‘Bir arabacının gölgesini gördüm, bir arabanın gölgesini bir fırçanın gölgesiyle temizliyordu.’
Dostoyevski
Bir arkadaşım anlatmıştı; Yıllar önce bir Yahudi iş adamıyla iş görüşmesi için randevulaşmışlar. Adam huyuna uymayacak şekilde gecikmiş. Sonra gelince özür dilemiş ve kusura bakmayın çocukla beraberdim. Suyunu çiçeğini verip biraz vakit geçirdim. Dalmışım. o yüzden geciktim demiş. Arkadaşım , tam anlamamış, Allah bağışlasın kaç yaşında demiş. Adam, ‘16’yı bitiriyor’ demiş. Yani yaşasaydı, diye eklemiş. Nasıl yani? Arkadaşın merakını anlayınca devam etmiş. 2004 yılında İstanbul’da Sinegog bombalandığında Yahudi iş adamı 5 yaşındaki oğluyla oradaymış. Saldırıda oğlu parçalanarak ölmüş, kendisi de yaralanmış. O günden beri oğlunun mezarına her gün gider, su ve çiçek, bazan da sevdiği oyuncakları ve yiyecekleri de götürür, saatlerce orada vakit geçirirmiş. Oğlu hala yaşıyor gibi, bütün hayatını bu şekilde yaşamaya devam ediyormuş. Lafını bitirirken şöyle demiş, ‘Bilirmisin, hayatta en zor şey, mezarda çocuk büyütmek…’
Yahudi işadamı şimdilerde kandaşlarının Gazze’de katlettiği çocukların babalarıyla empati yapıyor mudur, bilmiyorum. Ama mezarda çocuk büyütmenin ürpertici gerçekliği, yaşama ve ölüme dair sarsıcı çağrışımlar yapıyor. Ölümle kurulan yaşamsal bağın trajedisi, insana ve hayata dair herşeyi anlamsızlaştırıyor. Ya da bütün anlamları buharlaştırıyor.
Görünmez bir mezarlıktır zaman, demiş ya şair, belki de hepimiz mezarlıkta yaşıyoruz. Ölümü kabullenememenin, ölümsüzlüğü aramanın içgüdüsüyle yaşamı çocuklukta dondurup, büyümemenin yollarını arıyoruz. Yücelttiğimiz kişileri ölümsüz addedip onunla ölümsüzlük ilişkisi kuruyor, mezarını, türbesini, kurganını ziyaret ederek şefaat dileniyoruz. Yaşamın binlerce yıllık acı, hüzün, zulüm dolu gerçekliğinden ilhamla, gerçekdışına kaçıyor, ebedileştirilmiş bir çocukluk cennetinde yaşamaya çalışıyoruz. Bu nedenle insanların çoğu asla büyümüyor. İnsanı büyütecek, ergenleştirecek, akıl baliğ yapacak her şeyden kaçıyor, gözünü kulağını aklını kapatıp seçilmiş bir cehaleti tercih ediyor. İşimize gelmeyen her şeyi unutup, işimize geleni hatırlıyoruz.
Benim Üniversitelerim’de, Gorki, “İnsanlar bilgi değil, unutma ve avuntu peşinde koşarlar.” Der. Çünkü insan öğrendikçe büyür. Ama bilgi toplayan da acı toplar.
Sokrates’in sorularla doğurtan öğretme yöntemi, belki de insanın bu bilinçli unutuşunu daha doğrusu seçilmiş cehaletini fark etmesinin eseriydi. Sorular sorarak her insanın aslında her şeyi bildiğini açığa çıkartır, yani hatırlamasını sağlardı. ‘Yalnız açığa çıkan ışığı görebiliyorsan, yalnız söylenen sesi duyabiliyorsan, ne görebiliyorsun, ne duyabiliyorsun.’ derdi üstat.
Evet insan bütün evrenin, doğanın, var oluşun tüm safhalarının, kendisinin bütün bilgisini özünde taşır, her şeye şahit olmuştur çünkü. Doğup büyüdükçe hafızası da yerine gelir, dış dünyayla ilişki içinde hatırlar, dışardan bir öğretici etkiyle aslında bilmediğini değil, bildiğini bilir.
‘Âdemi bul âdem ol âlemde âdem gizlidir/Etme tahkîr âdemi âdemde âlem gizlidir.” (Yozgatlı Fenni)
Önce söz/kelam vardı, insan onu hatırlamak, anlamak, ona uymak için büyür. İnsan, o kelamın cisimleşmiş halidir. Her şeyin özü, özeti, kaydı ve temsilidir. İnsanların çoğu bunu bildiğini bilmemektedir. Peygamberlerin, filozofların, rahmani bilge mürebbiyelerin misyonu da budur; bildiğini hatırlatmak, doğru ve yanlışı, güzel ve çirkini ayırt edecek ölçüleri vermek, kelamı doğrulamak. İnsan bedenine sürgün edilmiş Adem’i açığa çıkartıp hürleştirmek. kendini bilmesini ve kendi kaderinin efendisi olmasını sağlamak. Bunu vacibül vucud’un, yani O’nun, künhüne vardırarak, O’nunla birlikte (abd) kozmik yaratımın tecellisine (ebediyete) katılımını sağlamak. Bunun için la İlahe İllallah. Bu nedenle, Bir’den başka beliren herşey puttur.
Bilmek, sorumluluk yüklenmektir. İnsanın ergenliği aşıp akıl baliğ olması, sorumluluk sahibi bir yetişkin olması demektir. Akıl, bilginin kullanım klavuzudur. İdrak ise bilginin doğru kullanım yeteneği. Yetişkin bir insan, aklederek sorunlarını çözer, temel ihtiyaçlarını giderir, lehinde ve aleyhinde olanı seçebilir, iyiyle kötü arasında tercih yapabilir. Yani akletmek, yetişkin bir birey olmanın gerek şartıdır. İdrak ise, aklını ve diğer istidatlarını doğru, haklı, iyi ve güzel olandan yana kullanabilme iradesidir. İnsanların çoğu akıl sahibidir ama idraksiz ve iradesizdir. Hayat, insanları kadükleştiren koşullarıyla çoğu insanı idraksizleştirir, iradesizleştirir. Bu, ergenliğe geri dönüştür. Büyümenin, yetişkin olmanın durması, çocuklaşmaya doğru itiliştir. İnsanların çoğu idrak ve iradesinin körelmeye başladığı andan itibaren donar ve o halde kalır. Artık yaşı ne olursa olsun o bir ergen veya çocuktur. Aklını sadece içgüdülerinin ve alışkanlıklarının gereklerini temin için kullanır. Bildiğini unutur, bilmediğini de öğrenmek istemez. Bu sorumsuzluk hali, bir kişiliğe dönüşür ve o artık bir köle, bir mankurt, bir yığının, sürünün parçasıdır. Bu seçilmiş bir cehalet, uzatılmış bir çocukluk, dondurulmuş bir yaşamsallıktır. Bir tür ölüm, uyuma veya felç halidir. Artık dünya bir mezarlık, insanlar ise yaşayan ölülerdir. Bu mezarlıkta ne çocuk ne de yetişkin büyümez. Herşey mış gibidir, var gibidir, yaşıyor gibidir, oluyor gibidir. Sadece gibidir. İnsanlığın en tehlikeli hali, budur. Çünkü insanı ters evrimle tekrar hayvani bir düzeye düşürür, yaşamayı maymunsu bir taklide dönüştürür. İnsanlar yaşıyor gibi yaşar hale gelir. Bilemiyoruz, belki de herkes aslında bu dünyaya yalnız gelip gittiği için beynindeki, ruhundaki korku ve ümidini dışavuruyor. İnsanlık belki de tek bir insanın milyarlarca kopyasının mükerrer hayallerinden ibarettir.
İnsanların çoğu tam insan yani Adem olamadan büyür, yaşar ve ölür. Bukowski “Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır..” diye başladığı paragrafın sonunda şöyle yazar.. “Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamıştır geriye..”
Sezai karakoç'ta bu yarı ölüleri şöyle tasvir eder:
'Toprakta et, kemik çatırtıları.../Yarı ölüleri bir korku tutar,
Değince bir taşa kafa tasları,/- Ölüler ki yalnız tırnakları var,
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...'
Oysa yaşayanlar yaşlanmaz, yaşayanlar acı duyar, hüzünlenir, kavga eder, öfkelenir, itiraz eder, sever, kızar, nefret eder. Yaşam bu sahici davranışlar bütünüdür. Oscar Wilde, ‘Nankör, tutumsuz, hoşnutsuz ve asi bir yoksul, sahici bir kişiliktir ve onda çok cevher vardır’, der. Bazan negatif özellikler bile pozitif bir öz taşır. Nihayetinde negatif olan, yani kötü, eksik, yanlış olan, İyi’nin aynadaki ters tecellisi veya fraktal yansımasıdır. İradi bir tercih, özgür bir seçim vardır çünkü.
Oysa kölelik, tam da bu insani davranışların köreltilmesi, sınırlanması, kontrol edilip başkası için kullanılması demektir. Köleci toplumlarda davranışlar sahtedir, müraidir, efendilerin arzusu ve çıkarına göredir. Sorumluluk almadan yaşamak, köleliğin içselleşmesini, kabullenilmesini sağlar. İnsanların çoğunun genetiğinde aklını, iradesini, tercihlerini başkasına devredip karşılığında sadece yaşıyor gibi olmanın konforunu almanın kurnazlığı vardır. Köle, köle kalmayı daima hür olmaya tercih eder. Çünkü, kölelik sorumsuz çocuksuluktur. Özgürlük ise sorumluluk gerektirir.
Cahilde eksik olan akıl değildir, o kurnazdır, eksik olan Ahlaktır..der Tolstoy.
İnsan içine doğduğu doğa ve toplumdaki tehlikelere karşı güvenli bir barınak ve savunma araçları geliştirdiği gibi, kendi varoluşunu tehlikede gördüğünde ilginç sığınaklar ve savunma refleksleri geliştirir. Seçilmiş cehalet bir sığınaktır. Yani aptala yatmak, bilmiyormuş gibi yapmak, ilgisiz davranmak, aslında sonunu bilmediği her gelişmeyi test etmek için zaman kazanma taktikleridir. Yine Uyuşturucu, alkol, kumar, fuhuş, teşhircilik gibi alışkanlık ve davranışlar bilinçli bağımlılıklardır ve köle ruhların efendilerin cennetini taklit veya sahte cennete ulaşma çabasının dışavurumudur. Dinlerin yasakladığı bu günah-ayıp ve kötü davranışlar, özünde köleliğin-köleciliğin bir yaşam tarzı olmasını engelleme amaçlıdır. Ne var ki insanların çoğu, sorumluluktan kaçmak için aklı selim yerine sarhoşluğu, emekle kazanmak yerine kumarbazlıkla köşe dönmeyi, aile ve aşkın eğitici-sağaltıcı-nesli koruyucu yetkinliği yerine fuhuş, zina, maymunumsu eğlence biçimleri, teşhircilik, röntgencilik vb sefihlikleri tercih eder. Hepsi gayet bilinçli, gayet rasyonel tercihlerdir. İnsanların çoğu gayet akıllıdır ve başkalarının sırtından maliyetsiz cennet hayatı yaşamanın peşindedir. Şehvet ve haz, aklı değil idraki ve iradeyi köreltir. Sorumluluk duygusunun köreltilmesidir bu.
Afrika’da binlerce yılın köleleştirme tecrübesinden mülhem, insanlar en çok bu rolü yaparlar ve kendilerini yeni tehlikelerden korumaya çalışırlar. Aslında yerin altında su olduğunu, toprağı ekince her tür yiyeceğin yetişeceğini, hayvanlara nasıl bakılıp çoğaltılabileceğini, daha iyi evler yollar yapmayı Afrikalı bilir ama bunları yapınca tıpkı atalarının çalıştırılmak üzere zincirlerle kırbaçlarla uzak diyarlara götürülüp köleleştirileceğini, madenlerinin çalındığı gibi kendi hayatlarının da çalınacağını iyi bilmektedir. Bu nedenle sadece kendine yetecek kadar eker biçer veya onları yardıma muhtaç görüp vicdan yapan yabancıların yardım etmesi için sürekli aç susuz rolü yapar. Nihayetinde dünyanın her yerinde Afrika’ya bu merhamet ticaretiyle yardım yağar.
Kendi kaderinin efendisi olmak yerine, kaderin mağdurunu oynamak daha kolaydır. Bu yanlış kadercilik, ahlaksızlığın da kök nedenidir. Çünkü ahlakın kaynağı özgür iradenin sorumluluk bilincidir. Kaderini tanrıya veya aynı anlamda zamana-tesadüflere-dışsal nedenlere bağlayan, yani sorumsuzluk hürriyeti elde eden her birey, iyiyle kötü, doğruyla yanlış, günahla sevap arasındaki tercihlerini de ötekileştirir. Tanrıyla veya aynı anlamda tanrı demeden inandığı diğer temel bir ilke/inanç ile kurduğu bu ilişki tarzı bütün işlerini de belirler. Her kötülük, yanlış, günah, eksiklik kolayca tanrısına-veya aynı anlamda koşullara, kadere, feleğe- atfedilir. Tanrıyı baba veya anne yerine koyan ilkel çocukluk çağı inancının ürünü olan bu ergen olmayış hali, aslında çok bilinçli bir içgüdüdür. İç güdü ve bilinç arasındaki tenakuz, bu seçilmiş sorumsuzluk konusunda ortadan kalkmıştır. Buna kurnazlık denir.
İnsanların çoğu, işte bu kurnazlıkla yaşar. Her tür ahlaksızlığı kurnazca tevil eder. Bilerek isteyerek yanlışı sürdürür, günah işler, ölçü ve tartıda hile yapar, hak yer, yalan söyler, hırsızlık, yolsuzluk yapar, küçük kurnazlıklarla en yakınlarını bile kandırır. Tanrıyla kurduğu ikiyüzlü, sahte ve tüccarca ilişki tarzını, gönüllü boyun eğerek güvenlik ve ihtiyaçlarını giderdiği otoritelerle de kurar. İnanıyormuş, bağlıymış, sadıkmış gibi davranır. Tanrıya abartılı ibadetler, aşırı dinsellikler, mümince davranışlar sergiler. Otoritelere, devlete, patrona, müdüre ise aynı tarzda sadakat, biat, bağlılık, hizmet davranışları sunar. Ama bu abartı davranışlar aslında o derin kurnazlıkla sorumsuzluğunu gizlemenin ve hatta bu sadakatle elde ettiği sosyal artı değeri başkalarına tahakküm için kullanmanın aracıdır.
Seçilmiş cehalet, sorumsuzluğuyla daha doğrusu sorumluluğunu başkasına devretme kurnazlığıyla dinsel veya siyasi otoriteleri de üretmiştir. Kurumsal dinsellik ve benzeri ideolojik dinsellik biçimlerini bu seçilmiş cehalet besler, büyütür ve yaşatır. Böylece kendilerini tanrı veya başka bir kutsal adına sömürten ama aslında kendi içgüdüleri, korkuları, arzuları, çıkarları, manevi haz ihtiyacı için kullanan kurnaz cahiller, simbiotik bir sömürge ilişkisinin gönüllü öznesi haline gelir. Efendi-köle ilişkisinde aslında efendi köleye hizmet eder, Hegel, bunu fark eden efendide oluşan mutsuz bilinci çözümlemeye çalışmıştır. Marx ise bunun farkındadır. O, köleyi yani proleterya’yı sevdiği için değil, efendiden yani burjuvaziden nefret ettiği için efendisiz bir dünya tahayyül etmiştir. Proleterya ancak böyle bir dünyada zincirlerinden kurtulur ve o paradoksal düşkünlük ilişkisine bağımlılığını kaybettikçe yabancılaşması sona erer. Marx’ın hesaba katmadığı ise, aslında eşiğine kadar gelip ‘bilince çıkaramadığı’, daha doğrusu Yahudi-Hristiyan-Grek birikimin havuzunda yer almayan, kaybolmuş hikmetin insan telakkisidir. Bu saflığı sayesinde 20. yüzyıl boyunca sosyalizm dünyanın Doğusunun afyonu olarak tersinden Doğu’yu da kapitalist üretim ilişkilerinin tarlası yapabilmiş, Sosyalizmi-Marksizm, dünyanın batılılaşmasının farklı bir aracına dönüşebilmiştir. Tabi bu da kölelerin, proleteryanın gönüllü kulluğu ve üretilmiş rızasıyla olmuştur. Seçilmiş cehalet, dinsiz-pozitivist bir dünyayı bile dinselleştirip, kutsayıp, kendine hizmet eden, ihtiyaçlarını maliyetsiz görmesini sağlayan sözümona alternatif bir düzen daha üretmiştir. Modern Kapitalist veya sosyalist devletler, Fransız ihtilalinden beridir, askeri tarım imparatorluklarının monarşik-aristokratik-dinsel tahakkümünü yıkarak yerine ulusal pozitivist sanayi devletlerini kurmuş ama efendi-köle paradoksu yine değişmemiştir. Hatta daha rafine, daha derin, daha karmaşık biçimler alarak, son tahlilde insanı büyütmeyen, aziz kılmayan, Ademleştirmeyen bir dünyaya mahkum etmiştir.
Sadece devletler değil, din adamları sınıfı, havralar, kiliseler, hahamlar, papazlar, mollalar, şeyhler, dedeler babalar, bu tahakküm paradoksunun kurumsallaşmış örnekleridir. Modern çağın dinselleşmiş ideolojik örgüt teorisyenleri, ideologları, liderleri de bu din adamları sınıfına dahildir. Bugün bilim adamları, filozoflar, kanaat önderleri, aydınlar, ünlü gazeteciler ve sanatçılar da aynı modelin seküler versiyonlarıdır. Dini ve dinsiz adamlar sınıfını ortaya çıkartan, otorite yapan ve onlara perestij vererek karşılığında ikiyüzlü bir dinsellik ve sahte ahlak alarak her davranışını maliyetsizce meşrulaştıran, seçilmiş cehalettir. Bu bilinçli cahiller, aynı tarzı daha rafine ve daha dolaylı olarak kullanır. Gündelik ilişkilerinde, aile içinde, akraba ve dost ilişkilerinde dahi daima başkalarına ayar veren, ötekini yargılayan, her konuda ev sahibi gibi davranan insanlar da atanamamış din adamı gibidirler. İnsanların binlerce yıllık kölelik geçmişi, bu hükmetme ve yönetmeye dayalı davranış kodlarının kaynağıdır. Kökeninde sorumsuzluk duygusu, yani ergen olamamışlık ve uzatılmış çocukluk yatar.
Bazıları için çocukluğu cennetidir ve hep orda yaşar, çıkmak istemez. Bu nedenle asla büyümez. Bazıları için ise çocukluğu cehennemdir ve bir ömür boyu ordan kaçar, sadece kendisinin bildiği cehennem sahnelerini bir daha yaşamamak için çırpınır. Kimse neyi neden yaptığını anlayamaz. Oysa o çocukluğunu öldürmüş ama bir türlü gömememiştir. Cenneti ise bilmemektedir ve o cehenneminin olmadığı her şey cennettir.
Savaşlar, çatışmalar, cinayetler, cinnetler, katliamlar, öfke nöbetleri, taciz, tecavüz, işkence ve zulümlerin çoğu, işte bu ‘çocuklar’ tarafından işlenir. Savaş ve şiddet zaten çocuk davranışıdır. Şehvet ve şöhret, ihtiras ve tahakküm de aslında insanın çocukluk hastalıklarıdır. Para/altın/mal biriktirmek, çocukça bir eksiklik duygusunun sonucudur. Bu tür insanlar hem büyümez hem doymaz. Çünkü çocukların karnı doysa da gözü doymaz. sadece büyümüş olanların karınlarıyla beraber gözleri de doyar.
Bu hasletler çocuksu oyun biçimleridir. Kökeninde ilkel avcılık ve toplayıcılık devirlerinin hayatta kalma, güvenlik, aç kalmama, güç istemi, sahip olma oyunları, hayali düşman imgelerini yenme arzusu gibi içgüdüler ve davranışlar yatar. Tarih boyunca kralların av törenleri, aslında sadece savaş tatbikatı değil, toplumu da yönetme tatbikatı olarak düzenlenmiştir. Nihayetinde askeri tarım toplumlarında devletler, birer çobandır. Siyaset ise çobanlık mesleğidir. Anonim yığınlar, koyunlar, keçiler, atlar gibi güdülmeye, eğitilmeye, koşullanmaya ve itaate alıştırılır. İnsanın evcilleştirdiği bu hayvanlar, insanın da evcilleştirilebileceğini öğretmiştir. İnsanın çocukluk halleri, tıpkı hayvanlar gibidir.
Bu çocuksuluk, sahiden çocuk olanlarda sevimli yaramazlık olarak tolere edilir ama büyüyememiş, ergen olamamış insanlarda zalimliğe yol açar. Doğada hayvanlar ihtiyacı kadar avlanır. Ama insanlar hem ihtiyacından fazlasını ister hem de başkalarının elindekini. Bu güdü o derin ilk hasedin, İblisin/şeytanın insana aşıladığı bir eksikliktir. İblis soyu, Ademi tamamlanmak-mükemmelleştirmek-ölümsüzleştirmek yani tanrılar gibi olma adına kandırmış ama yaptığı aşıyla aslında onu eksiltmiş, eksiklik duygusu vermiş ve bunu biteviye tamamlama hırsı kazandırmıştır.
İnsanlık çoğu zaman işte bu eksik insanların eksikliğini ötekine hükmederek, başkasının hakkını da gasp ederek tamamlama güdüsüyle davranan, bunu şiddet yoluyla veya yalan dolanla yani emek vermeden zorla yapan kartlaşmış ama gelişmemiş çocuksu zalimlerin, zorbaların, hırsızların kurbanı olmuştur.
Başkasına hükmetme, başkasının hakkını çalma, başkasını yargılama davranışı, eksik insan davranışıdır. Kendini eksik görmeyen insanların başkalarıyla kurduğu ilişki, sadece paylaşma ve dayanışmadır. (Salat ve Zekat). Ve takva yani kötülükten sakınma, başkaları için veya tanrı için değil, içsel bir doğallıkla, zaten Adem olmanın gereği olarak, iyiliği iyilik olduğu için tercih etmek demektir. Modern felsefede Kant ahlakı olarak bilinen bu ahlaki ölçü, aslında İbrahimi geleneğin alameti farikasıdır. Ahlak, özgür iradeyle ve sorumluluk duygusuyla iyiliği seçmek ve kötülükten sakınmak demektir zaten. Ahlakçılık ise, ahlakı da istismar etmek, ahlaki kural ve değerleri içselleştirmeden başkalarına gösteriş için veya başkasına hükmetmek için kullanmak demektir. Bu merhamet ticaretidir. Oysa gerçek ahlak, iyiliği tanrı için veya başkası için yapmaktan utanır. Çünkü bu ayıp birşeydir. ‘iyiliği tanrı rızası için yapma, iyilik olduğu için yap, tanrı asıl bundan razı olur’. Utanmak, insanın ilk Ademleştirici duygusudur. Ar, haya, edep, hicap, Adem olabilme istidadıdır. Sorumluluk duygusunun kökenidir. Salim aklın, özgür iradenin kaynağıdır. Sadece utanabilen insan, başkasına zarar vermez, kendi sınırlarını bilir, insan kardeşlerinin, diğer canlıların, doğanın da hakkını gözetir. Erdem, budur. ‘Bilge olanlar yüklerini zerafetle taşımayı, başkalarını kendi acılarının duygusal şiddetinden korumayı öğrenirler.’
Schopenhauer, ‘insan arzu ettiği gibi davranabilir, ancak arzu ettiği gibi arzu edemez.” der. Ahlakın bir diğer ilkesi olan haddini bilmenin özetidir bu.
Tüm dünyanın mezarlıkları, haddini bilmez, utanmaz, tahakkümcü ve muhteris cahil kölelerin, büyüyememiş kart çocukların, idraksiz ve iradesiz kölelerin ve onların aynası olan kendileri kadar cahil, idraksiz, iradesiz ama kibirli ve küstah efendilerinin yani yarı insanların çöpleriyle doludur. Henüz manevi evrimini tamamlamamış bu insan çöpleri, gömülmemiş birer vampir, birer hortlak gibidir. Lacan’ın deyimiyle, “Usülünce gömülmeyen her şey hortlar.” Bu mezarlıkta, Zaman ve ölüm birlikte gezer.
Gerçekten var olan, yaşayan çok az insan ise, bu dünya kabristanında bu ölülere Adem ruhu üflemek, tekrar diriltmek, çocuksu zalimlerin kurbanı olmaktan korumak, şehvet, şöhret, tahakküm ve şatafatla dolu sahte cennetlerin büyüsünden uyandırmak için çırpınıp durur. Bir sonuç elde etmek için değil, kendi var oluşunu yani Adem olma sürecini tamamlamak içindir bu çaba. Asla pes etmeden, sabırla, metanetle, imanla devam ederler bu ibadete..
Mezarda çocuk büyütmek, kendi ölü ruhunun mezarlığında yaşıyor taklidi yapmaktan daha sahici, daha insani bir erdemdir. En azından çocukla beraber büyür, olgunlaşır, pişer ve Adem olabilir insan. Tabi empati yapma yeteneği ve kandaşlarını da kınayacak bir vicdanı varsa. Aynı şekilde, sadece Yahudileri erdemle yargılayıp kendine bakmayan, kendi kandaş, dindaş, mezhepdaşının zulüm ve haksızlıklarını görmeyenlerin de Adem olabilmekte nasibi yoktur. Ahlak ve Hakikat, objektiftir ve torpil kabul etmez.
Mezarda çocuk büyütmek zordur ama Adem olmak ve ölülere Adem ruhunu üflemek çok daha zor bir iştir. Yalan bir dünyada, sahte insanların gölgesini sahici bir güneşin altına çekmeye çalışmak gibidir hayat…