Müsrif

Müsrif kimsenin görünüşte havai, hoppa hallerine aldanmamak gerekir. Savurganlığı onun yaşama tarzıdır, bu tarzı sürdürebilmesi için hem nesneye sahip olmak için can atması ama bir süre sonra da arzusunu bu nesneden çekerek bir başka nesneye yöneltmesi şarttır. Asla tatmin olmamak, hep yeni masraf kapısı açmak ve parayla bir biçimde ilgisini sürdürmek noktasında cimriyle tamamen aynı yapıdadır. İkisi de arzunun tatmini reddeden şeytani formlarıdır.
Ağustos 19, 2025
image_print

Günümüzde cimrilik üstüne konuşmak, onu eleştirmek çok daha kolay; zor olanı tüketimin her şeyi belirlediği, her yerden, “Ne kadar çok tüketirsen o kadar mutlu olacaksın!” emrinin yükseldiği tüketim toplumunda asıl mesele israfı ve müsrifliği konuşabilmek… Dinleyen olur mu bilmem ama biz yine de deneyelim.

Nasıl cimrilik ve para hırsı, modern para ekonomisinde hem bambaşka bir hal almış hem de palazlanmışsa, aynı sonuç cimriliğin tam karşı kutbundaymış gibi görünen, insanın bir başka tavrı ve kişilik özelliği olan müsriflik için de geçerli. Hesapsızca tüketme, har vurup harman savurma, israf etme, modern para ekonomisinde yepyeni bir anlam ve aura kazanıyor, palazlanıyor. Çoğu önceki geleneksel zamanlarda üretilmiş sözler, öneriler, öğütler, para ekonomisinde bir anlam ifade etmiyor; duyanların bir kulağından giriyor, diğerinden çıkıyor. En makul görünen insan bile reklamın, modanın daha da önemlisi gündelik hayat ideolojisinin etkisiyle elinde ne varsa, işlevi aynı olduğu halde onu markanın en üst biçimiyle değiştirmeye çalışıyor.

Tıpkı cimrilik ve infak etmeden istifçilik gibi müsriflik de dinde çok açık biçimde kınanan, istenmeyen hallerden. “İsraf ederek saçıp savurmak”, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette kınanıyor (En’am/141, Araf/31, İsra/26) akrabayı, yoksulu ve yolda kalmışı gözetmeksizin “saçıp savuranlar, şeytana kardeş olmuşlardır” (İsra/27) diye niteleniyor. Saçıp savurmanın şeytanla iş tutmak olduğunu hemen hepimiz bildiğimiz halde, tüketme konusundaki iştahımızı zapt edemiyoruz. Vergimizi, zekâtımızı da vermişsek, artık dünyadaki yoksulluklara, ihtiyaç sahiplerine gözlerimizi, kulaklarımız kapatıp her türlü tüketim okyanusuna dalabiliriz diye kendimizi avutuyoruz.

Baştan söyleyeyim, israfın bir psikiyatrik boyutu, psikolojik sağlıkla ilgili bir yanı var. Olağan şartlarda yaşayıp giderken, hayatın mutat iştigali sırasında hiç de öyle olmadığı halde, birdenbire savurganlaşmaya başlamak, pek akıllı insan işi değil. Böyle bir davranış görüldüğünde mutlaka psikolojik rahatsızlıklardan anlayan bir uzmanın rehberliğine başvurmakta fayda var. Ama zaten müsriflik dediğimiz davranış da kendisini, bazı psikolojik rahatsızlıklarda ortaya çıktığı gibi, belirli aralıklarla baş gösteren, devrevi bir belirti olarak göstermiyor. Müsriflik, bir kişiliğe yapışmış, bizi tanımlayıcı bir özellik; parayla ve eşyayla, gösteriş ve şatafatla imtihanımızdan aldığımız notun neticesi. Müsrif insanın savurganlığı, öyle arada bir gelmiyor; hayatın her anında, hemen her nesneye karşı olan, yaygın ve kapsayıcılıkla karakterize bir tutum. Müsrif kimse, bizzat israf etmenin kendisinden zevk alıyor, hoşlandığı her ne olursa olsun, işine ne kadar yarayacağına bakmaksızın paraya kıyıp onu satın almak istiyor.  Peki, ama insan ne muratla israf etmeye yeltenir, niye yapar bu davranışı?

Açgözlülük gibi müsriflik de cimrilikle akraba

Müsrif kimsenin görünüşte havai, hoppa hallerine aldanmamak gerekir. Savurganlığı onun yaşama tarzıdır, bu tarzı sürdürebilmesi için hem nesneye sahip olmak için can atması ama bir süre sonra da arzusunu bu nesneden çekerek bir başka nesneye yöneltmesi şarttır. Asla tatmin olmamak, hep yeni masraf kapısı açmak ve parayla bir biçimde ilgisini sürdürmek noktasında cimriyle tamamen aynı yapıdadır. İkisi de arzunun tatmini reddeden şeytani formlarıdır. Sadece birisi nesnelerden mümkün olduğunda uzak kalırken diğeri mümkün olduğunca nesnelere yaklaşır. Cimri de müsrif de nesnelerin paraya mutlak anlamda itaat edeceğinin farkındadır ve yaşamalarına bu bilinçle yön verirler. Para, ikisinin de benliklerinin uzantısıdır. Para, onlar için sahip olunabilecek en müthiş lezzettir. Müsriflerin paraya aslında ne kadar önem verdikleri, en bariz biçimde miras kavgaları sırasında ortaya çıkıyor. Miras kavgalarındaki hırsın ve şiddetin nedeni, çoğu zaman müsrifin parası olmadığında bu dünyada ne yapacağını bilememenin çaresizliğinden.

Öncelikle belirtelim, müsrifin müsriflik yapabilmesi için parası olması şart. Parası var ki, hoşlandığı nesneye sahip olmak istiyor, sahip olmaktan haz alıyor. Pinti kişinin haz akışı, sadece parası olması aşamasına saplanıp kalmışken yani pinti parasını seyretmekten en çok hoşlanırken müsrifi mutlu eden, daha ziyade ikinci aşama yani harcama. Pintilik ve müsriflik görünüşte tamamen zıtlarmış hissi veriyorlar ama paraya atfettikleri önem ve değer noktasında ikiz kardeş gibiler. Dikkatle bakıldığında, para saçan, har vurup har savuran müsrifler için de paranın olmazsa olmaz nitelikte olduğu kolayca anlaşılır. Öyle ya parası olmasa yapabilir mi böyle haytalıkları… “Para” derken, modern para ekonomisinin, tüketime teşvik etmek için her türlü imkânı, kolaylığı (!) sağlayan banka sisteminin zihnimizde oluşturduğu “hayali para”yı da buraya dahi ediyorum. Cepte yok, elde avuçta yok ama biz yine de banka sisteminin bize sağladığı kredi imkânına bakıyoruz, bu sanal parayı da bizim sanıyor, ona göre davranıyoruz. Müsriflik, “Param var, imkânım var, istediğim gibi harcarım, size ne!”  demenin esas olduğu bir ruh hali… Burayı iyice kavrarsak, gerisini değerlendirmek kolay…

Yıllar önce Ankara’da bir özel üniversitenin yolunda lüks arabalarıyla hız yapan iki zengin çocuğunun yaşadıkları kaza sonrası diyaloglarıyla ilgili dilden dile aktarılan rivayetleri hatırlarım hep müsriflik deyince. İki gencin lüks otomobilleri çarpışır, inerler, bariz suçlu görünen genç, diğerine “sıkıntı yok, masrafı neyse öderiz” der, kartını vermeye kalkar. Diğeri nedense çok öfkelenir bu üstenci tavra. Hemen arabasına biner, geri alır ve bu teklifi yapan diğer gencin arabasına hızla çarpar. Birkaç kere tekrar eder çarpma işlemini. Sonra iner, şaşkınlıkla bakan diğer gence kartını uzatır, “tamam ben suçluyum, git arabanı yaptır, masrafı neyse ödeyelim” der.  Yıllarca müsriflik için, sorumsuzlukla bağlantısına işaret edebilmek amacıyla bu örnekten hareket etmiştim. Ama teknomedyatik dünyanın yeni tip gösteriş ve şatafat kültüründe, sosyal medyada hayâsızca tükettiği şeyleri sergilemenin prim yaptığı günümüzde bu örneğin pek zayıf kaldığının da farkındayım.   Eskimiş örneğimde hiç değilse israf ile sorumluluk arasındaki bağa işaret edebilmek mümkündü, şimdiki olağanlaşmış israf örnekleri için artık böyle bir şansa sahip değiliz.

Müsrifleri en iyi kimler tanır?

Büyük kentlerde pahalı nesneler satan, fiyatlarını olabildiğince yüksek tutmaya özen gösteren mağazaların yöneticileri ve akıl almaz fiyatlarla gayrimenkul satan emlakçılar, müsrif kişilerin haletiruhiyelerini en iyi bilen kimseler. Esnafın cingözleri, alışveriş yaparken fiyat sormayan, ederi hiç ama hiç önemsemeyen böyle bir savurgan kesim olduğunun farkındalar; vitrinlerini ve fiyatlarını onlara göre düzenliyorlar. Mağazalarının düzenlerini, özellikle etiketleri bu sözüm ona parayı önemsemeyen, “en pahalısı bende” diye hava atmaktan apayrı bir haz alan bu şaşkalozlara göre ayarlıyorlar. Onlar için hırs ve israf tutkusunun varoluşsal bir nitelik taşıdığını, bu yüzden değer ölçüsünü prensip olarak reddettiklerini biliyorlar.

“Onlar, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik; ikisi arasında orta bir yol tutarlar” (Furkan/67). Para ekonomisinde iyice azgın bir hal alan cimrilik ve müsriflikten bizi ancak bu kutlu söze uymak koruyabilir. Ama kendi adıma, para ekonomisinin ve tüketim toplumunun şartları altında yaşayıp da bu şartlar ve nedenleri üzerine bir an dahi kafa yormamış, sadece görünüşe göre hareket eden, “Para benim, kazancım helal; gerisi bana kalmış” diye düşünen, müsrifler âleminin şaşkalozu olduğunu dahi fark edemeyen kimselerin ne bu ayetin ne dinimizin künhüne vakıf olabilecekleri kanaatindeyim. Ayırt etme bilinci olmayanın dini olabilir mi emin değilim; gösteriş için namaz kılanla gösteriş ve şatafata göre hareket edenin aynı yanılgı içinde olduğunu sanıyorum.

Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka:
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 5 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. Halen Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari sorumlusu. Türkiye Günlüğü dergisinin yayın; birçok tıp ve beşerî bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Türk Grup Davranışı kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları “Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü” verilmiştir.

Web: erolgoka.net
Mail: [email protected]

Yayınlanan kitapları içinde öne çıkanlar:

-Türklerin Psikolojisi (2008; 2017)
-Kadınlar, Erkekler, Âşıklar (Dr. Sema Göka ile birlikte, 2008)
-Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm (2009),
-Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları (2009; 2018)
-Türk’ün Göçebe Ruhu (2010; 2019)
-Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2011; 2019)
-“Gerçek” İnsanın Yüzünde Yazar mı: Batı, İslâm ve Bilim Dünyasında Kişiliği Yüzden Tanımak (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2012; 2020)
-Hayatın Anlamı Var mı? (2013; 2019)
-Yalnızlık ve Umut: Günümüzde Varoluşsal Çaresizlikler ve Çıkış. (2020)
-Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları (2016)
-İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan (2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA