Giriş
Necid Çölü, yalnızca coğrafi bir alan değildir; Suudi Arabistan’ın siyasi, ideolojik ve kültürel merkezidir. Riyad başta olmak üzere ülkenin siyasal sinir sistemi bu kurak topraklar üzerine inşa edilmiştir. Suud ailesinin tarihsel yükselişi, Vahhabi yorumunun güçle harmanlanması ve merkeziyetçi devlet anlayışı hep bu bölgeden yayılmıştır. Ancak çağ değişiyor. Genç nüfusun artışı, dijital kamusal alanların çoğalması ve ekonomik çeşitlenme çabaları, Suudi Arabistan için demokrasi, anayasal düzen, siyasal katılım gibi söylemler yeniden gündeme gelmeye başladı.
Suudi Arabistan, modernleşmesini büyük ölçüde petrol gelirleriyle finanse etmiş ancak siyasal yapısının ilk günkü halini büyük ölçüde muhafaza etmiş bir devlettir. 18. yüzyılın sonlarında Necid bölgesinde temelleri atılan Suud-Vahhabi ittifakı, sadece dinî değil, aynı zamanda siyasi bir düzen yaratmıştır. Bu düzenin temelinde merkeziyetçilik, hiyerarşi ve tebaa anlayışının hâkim olduğu bir siyaset kültürü vardır.
Necid’in bu ideolojik ve siyasal kodları, 1932’de modern Suudi Arabistan’ın ilanıyla kurumsallaşmış; kraliyet ailesi mutlak yetkiye sahip olmuş, anayasal sınırlamalar ise hiçbir zaman gerçek anlamda gündeme gelmemiştir.
Anayasa ve Demokrasi Talep Eden Hareketler
Suudi Arabistan tarihsel süreç içerisinde, yüzeyde sessiz ve durağan görünse de, derinlerinde kuvvetli çalkantılara şahitlik etmiştir. Dışarıdan bakıldığında mutlak monarşinin sarsılmazlığına ikna olunabilir; ancak ülkenin özellikle entelektüel yahut dinî çevrelerinde, rejimin sınırsız yetkilerine karşı itirazlar, uzun zamandır mevcuttur. Bu taleplerin doğası, genellikle kısa ömürlü, bastırılmış veya unutulmuş girişimlerin izinde şekillenmiştir. Yine de bu girişimlerin her biri, Suudi siyasi sisteminin dışarıya yansıttığı yekpare görüntünün ardındaki gerilimleri anlamak açısından hayati önem taşır.
İlk büyük kırılma, 1960’lı yılların başında, Kraliyet ailesi içinden yükselen reform çağrılarıyla yaşandı. Suud ailesine mensup Prens Talal bin Abdülaziz’in önderliğinde şekillenen ve “Özgür Prensler” olarak anılan bu grup, anayasal monarşi fikrini yüksek sesle dile getirdi. Halkın temsil edildiği bir yasama meclisi, kuvvetler ayrılığı ve bireysel hakların güvence altına alınması gibi öneriler, dönemin koşulları göz önüne alındığında oldukça radikaldi. Bu öneriler, yalnızca bir siyasal değişim değil, aynı zamanda meşruiyetin kaynağını kutsal soy ve dini meşruiyetten, halk iradesine doğru kaydırmayı hedefliyordu. Ancak bu girişim, kısa sürede bastırıldı; Prens Talal Mısır’a sürgüne gönderildi ve hareketin hatırası, sistematik biçimde unutturulmaya çalışıldı. Özgür prensler, seküler ve rasyonel bir zeminde ideolojik mücadeleye tutuşurken, Faysal’ın tahta çıkışyla birlikte sıkı islami söylemi kuşanan Suud yönetimi bu çalkantılı dönemin üstesinden gelmeyi başardı.
Yine de bu ilk çıkış, sonraki onyıllarda dile getirilecek reform talepleri için bir referans noktası haline geldi. 1991 yılında, Körfez Savaşı sırasında ABD askerlerinin Suudi topraklarına konuşlanmasıyla başlayan tartışmalar, yeni bir anayasal talep dalgasını tetikledi. Ancak bu kez İslamcı din adamlarının öncülüğünde kaleme alınan dilekçeler, meşveret kurumlarının güçlendirilmesini, şura meclisinin işlevsel hale getirilmesini ve halkın yönetime katılımını gündeme getirdi. Kısa bir süre sonra bu taleplere seküler aydınlar da katıldı. Akademisyenler, ekonomistler ve yazarlar, siyasi katılımın genişletilmesi, ifade özgürlüğünün güvence altına alınması ve anayasal bir denge sisteminin kurulmasını talep eden bildiriler yayımladılar. Farklı ideolojik kamplardan gelen bu iki dalga arasında dikkat çekici bir paralellik oluştu: Her ikisi de mutlakıyetçi yapının dönüştürülmesi gerektiği konusunda birleşiyordu.
2000’li yılların başı, sürece bu anlamda yeni bir ivme kazandırdı. 2003 ve 2004 yıllarında yayımlanan reform dilekçeleri, anayasa kavramını doğrudan merkeze alıyor, siyasal katılımı yalnızca danışma düzeyinde değil, temsilî demokrasi zemininde tanımlamayı öneriyordu. Talepler arasında kadınların siyasal yaşama katılması, yargının bağımsızlığı, şeffaf yönetim ilkeleri ve kamuoyunun siyasete yön verme hakkı açıkça vurgulanıyordu. Ancak rejimin yanıtı yine sertti. Çok sayıda imzacı tutuklandı, bazı akademisyenlerin çalışmaları yasaklandı, bazılarıysa kamu görevlerinden uzaklaştırıldı. Bu dönem, Suudi siyasi tarihinin anayasa talebi bakımından en belirgin eşiklerinden biri olsa da, sistemin mutlakiyetçi refleksi taleplere müsamaha göstermedi.
2011’de Arap Baharı rüzgârı bölgeyi kasıp kavururken, Suudi Arabistan da bu dalgadan nasibini aldı. Özellikle genç nüfusun çevrimiçi platformlarda örgütlendiği protesto çağrılarında, anayasa talebi artık yalnızca elitlerin değil, sıradan yurttaşların da gündemindeydi. “Halk iradesi”, “meclis seçimi”, “kadınların eşit yurttaşlık hakkı” gibi kavramlar, Twitter ve bloglar üzerinden geniş yankı buldu. Mart 11 Hareketi gibi sanal inisiyatifler, fiziksel protestolar gerçekleştiremese de, taleplerin görünürlüğünü artırdı. Ne var ki devletin kontrol mekanizması bu kez çok daha hazırlıklıydı; sanal alanlar hızla denetlendi, protesto girişimleri başlamadan dağıtıldı, çok sayıda genç aktivist gözaltına alındı. Böylece anayasal taleplerin bu yeni dijital evresinin de başarıyla üstesinden gelindi.
Bu noktada, gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın 2018 yılında İstanbul’daki Suudi Konsolosluğu’nda öldürülmesi, yalnızca basın özgürlüğüne değil, aynı zamanda anayasa ve reform tartışmalarına da büyük bir darbe vurdu. Kaşıkçı, anayasal sınırlamaların önemine dikkat çeken reformist bir ses olarak öne çıkıyordu. Böylece gücün paylaşımı hususundaki tavır net bir şekilde bir kez daha ortaya koyulmuş oldu.
Tüm bu tarihsel örnekler, Suudi Arabistan’da anayasa ve demokrasi talebinin ne kadar köklü, ancak bir o kadar da kırılgan bir gelenek olduğunu gösteriyor. Zaman geçtikçe açıkça beliren en önemli husus ise ülkede yönetici ile yönetilen arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama ihtiyacı.
Demokratik ve Anayasal Dönüşüm İçin Gereken Koşullar
Demokratik bir dönüşümün olanaklılığı yalnızca talep edilmesiyle değil, aynı zamanda onu mümkün kılacak koşulların bir araya gelmesiyle ilgilidir. Suudi Arabistan’da — özellikle de Necid gibi merkeziyetçi reflekslerin hâkim olduğu bir bölgede — anayasal bir düzenin tesis edilmesi için, sadece siyasi değil, aynı zamanda sosyolojik ve ekonomik düzlemlerde de belli başlı yapıların dönüşmesi gerekir. Sorulması gereken temel soru şudur: Toplum, kurumlar ve liderlik düzeyi itibarıyla böyle bir dönüşüme gerçekten hazır mı?
Her şeyden önce, ekonomik temel göz önüne alındığında, Suudi Arabistan’ın klasik “rant devleti” karakteri dönüşüm önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Petrol gelirlerine dayalı bu model, halkın devletten vergi vermeksizin hizmet almasına dayanır; yani vatandaş, devletten hak değil, lütuf bekler. Bu durum, siyasi sorumluluk ve hesap verebilirlik kültürünü köreltmiştir. Oysa anayasal düzen, tam da bu ilişkiyi tersine çevirir: Devlet, halkın temsilcileri eliyle denetlenir ve yönlendirilir. Bu zihinsel kırılma, ekonomik dönüşüm olmadan gerçekleşemez.
Bu noktada Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın başlattığı “Vizyon 2030” projesi önemlidir. Petrol bağımlılığını azaltmak, özel sektörü büyütmek ve turizm gibi yeni alanlara yönelmek gibi hedefler, klasik rant devletinden uzaklaşma iradesini yansıtır. Ancak bu reformlar siyasal alana sirayet etmemektedir. Ekonomide serbestleşme, siyasette ise merkeziyetçiliğin artması gibi bir çelişki doğmuştur. 2017’deki Ritz-Carlton olayındaki müdahale şekli bu çelişkini en somut örneğidir. Bu çelişki, dönüşümün yalnızca teknik düzeyde tutulduğunu, yapısal bir demokratikleşme projesine dönüşmediğini gösterir.
Eğitim düzeyi ve toplumsal bilinç de bu denklemde kilit rol oynar. Son yıllarda yükseköğrenim gören genç nüfus oranı hızla artmıştır. Üniversitelerde kadınların oranı bazı bölümlerde erkekleri aşmıştır. Bu, dönüşüm için bir fırsattır. Ancak eğitim, sorgulama ve eleştirel düşünme yetileri yerine, sistemin yeniden üretilmesine hizmet edecek şekilde yapılandırıldığında, değişim potansiyelini de bastırır. Müfredatın ideolojik yansımaları ve ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar, üniversiteleri bir özgür tartışma alanı olmaktan çıkarmaktadır. Bu nedenle, toplumsal bilinç yükseliyor gibi görünse de, bu bilinç organize ve etkili bir politik talepler dizisine dönüşememektedir.
Ayrıca sivil toplumun zayıflığı da dönüşümün önündeki bir başka yapısal engeldir. Sendikalar, bağımsız dernekler, yerel inisiyatifler gibi modern devletlerde anayasal düzenin altyapısını oluşturan yapılara Suudi Arabistan’da izin verilmemektedir. Var olan dernekler çoğu zaman devlet kontrolünde ya da gözetimindedir. Böyle bir ortamda vatandaşlık bilinci, yalnızca bireysel farkındalık düzeyinde kalır; kolektif politik güce dönüşemez. Anayasa ise ancak toplumsal bir mutabakatın ürünü olduğunda gerçek anlamını bulur. Bu mutabakatı inşa edecek kanallar kapalıdır.
Ancak her şey bu denli karanlık değildir. Özellikle vizyon 2030 kapsamında hızlı sosyo-kültürel dönüşümlerin etkisiyle kentli, eğitimli gençler arasında siyasal durum hakkında bir bilinç ortaya çıkması muhtemeldir. Uluslararasılaşmanın da etkisiyle sadece reform talebi değil, aynı zamanda şeffaflık, liyakat, temel haklar ve bireysel özgürlükler konusunda talepler artmaktadır. Dolayısıyla, demokratik ve anayasal bir dönüşüm için gereken doğrudan ve dolaylı koşulların bir kısmı Suudi toplumunda mevcuttur. Ancak bu koşullar henüz bir araya gelmemiş, örgütlenmemiş, yönlendirilmemiştir.
Demokratik ve Anayasal Dönüşümün Önündeki Engeller
Ancak potansiyelin varlığı tek başına yeterli değildir. Dönüşümün önünde, sadece yapısal değil, aynı zamanda zihinsel ve tarihsel köklere dayanan bir dizi engel vardır. Suudi Arabistan’da anayasal bir düzene geçişin önünü tıkayan en belirgin unsur, şüphesiz mevcut iktidar yapısının doğasıdır. Kraliyet sistemi, yalnızca siyasi bir organizasyon değil, aynı zamanda ideolojik bir yapı, bir yönetim kültürü ve hatta bir kimlik anlatısıdır. Bu nedenle rejimin muhafazakârlığı, yalnızca iktidarını korumaya çalışan bir refleks değil; sistemin kendi varlık gerekçesidir.
Suudi devleti, halkı tebaa olarak gören bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu anlayışın temelinde, yöneticinin meşruiyetini ilahi bir otoriteden aldığına dair inanç yer alır. Krallık bu bağlamda, halkla bir sözleşme içinde değil; halk adına karar verme yetkisini zaten taşıdığı varsayımıyla hareket eder. Böyle bir sistemde, anayasa gibi sınır koyan bir belge, yalnızca teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda varoluşsal bir tehdittir. Anayasa, yöneticinin yetkilerini sınırlamakla kalmaz; aynı zamanda halkı hak sahibi, devletin karşısında eşit konumda bir özne olarak tanımlar. Bu ise Suudi siyasal aklının bugünkü haliyle kabullenebileceği bir dönüşüm değildir.
Dönüşümün önünde duran bir diğer büyük engel, Vahhabi yorumun hâlâ sistemin ideolojik taşıyıcısı olmasıdır. Her ne kadar günümüzde resmi dinî kurumların etkisi azalmış gibi görünse de, Vahhabilik sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda siyasal meşruiyetin tarihsel temeli olarak işlev görür. Bu yapı içinde “itaat”, dini bir yükümlülük; “eleştiri” ise neredeyse dinsel bir sapkınlık olarak kodlanmıştır. Halkın yönetime katılması, kraliyet dışındaki insanların söz hakkı talep etmesi sistemin doğasına ters düşmekle kalmaz; aynı zamanda dinî otoritenin gözünde de fitne unsuru sayılır.
Bu çifte baskı – hem siyasal hem de dinî – toplumun kendi haklarını dile getirmesini yapısal olarak zorlaştırır. İnsanlar yalnızca korktukları için değil, aynı zamanda hak talep etmenin kültürel meşruiyeti olmadığı için sessiz kalırlar. Bu sessizlik, yukarıdan dayatılmış bir itaate değil, içselleştirilmiş bir boyun eğişe dönüşür. Oysa anayasal düzen, sadece kurumsal değil, kültürel bir dönüşüm gerektirir. Sivil toplumun yok denecek kadar zayıf oluşu da bu noktada belirleyicidir. Böylesi bir ortamda anayasaya dair kamusal tartışma yürütmek mümkün değildir.
Uluslararası çevrenin bu konuda oynadığı rol ise çelişkili ve çıkar odaklıdır. Batılı ülkeler insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti gibi değerlere sıkça atıf yapsalar da, Suudi Arabistan söz konusu olduğunda bu ilkeler genellikle ekonomik çıkarların gölgesinde kalır. Silah anlaşmaları, enerji bağımlılığı ve bölgesel istikrar söylemi, Suudi rejiminin insan hakları siciline göz yumulmasına yol açar. Bu da içerideki reform taleplerini yalnızlaştırır; zira rejim bilir ki, dış baskı ancak sembolik düzeyde kalacaktır.
Tüm bu faktörler, Riyad merkezli otoriter yapının yalnızca güçlü değil, aynı zamanda dirençli olduğunu gösterir. Bu yapı, sadece bireysel talepleri değil, yapısal dönüşüm ihtimallerini de sistematik olarak etkisiz hale getirebilecek mekanizmalarla örülmüştür. Ve tam da bu nedenle, anayasal bir düzenin hayal edilmesi dahi başlı başına radikal bir eylemdir.
Demokratik ve Anayasal Dönüşüm Senaryoları ve Olasılıklar
Bütün bu tarihsel deneyimlere ve yapısal engellere rağmen, Suudi Arabistan’da — ve özel olarak Necid’de — demokratik ve anayasal bir dönüşümün tamamen olanaksız olduğunu söylemek, hem toplumsal dinamikleri hem de tarihsel kırılganlıkları görmezden gelmek olur. Her otoriter sistem, içten ya da dıştan gelen basınçlarla bir gün esneyebilir. Ancak bu esneme her zaman bir çöküş biçiminde gerçekleşmez; bazen kademeli, hatta fark edilmesi güç adımlarla ilerler. Necid Çölü’nde siyasal bir örgütlenme ihtimali 1932’ye kadar hayal bile edilemeyen bir durumdu. Şimdi ise orada anayasal demokratik dönüşüm hayal bile edilemiyor. Olası senaryolar da işte bu belirsizlikler içinde şekillenir.
En çok tartışılan ve mevcut yönetimin de ima ettiği senaryo, yukarıdan aşağıya kontrollü bir dönüşüm modelidir. Bu modelde reform, halkın baskısıyla değil, kraliyetin “lütfuyla” gerçekleşir. Yönetim, kendi meşruiyetini kaybetmeden belirli alanlarda açılım yapar: kadınların iş gücüne katılımı teşvik edilir, kültürel etkinlikler serbestleştirilir, bazı ekonomik ayrıcalıklar halka yayılır. Ancak bu adımlar siyasal temsile ve anayasal sınırlara dönüşmez; çünkü sistem, reformu bir meşruiyet aracı olarak kullanır, özünü dönüştürmeden yüzeysel bir yenilik algısı yaratır. Bu senaryo sürdürülebilir görünse de, halkın yükselen beklentilerini karşılamakta zorlandıkça içten içe istikrarsızlık birikir.
İkinci ve daha az olası görülen senaryo, aşağıdan yukarıya gelen bir toplumsal baskıyla dönüşümün dayatılmasıdır. Bu, Arap Baharı benzeri bir halk hareketiyle gerçekleşebilir, ancak Suudi Arabistan’ın tarihsel hafızası ve güvenlik aygıtının refleksleri göz önüne alındığında, bu tür bir sürecin başarılı olması çok düşük ihtimaldir. Üstelik toplumda kitlesel bir örgütlülük yoktur; talepler bireysel ya da dağınık gruplar aracılığıyla dile getirilmektedir.
Üçüncü ve daha incelikli bir senaryo ise, dış baskılarla iç dönüşümün eş zamanlı yürütülmesidir. Bu, özellikle Batı ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerin Suudi yönetimi açısından vazgeçilmez olduğu bir dünyada gündeme gelebilir. Örneğin Avrupa Birliği veya ABD gibi aktörler, ticaret anlaşmalarını siyasi reformlara bağlamaya başlarsa, kraliyet sistemi belirli anayasal düzenlemelere gitmeyi düşünebilir. Ancak bugüne kadar bu tür baskılar ya çok cılız kalmış ya da ekonomik çıkarlarla gölgelenmiştir. Dolayısıyla bu senaryonun gerçekleşmesi, dış dünyanın kendi değerleriyle ne derece tutarlı davranacağına bağlıdır — ki bu, tarihsel olarak şüphe uyandıracak kadar dalgalı bir çizgi izlemiştir.
Bu üç senaryonun ortak özelliği, hepsinin bir biçimde çatışmayı değil dengeyi, yıkımı değil dönüşümü öngörmesidir. Ancak her biri aynı zamanda, anayasa gibi radikal bir kurumsal çerçevenin gündeme gelmesinin önündeki kırılgan dengeleri de yansıtır. Sorulması gereken asıl soru, Suudi rejiminin kendi doğasını değiştirme riskini ne zaman ve hangi koşullarda göze alacağıdır. Unutulmaması gereken en önemli husus ise varlığının ve devamlılığının teminatı olarak görülen rantçı devlet modelinden çok hızlı ve çok kısa sürede vazgeçerek sistemini vergiye dayalı modele geçirme iradesini ve refleksini gösterebilen bir yönetimin şartlar oluştuğunda anayasal dönüşüm yolundaki potansiyeli her zaman umut vadedecektir.
Sonuç
Suudi Arabistan’da anayasal düzeni mümkün kılacak toplumsal, kültürel ve ekonomik unsurların bir kısmı mevcuttur. Ancak bu unsurlar, henüz bir araya gelebilecek, yönlendirilmiş ve kurumsal bir güce dönüşebilmiş değildir.
Geçmişteki anayasa talepleri bastırılmış, siyasal reform çağrıları ya içeriden çözülmüş ya da dışarıdan susturulmuştur. Fakat bu taleplerin varlığı, yok sayılamayacak kadar kalıcıdır. Özgür Prensler’den 2000’li yılların reformcularına, Arap Baharı döneminde sosyal medyadan yükselen sessiz çağrılara kadar her dönemde, halkın bir bölümü yönetime dair söz hakkı istemiştir. Bu taleplerin bastırılmış olması, onların geçersiz olduğu anlamına gelmez; yalnızca ertelenmiş olduklarını gösterir. Çünkü anayasa bir belge olmaktan önce bir ihtiyaçtır. Yönetilenin, yönetene sınır çizme talebi; vatandaşın, birey olma iradesidir.
Günümüzde, yönetim tarafından kontrollü biçimde uygulanan reformlar, modernleşme görüntüsü sunsa da özünde sistemin dokunulmazlığına zarar vermeyecek biçimde sınırlandırılmıştır. Bu nedenle değişim gerçek anlamda yukarıdan gelecekse bile, aşağıdan gelen bir beklentiyle buluşmadıkça kalıcı olmayacaktır. Halihazırda ülkenin içinde bulunduğu sosyo-kültürel dönüşüm sürecinin ise toplumda bu beklentiyi oluşturmaya hizmet ettiği de bir gerçektir.