.  Diğer bir yandan General Dwight D. Eisenhower gibi ABD’nin birçok ünlü savaş generaliyse Japon şehirlerine atom bombası atılmasını gerektirecek nitelikte bir durum olmadığını kanısındaydılar. 1953-1961 yılları arasında ABD Başkanlığı da yapan Eisenhower İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin Avrupa’daki komutanıydı. General Eisenhower, Temmuz 1945’te Savaş Bakanı Henry Stimson ile yaptığı bir görüşmede Japonya’ya karşı atom bombası kullanılmasına iki nedenle karşı olduğunu söylemişti: “Birincisi, Japonlar teslim olmaya hazırdı ve onları o korkunç şeyle vurmaya gerek yoktu. İkincisi, ülkemizin böyle bir silahı ilk kullanan ülke olduğunu görmekten nefret ediyordum.”

Amerikalılar ilk atom bombası testini 16 Temmuz 1945’de New Mexico eyaletindeki “Jornada del Muerto(Ölü Adamın Yolculuğu)” çölünde gerçekleştirdiler. Sonuçlar başarılıydı, sıra atom bombasının doğrudan imha silahı olarak kullanılmasındaydı. Adres Hiroşima ve Nagazaki’ydi. ABD Başkanı Truman Japonlar’ın teslim olmasıyla değil,  atom bombasının etkisini dünyaya göstermekle ilgileniyordu.  Truman yönetiminin gözünü kırpmadan iki şehre atom bombası atmasının asıl sebebiyse Sovyetler Birliği başta gelmek üzere ABD’nin olası rakiplerine gözdağı vermekti. Soğuk Savaş’ın şafağında ABD, karşı konulamaz bir askerî üstünlüğe sahip olduğu mesajı veriyordu. Ancak ABD’den hemen sonra Sovyetler Birliği de kendi atom bombasına sahip oldu. Moskova ABD’nin gizli atom bombası çalışmalarından haberdardı. Dünyada sadece Amerikalıların atom bombasına sahip olmasından endişe eden bazı bilim adamları nükleer çalışmalar hakkında düzenli olarak bilgi sızdırıyorlardı. Sovyet lideri Josef Stalin herşeyi biliyordu.  Amerikan liderleriyse Stalin’in bildiğini bilmiyorlardı.

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği defalarca nükleer savaş riskiyle yüz yüze geldi. Japonya’ya atılan atom bombalarının yol açtığı dehşete tanık olan dünya 16 Ekim 1962’de başlayan ve 29 Ekim’de son bulan “Küba Füze Krizi”yle sarsıldı. Amerikalılar Sovyetler’in ABD’nin burnunun dibindeki Küba’da nükleer başlıklı füzeler konuşlandırdığını öğrenmiştiler. Küba ABD tarafından dört bir yandan abluka altına alındı ve Ruslar da savaş gemilerini bölgeye doğru yola çıkardılar. ABD ve Sovyetler Birliği arasında nükleer bir savaş ihtimali bütün dünyayı korkuttu. Dönemin ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy(JFK), Sovyetler Birliği’nin lideriyse Nikita Kuruşçev idi. Washington ve Moskova arasında 13 gün süren son derece gerilimli müzakereler sonucunda iki lider aralarında anlaştılar. Küba’daki Sovyet nükleer füzeleri ile ABD’nin İzmir’de konuşlandırdığı nükleer başlıklı Jüpiter füzeleri karşılıklı olarak sökülüp kaldırıldı. Bu vakada ilginç olan bir diğer husus ise İzmir’deki füzelerin sökülmesinden Ankara’nın haberdar edilmemesiydi. Küba için de durum pek farklı değildi.

II

Aradan geçen onca yıldan sonra ABD ile Rusya arasında bir kez daha nükleer kılıç şakırtıları yaşanıyor. Geçtiğimiz Temmuz ayında ABD Başkanı Donald Trump Rusya ve Hindistan’ın “ölü ekonomiler” olduğuna ve iki ülkenin “tehlikeli bölgeye” girdiğine dair sert ifadeler kullandı. Trump’a cevap Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den değil, Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitri Medvedev’den geldi. Medvedev “Telegram” hesabından yaptığı paylaşımda Trump’a hitap ederek, “Kendisi çok sevdiği ‘yaşayan ölüler’ filmlerini hatırlasın ve doğada var olmayan bir ‘ölü elin’ ne kadar tehlikeli olabileceğini hatırlasın” demişti.

Medvedev neden Trump’a “Yaşayan Ölüler” filmlerini ve Ölü El” tehlikesini hatırlatıyor?  Ve bu hatırlatmalar Trump’a ne anlatıyor? “Yaşayan Ölüler” 1968 ‘de George A. Romero’nun “Yaşayan Ölülerin Gecesi” filmiyle başlayan ve sonraki kırk yıl içinde benzer temaları işleyen film serisine bir gönderme olabilir. Bu filmlerde ABD’de ölülerin canlanması(Zombiler) şeklinde ortaya çıkan yaygın bir felaket ve insanlığın bununla baş etmeye çalışması anlatılıyordu. Filmler sadece ABD’de değil, birçok ülkede büyük bir seyirci kitlesine ulaştı. Bu zombi filmlerinin dönemin politik koşullarına göndermelerde bulunduklarını da belirtmeliyiz. Trump’ın gençlik yıllarında bu filmleri izlediği ve akranları gibi çok etkilendiği söyleniyor. Keza “Küba Füze Krizi” de Trump kuşağının tanıklık ettiği bir krizdi. Zombi filmleri kurmacaydı, füze kriziyse gerçekti. Keza ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarının zihinlerde uyandırdığı korkunç duygular da sinemaya yansıtılıyordu. 1983’te gösterime giren, ABD’yi nükleer savaşın eşiğinde ve hemen sonrasında tasvir eden “The Day After(Ertesi Gün) “ bu filmlerden en etkileyici olanıydı.  Amerikalı bazı aileler çocuklarının bu filmi izlemelerine izin vermiyorlardı. Bazı yorumculara göre “Nükleer kıyamet” korkusu Trump ve onun yaş kuşağının dünya görüşlerini şekillendiren önemli etkenlerden biridir.

“ABC” kanalı tarafından gösterilen televizyon filmi “The Day After” ABD’nin Kansas eyaletindeki bazı şehirlerin Rusya ile nükleer bir savaşta yok edilmesini konu alıyordu. Filmi Amerika’da yüz milyondan fazla kişi izledi. Bu bir filmin yakaladığı en büyük izleyici sayısıydı. Bu rakam ABD’nin toplam nüfusunun neredeyse yarısıydı. Kendisi de eski bir aktör olan Ronald Reagan ABD Başkanıydı ve o da çoğu Amerikalı gibi filmi izlemişti. Reagan o kadar çok etkilenmişti ki günlüğünde film için “Beni büyük bir depresyona soktu” bile diyecekti.

“Ertesi Gün” filminin on milyonlarca Amerikalıyı derinden sarsmasının sebebi, nükleer yıkımın dehşet verici şekilde görselleştirilmesiydi. Kömürleşmiş ceset yığınları ve yavaş yavaş biriken radyasyon kabarcıkları göz yaşartıcı monologlardan çok daha fazla etkili olmuştu. Bu film bir bakıma Hiroşima ve Nagazaki’de yaşanan “nükleer katliam”ın iz düşümü gibiydi.

“The Day After” hiç gelmeyeceği sanılan nükleer savaşın bir gün kapıyı çalabileceğine dair bir uyarıydı. Filmde, hamile kadın Alison Ransom, tanık olduğu nükleer dehşetin tesiriyle umutsuzluğa kapıldığı için çocuğunu doğurmak istemiyordu. Ransom, kendisini teselli etmeye çalışan Dr. Russell Oakes’e itiraz ederek, “Nedenini biliyorduk.  Bombalar ve radyasyonlar hakkındaki her şeyi biliyorduk. Kırk yıldır bunların olabileceğini biliyorduk. Kimse umursamadı” diyordu. 1962’deki “Küba Füze Krizi”ne atıflarda da bulunulan bu film Amerikalıları küresel bir “nükleer rulet” oyunundaki rehineler olarak içine düştükleri durumla yüzleştiriyordu. Film rakip iki süper güç arasındaki nükleer silah yarışı hakkında bir farkındalık oluşturuyordu oluşturmasına ama kitlesel bir umutsuzluğu da çoğaltıyordu.

Film muhafazâkârları ve nükleer karşıtı hareketi de karşı karşıya getirmişti. Bazı muhafazâkâr yorumculara göre film “Amerikan caydırıcılığı”nı zayıflattığı gerekçesiyle kınanmalıydı. Nükleer karşıtı hareket mensuplarıysa filmi coşkuyla sahiplenmiş, gösterimi sırasında mum ışıkları eşliğinde nükleer silahları protesto etkinlikleri düzenlemişlerdi. Yapımcılarına göreyse filmin nükleer bir savaşın “kötü olması” dışında başkaca bir siyasi mesajı yoktu. Bazı yorumlara göreyse film çocuk yaştaki izleyicilerin birçoğunda dehşet, nihilizm ve umutsuzluk duygusu aşılamıştı. “Day After etkisi”  bugün bile “nükleer savaş” senaryolarıyla ilgili tartışmalarda sıklıkla hatırlatılan bir eski fenomendir. Trump’ın da genç bir adam iken bu filmi izlediği tahmin ediliyor. Nitekim ilk Başkanlık döneminde Trump nükleer silahlarla ilgili kimi sohbetlerde “The Day After” filmindeki korkunç sahnelere göndermeler yapıyordu.

Trump’ın nükleer silahlara olan ilgisinde “ Massachusetts Teknoloji Enstitüsü”nde(MIT) uzun yıllar profesörlük yapan elektrik mühendisi amcası John G. Trump büyük rol oynadı. 1985 yılında 78 yaşında vefat eden John G. Trump nükleer araştırmalarda kullanılmak üzere jeneratör üreten bir şirketin de kurucu ortağıydı. ABD Başkanlarından Ronald Reagan, radyasyonu tıp, endüstri ve nükleer fiziğe uygulama çalışmalarından dolayı Prof. John G Trump’a 1983 yılında Mühendislik Bilimleri alanında “Ulusal Bilim Madalyası”  verecekti. Nükleer silahlara takıntılı olduğu bilinen Trump, bu konu ne zaman açılsa, amcası John G. Trump’tan öğrendiklerine atıflarda bulunuyordu. “Nükleer amca” John G. Trump yeğeni Trump’la nükleer silah araştırmalarının dünya için çok tehlikeli boyutlara ulaşabileceğine dair öngörülerini de paylaşmıştı.  2016’da ABD Başkanı seçilen Trump nükleer silah kullanımından açıkça bahsetmenin riskleri konusunda eleştirilere muhatap olduğundaysa, “Öyleyse neden üretiyoruz? Neden üretiyoruz?” demişti. Trump 9 Ağustos 2017’de “X(Twitter)” hesabından yaptığı paylaşımda “Başkan olarak verdiğim ilk emir nükleer cephaneliğimizi yenilemek ve modernize etmek oldu. Şimdi her zamankinden çok daha güçlü ve kuvvetli” demişti. Trump bir röportajındaysa Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin “askerî koruma” için ABD’ye daha fazla ödeme yapmak istemiyorlarsa gidip kendi nükleer silahlarını üretmeleri gerektiğini de söylemişti. Keza Trump, nükleer bir savaş ihtimalini dışlamayarak, ” Her neyse, olacak zaten. Her neyse, olacak zaten. Bu sadece bir zaman meselesi… Şimdi, bir bakıma, Kuzey Kore’nin nükleer silahları varken Japonya’nın da nükleer silahları olmasını istemez miydiniz?” demişti. Trump amcasından iki nükleer güç arasındaki savaşta iki tarafın da kaybedeceğini duymuştu. Bu yüzden nükleer rulet oyununda kazanan kimse olmayacağını söylüyordu.

Trump’ın “Altın Kubbe Hava Savunma Sistemi” projesi ise ABD’ye yönelik nükleer başlıklı füze saldırılarını bertaraf etmeyi amaçlıyor. “Altın Kubbe Hava Savunma Sistemi”nin ABD’nin tek tek taraflı olarak nükleer silah kullanma seçeneğini de elinde tutmasını sağlayacak. Diğer yandan “Karşılıklı Garantili İmha”ya dayalı nükleer silah doktrinini, nükleer güçlerin biribirilerine karşı savaşa girmemeleri konusunda caydırıcılık sağlıyor. Bu yüzden bazı eleştirmenlere göre Trump’ın  “füze geçirmez” olarak sunduğu “Altın Kubbe Hava Savunma Sistemi” stratejik nükleer silahların kontrolü için tabuta çakılan son çivi olabilir. Zira İsrail’in “Demir Kubbe” adıyla bilinen hava savunma sisteminin delinmesinin Trump’ın 175 milyar dolarlık “Altın Kubbesi”  için de söz konusu olabileceğine dair görüşler de dile getiriliyor. “Altın Kubbe” benzeri bir girişim daha önce ABD Başkanı Reagan tarafından “Stratejik Savunma Girişimi ( SDI)” adıyla gerçekleşmişti. Reagan Sovyet füzelerine karşı uzayda lazer ve nükleer silahlardan oluşan bir hava kalkanı geliştireceğini duyurmuştu. “Yıldız Savaşları” olarak anılarak alay konusu da olan bu son derece pahalı program tasarruf önlemleri gerekçesiyle daha sonra rafa kaldırıldı.  Programın rafa kaldırılmasında Sovyetler’in dağılması da etkili olmuştu. “Altın Kubbe” 1980’lerdeki tartışmaları yeniden hafızalara getiriyordu.

III

Trump ve Medvedev arasındaki ağız dalaşı Soğuk Savaş’ın “nükleer kıyamet” senaryolarını bir kez daha gündeme taşıdı. İlk döneminde Trump, “Karşılıklı Garantili İmha”  gerekçesiyle nükleer silahların kullanılmayacağına inanmanın çok büyük bir aptallık olduğunu söylemişti. Medvedev, 28 Temmuz’da yaptığı açıklamadaysa Washington’ın politikalarının Rusya ile ABD arasında daha geniş çaplı bir çatışmayı tetikleme riski taşıdığını söylüyordu. Trump ise Medvedev’in açıklamalarına tepki olarak 31 Temmuz’da yaptığı açıklamada, iki nükleer denizaltının uygun bölgelere konuşlandırılması emrini verdiğini duyuruyordu. Trump daha sonra gazetecilere yaptığı açıklamadaysa Medvedev’i kastederek,  O, nükleer silahlar hakkında konuşuyordu, nükleer silahlar hakkında konuştuğunuzda buna hazırlıklı olmalıyız. Biz tamamen hazırız” demişti.  Oysa Trump seçim kampanyasında Ukrayna -Rusya savaşını çok kısa süre içerisinde durduracağını iddia etmişti. Bu meselenin Ukrayna-Rusya ekseninden çıkarak ABD ve Rusya arasında nükleer kılıç şakırtılarına dönüşmesi ilginç bir gelişmeydi. Bu gelişme Trump’ın vaat ettiği “Önce Amerika” politikasından “sonu gelmez savaşlar”ın aparatları olan Neoconlar’a doğru çekildiğinin bir işareti olarak yorumlayanlar oldu tabii.

Hiroşima ve Nagazaki, “nükleer kıyamet çağı”nın habercisiydi. Bugünün nükleer silahlarıysa 1945’dekilerin çok daha fazla yıkıcı etkiye sahip. Dünyada nükleer başlıklı füze stoklarındaysa Rusya ve ABD ilk sırada yer alıyor.  Ortadoğu’da nükleer bombaları olan rejim ise İsrail. Bu, herkesin bildiği bir sır. Ancak ABD İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu “resmen” söylemiyor. Çünkü Amerikan yasaları, nükleer bir İsrail’e askeri yardımları yasaklıyor. Oysa hem İsrail’de, hem de ABD’de İsrail’in Gazze’de nükleer bomba kullanmasını isteyenler bile oldu. Ocak 2024’te İsrail’in Miras Bakanı Amichai Eliyahu Gazze’ye nükleer bomba atmanın da önlerindeki bir seçenek olduğunu söylemişti. Üstelik Eliyahu bunu ilk kez de söylemiyordu.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Trump yanlısı “Fox News” kanalına konuşan, ABD Kongresi’nin Siyonist Cumhuriyetçi üyelerinden Rand Fine, “Japonları koşulsuz teslim olmaları için iki kez bombaladık… Burada da aynı şey yapılmalı” diye konuşmuştu. İsrail yanlısı Cumhuriyetçi şahinlerden Senatör Lindsey Graham ise “NBC” kanalındaki  “Meet the Press” programında “İkinci Dünya Savaşında, Hiroşima ve Nagazaki’ye bomba atarak savaşı sonlandırmaya karar verdik. Bu doğru bir karardı” demişti.  Graham,  İsrail’e de seslenerek, “İsrail, Yahudi bir devlet olarak ayakta kalabilmen için gereken her şeyi yapmaya hakkın var!” diyordu.

“CIA” dahil 18 istihbarat kuruluşunu denetleyen “Ulusal İstihbarat Ofisi’nin Direktörü Tulsi Gabbard geçtiğimiz Haziran ayında Japonya’ya yaptığı seyahatta bir Amerikan üssünden sonra Hiroşima’yı da ziyaret etti. Gabbard ziyaretle ilgili olarak 10 Haziran’da üç dakikalık bir video görüntüsünü de “X” hesabından paylaştı. Gabbard söz konusu paylaşımında “Kısa bir süre önce Hiroşima’yı ziyaret ettim ve 1945 yılında atılan tek bir nükleer bombanın neden olduğu akıl almaz dehşetin izlerini taşıyan bir şehrin merkezinde durdum. Gördüklerim, dinlediğim hikâyeler ve akıllardan çıkmayan hüzün sonsuza kadar benimle kalacak” diyordu. Dünyanın nükleer imhanın eşiğine her zamankinden daha yakın olduğunu savunan Gabbard, savaş kışkırtıcısı siyasi elitlerin nükleer güçler arasındaki korku ve gerilimi dikkatsizce körüklediklerine dikkat çekerek, “Nükleer savaşa giden bu yolu reddetmeli ve kimsenin nükleer bir soykırım korkusuyla yaşamak zorunda kalmayacağı bir dünya için çalışmalıyız” diye konuşuyordu. Gabbard günümüzdeki nükleer silahların 1945’te ABD tarafından kullanılanılanlardan çok daha güçlü olduğunu belirtiyor, bugün tek bir nükleer silahın sadece birkaç dakika içinde milyonlarca insanı öldürebileceği uyarısında da bulunuyordu. Gabbard atom bombasının Hiroşima’da yaptığı yıkıcı etkiye ait bazı görüntülere de yer veriyordu. Gabbard ayrıca, olası bir nükleer saldırı sonucunda Kaliforniya’daki Golden Gate Köprüsü’nün nasıl yıkılacağını gösteren bir simülasyon da kullanmıştı. Gabbard’ın özel kalem müdür yardımcısı Alexa Henning yaptığı bir açıklamada nükleer savaş konusundaki endişelerin Başkan Trump tarafından da paylaşıldığını belirtiyordu. Bu açıklama yapma mecburiyeti Neocon çevrelerden Gabbard’a gelen tepkiler sebebiyleydi. Gabbard 2023’te “X”te yayınlanan bir yazısında da “Savaş çığırtkanları bizi 3. Dünya Savaşına sürüklemeye çalışıyor, bunun tek bir sonu olabilir: nükleer imha ve tüm sevdiklerimizin acı çekmesi ve ölmesi” demişti. Kongre ve medya Neoconları’nın çıldırmış durumda olduklarına dikkat çeken Gabbard, “Bizi bu soykırıma kurbanlık koyunlar gibi götürmelerine pasif bir şekilde izin verirsek biz de çıldırmış oluruz” diyordu. Gabbard’ın Neoconlar’ı kastettiği çok belliydi.

Ünlü Neoconlardan radyo ve televizyon yorumcusu Mark Levin, Tulsi Gabbard’ın sözkonusu video yayınına tepki gösterenler arasındaydı.  Gabbard’ı hedef alan Levin, Truman’ın ABD’nin Japonya’yı işgal ederek yüzbinlerce asker kaybetmemesi için atom bombası kullanma kararı aldığını savunarak, “Tarihten öğrenecek çok şey var. İkinci Dünya Savaşında sonsuza kadar savaş yok. Videonuzdan Truman’ın kararına katılıp katılmadığınızı anlamak zor “ diyordu.

Gabard video yayınıyla Neocon kovanına tekme atmıştı. Gabbard’a saldırı her taraftan geliyordu. Uzun yıllar Cumhuriyetçiler’in Senato liderliğini yapmış olan Senatör Mitch McConnell fırsatı kaçırmamış, “Politico” dergisine verdiği demeçte Gabbard’a demediğini bırakmamıştı.  McConnell, sadece Gabbard’ı değil, ABD Başkan Yardımcısı JD Vance başta gelmek üzere Trump Yönetimi’ndeki sonsuz savaşlara muhalefet eden isimleri de eleştirmişti.

Diğer yandan Gabbard’ın videoda dile getirdiği görüşler Trump’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer silah kullanımına ilişkin daha önce yaptığı açıklamalarla tezat oluşturuyor. Trump 2016 yılında seçim kampanyası yürütürken dönemin ABD Başkanı Barack Obama’yı Hiroşima’yı ziyaret ettiği için eleştirmişti. Trump,  Obama’nın ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası attığı için özür dilemediği sürece bu ziyareti umursamadığını söylemişti. Trump 20 Ocak 2024’te New Hampshire’daki bir konuşmasında ise “başkanlık dokunulmazlığı” hakkında bir noktaya değinmek için Hiroşima’yı gündeme getirerek, “Hiroşima, pek hoş bir hareket sayılmaz ama muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdirdi. Değil mi?” demişti. Böylece Trump, ABD Başkanı Truman’ın Ağustos 1945’de Japonya’ya atom bombası atma emri vermesinin meşru olduğunu ima ediyordu. Trump Mart 2025’deyse herkesin nükleer silahlarından kurtulmasının harika olacağını da söylemişti.

 IV

Medvedev’in Trump’a “Ölü El” hatırlatması yapmasının arkasındaysa 1990’lardan bu yana yer yer zuhur eden bir başka hikâye var. Bu hikâye “Washington Post” gazetesinin dış haberler editörlerinden David Hoffman’ın 2009’da yayınlanan, yaklaşık 600 sayfalık “Ölü El: Soğuk Savaş Silahlanma Yarışının Anlatılmamış Hikayesi ve Tehlikeli Mirası” kitabında anlatılıyordu.  Bu kitapla “Pulitzer Ödülü” kazanan Hoffman, Amerikan ve Sovyet belgelerinin yanı sıra ilk elden bilgisi olanlarla yaptığı röportajlarla “Ölü El”in arkasındaki hikâyenin perde arkasını aralıyordu. Hoffman’ın gündeme taşıdığı  “Ölü El”  Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlarının yanı sıra gizli biyolojik ve kimyasal silah programlarıyla da ilgiliydi. Medvedev’in Trump’a “Yaşayan Ölüler” filmini hatırlatmasındaki ‘hikmet’ de böylece açıklık kazanıyor.

Kurgusal bir gerilim romanı kadar sürükleyici olan kitap hakkında, ünlü Soğuk Savaş casus romanları yazarı John Le Carre  “Çarpıcı bir araştırma ve anlatım başarısı. Dehşet verici” diyordu. Aslında Soğuk Savaş dönemindeki karşılıklı gizli silah programları dünyanın nasıl bir felaketin eşiğinde yaşadığını göstermesi bakımından son derece uyarıcı dersler veriyorlar. “Karşılıklı” derken, Sovyetler’in de ABD’nin benzer programlara sahip olduğuna inanmasını kastediyorum. “Soğuk Savaş” daha çok algılar tarafından yönetilen bir dönemdi. ”Ben yapıyorsam, düşmanım da yapıyordur” önermesi hiç de yabana atılacak bir önerme değildi.

1969’da ABD Başkanı Richard Nixon, ABD’nin biyolojik silah üretme programlarının sona erdiğini açıklamıştı.  Üç yıl sonra Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer yirmi ülke “Biyolojik Silahlar Sözleşmesi”ni imzalamıştılar. Bu sözleşmeyle taraflar biyolojik silah geliştirmeyeceklerini, üretmeyeceklerini, stoklamayacaklarını ya da başka bir şekilde edinmeyeceklerini veya ellerinde tutmayacaklarını taahhüt etmiştiler. Ancak Sovyet liderleri ABD’nin biyolojik silah programını sona erdirmediğine inanıyorlardı. Amerikalılar da Ruslar için aynı şeyi düşünüyorlardı. İki taraf da birbirileri hakkında doğruyu söylüyor olabilir.

Amerikan anlatısına göre “Ölü El”, Sovyetlerin  “Perimetr” kod adıyla yürüttükleri gizli bir sistemdir. “Perimeter”,  Sovyet üst düzey yönetiminin nükleer bir saldırı sonucu imha edildiğinin anlaşılması durumunda nükleer ve biyolojik silahları yarı-otomatik olarak harekete geçiren bir misilleme mekanizmasını içeriyor.  Amerikalılara göre “Ölü El” onu kullanmak zorunlu hale gelinceye kadar otomatik veya yarı-otomatik, uykuda, ya da yarı uykuda tutulan bir sistem olarak tasarlandı. Batılılar “Perimeter”i “kıyamet günü makinası” olarak da niteliyorlar. Teoriye göre “Perimeter” bir komuta ve kontrol sisteminin askeri frekanslardaki iletişimi, radyasyon seviyelerini, hava basıncını, ısıyı ve kısa süreli sismik bozuklukları ölçmesidir. Ölçümler nükleer bir saldırıya işaret ediyorsa, “Perimetr sistemi” Sovyet cephaneliğindeki tüm kıtalararası balistik füzelerin otomatik olarak ateşlenmesiyle sonuçlanacak zincirleme bir karşı saldırı başlatıyor. Saldırı başladığında geri dönüşü yoktur. “Perimeter”,  nükleer veya daha başka yıkıcı silahlarla ölü duruma düşürüldüğü zannedilen düşman gücün ölü durumdayken bile aynı nitelikte misilleme seçeneğine sahip olduğuna işaret ediyor. Bu yüzden “Perimeter” uzun yıllardır Amerikalıların zihinlerini meşgul ediyor.

Hoffman’ın kitabı Sovyet liderlerinin ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı gerçekten bir ilk nükleer saldırı stratejisi planladığına dair inançlarını yansıtıyordu. Soğuk Savaş’ın en sıcak yıllarında ABD’nin nükleer başlıklı orta menzilli “Pershing II” füzelerinin Batı Avrupa’da konuşlandırılması, Sovyet Askeri Yüksek Komutanlığı için gerçek bir endişe kaynağıydı.  “Pershing II” füzeleri Moskova’yı beş dakikadan kısa sürede vurabiliyordu.  Sovyetler Birliği de yarı otomatik bir cevap ya da misilleme sistemi olan “Ölü El”i bu yüzden inşa etmişti. “Ölü El”, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki çılgınca silahlanma yarışının görünmeyen yüzüydü.

Hoffman’a göre 1980’lerin sonlarında ABD ve Sovyetler arasındaki silah kontrolü müzakerelerinde “Ölü El” programının varlığı gözden kaçmıştı. Sovyetler Birliği dağılmış, ancak “Ölü El” saklı kalmıştı. Sovyetler Birliği’nin son Başkanı Mihail Gorbaçov ise “Ölü El” programı hakkında bilgi sabiydi. Ancak Gorbaçov’un gücü bu programı tümüyle ortadan kaldırmaya yetmemişti. Hoffman kitabında Soğuk Savaş sona ererken nükleer silah programlarını durdurma çabalarına yer veriyor, ancak bu çabaların tam olarak başarılı olamadıklarını ima ediyordu. Reagan da, Gorbaçov da nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasını öngören nihai hedeflerine ulaşamadılar, ancak bu yönde büyük adımlar attılar. Keza Hoffman’a göre Sovyetler ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Ruslar, hem biyolojik hem de kimyasal silah programlarıyla ilgili çalışmalara devam ettiler. Amerikan bakış açısına göre bu silahların birçoğu hâlâ dışarıda, hâlâ tahribat ve yıkım yaratmaya müsaitti.  Silahların hepsi sökülmemiş, etkisiz hale getirilmemiş ya da güvenli yerlere yerleştirilmemişti. Gizli silah sistemleri  uykuya yatırılmış olsalar da “Ölü El”, potansiyel bir yok etme aracı olarak varlığını sürdürüyordu. Hoffman kendisiyle yapılan bir söyleşide de “Ölü El” sisteminin hala canlı olduğuna inandığını vurguluyordu. Hoffman ABD’nin biyolojik silah programından vazgeçtiğini, ancak savunma amaçlı  biyolojik çalışmaların devam ettiğini de söylemişti. Oysa “Savunma” bir örtmece veya kılıf olarak da işlev görebiliyor. Çift amaçlı olarak, savunmaya yönelik biyolojik ve kimyasal çalışmalar saldırı amaçlı silah programlarına dönüştürülebiliyor. Diğer bir yandan Ruslar  “Ölü El” sisteminin var olduğunu hiçbir zaman kabul etmediler. Bu yüzden Medvedev’in Trump’a “Ölü El” hatırlatması ziyadesiyle kafaları karıştırdı. Acaba Medvedev, Hoffman’ın 2009’da yazdığı kitapta anlattığı “Ölü El”i mi kastediyor, yoksa Amerikalıların bilmediği bir başka gizli silah sisteminden mi bahsediyor? Bu hatırlatma ‘blöf’ de olabilir, gerçeğe işaret ediyor da olabilir. Diğer bir yandan, daha önce Amerikalılar “Ölü El”e dikkat çekmiş, Ruslar ise iddiayı belirsizlik sisi içinde bırakmıştılar. Bu bakımdan Medvedev’in “Ölü El” hatırlatması nadir bir pozisyona işaret ediyor. Medvedev gibi en üst düzey yetkililerden gelen bu türden nadir pozisyonlar, iki güç arasındaki krizlerde avantaj sağlayacağına dair bir yaklaşıma işaret ediyor. Buna göre bir güç,  hasım gücü topyekun bertaraf edecek gizli bir silah sistemine sahip olduğunu ve bu sistemi kullanmakta tereddüt etmeyeceğini duyurması veya ima etmesi caydırıcı rol oynar.

Sistemler kusurlu olabilir, makinalar hata verebilir ve daha kötüsü, insanlar aptalca kararlar alabilirler.  İnsanlık tarihi bir yönden, aptalca kararların sebebiyet verdiği felaketler serisidir. “The Day After” filminde Alison Ramsom’ın dikkat çektiği gibi, umursamazlık ölümcül olabilir.