Mehmet Akif Ve Medeniyet

Mehmet Akif, Doğu ve Batı medeniyetlerini de bilmekte ve her iki medeniyetin en elverişli yönlerinin insanlar tarafından uygulanmasını istemektedir. Akif, medeniyetin elde edilmesini, kişilerin çabaları, gayretleri ve kendi özünden taviz vermemeleri, kendi olmalarıyla ifade eder. Akif’in medeniyet anlayışında ayrıca fen ve teknik de önemli bir yer tutar. Ona göre bir ülkenin gelişmesi, şüphesiz fen ve teknik sayesinde olmaktadır. Ancak bu süreç boyunca kişilerin de kendi kültürel değerlerinden ve iç ruhsal bütünlüklerinden taviz vermemeleri gerekir.
Aralık 3, 2025
image_print

Akif’i yakın tanıyanların söylediğine göre, öyle kolay yazan bir şair değil. Peki, nasıl oldu da her bir dizesi billur kalitesinde ve tüm milletin hissiyatını en vazıh biçimde aktarabilen İstiklal Marşı’nı iki gün içinde ikmal edebildi? Büyük ihtimalle Mehmet Akif, yıllar boyu kafasında bu dizeleri gezdirdi, zihninde bu şiiri taşıdı. Gerçekten de onun Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı şiirlerde İstiklal Marşı’nın mısralarını hatırlatan mısralar geçtiğini görüyoruz.

Biliyorsunuz İstiklal Marşı’nın, Al-i İmran Suresi’ndeki “Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; iman etmişseniz üstün olan sizsiniz.” ayeti kerimesinin ruhunu yansıttığına hep dikkat çekilir ama onun önceki eserlerinde yani Safahat’ta da bariz biçimde görmez miyiz bu ruhu? Aynı şekilde üstadın “tek dişi kalmış canavar” dediği batı medeniyetine bakışı da bir süreklilik arz etmez mi? Safahat’e özellikle “Asım” bölümüne bakarsak bunu gayet açık biçimde görebiliriz.

Kelime olarak “Hayatın değişik yüzleri, görünümleri” anlamına gelen “Safahat”, önce şairin sadece 1911 yılında yayınlanan ilk şiir kitabının adıyken daha sonra yedi kitabının da ortak adı olmuştur. “Safahat” adı altında bir araya gelmiş kitaplarının alt başlıkları sırasıyla şunlardır: Safahat (1911), Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Asım (1919-924), Gölgeler (1933)… Safahat’i meydana getiren eserler o zamana kadar ayrı ayrı basılmakta iken yeni harflerle 1943 yılından toplu olarak tek bir büyük ciltte basılmıştır.

1921’de yazılan ve kabul edilen İstiklâl Marşı ise Safahat’da yer almaz. Şair bunun nedenini marşın Türk milletinin eseri olduğu düşüncesiyle açıklamış ve bu düşüncesini “Onu milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım” sözleriyle ifade etmiştir. Ersoy’un, İstiklal Marşı’nın başında ve sonunda “bayrak” konusuna değinmesinin nedenini de aynı şekilde izah edebiliriz: “Neden bayrağa hitap ediyor? Çünkü bayrak milletimizi, devletimizi ve bizim dünyaya yüz yıllardır verdiğimiz nizamı temsil ediyor.” İstiklal Marşı, muazzamdır, bazıları onu değiştirmeye kalktığında, milli şairimizin, yazıldığı ruh ikliminin çok özel olmasına dikkat çekmek için “onun bir benzerini tekrar ben bile yazamam!” demesine neden olacak kadar muazzam…

Biz Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’ndaki temaları, hatta dizeleri uzun yıllar zihninde mayaladığı ve marşta geçen fikirlere zaten sürekli sahip olduğu tezine “Asım” örneği üzerinden devam edelim:

Asım, Mehmet Akif Ersoy’un şiir külliyatı Safahat’ın altıncı kitabının adıdır. 1919 da yazılmış 1924 yılında basılmıştır. Hatta bu kitapta “Çanakkale Şehitleri’ne” diye bilinen mısraları şairin aslında ilk kez Çanakkale Deniz Savaşları’nın zaferle neticelendiği haberini aldığı gün yazdığı bilinir.
Asım, manzum hikâye tarzında, konuşma üslubuyla kaleme alınmış bir eser olup Mehmet Akif’in en uzun manzum hikâyesidir.
Eserde dört kişi arasında geçen konuşmalar aktarılır. Bu dört kişi; Hocazâde, Köse İmam, Köse İmam’ın oğlu Asım ve Hocazade’nin oğlu Emin’dir. I. Dünya Savaşı devam ederken ve Fatih yangınından önce Hocazâde’nin evinde geçer. Konuşmaların çoğu Hocazâde ile Köse İmam arasında olup memleket meseleleri üstünedir. Emin, konuşmada çok az rol alır, Asım ise eserin sonunda konuşmaya katılır. Hocazâde, ona öğütler verir. Eserde, “Hocazâde” diye anılan kişi Mehmet Akif’in kendisi, Emin onun oğlu; Köse İmam, Mehmet Akif’in babası Tahir Efendi’nin eski bir öğrencisi olan Ali Şevki Hoca, Asım ise Köse İmam’ın oğludur. Kitabın sonunda Asım, Hocazâde’nin isteği doğrultusunda kendisine benzer arkadaşları ile birlikte pozitif bilimler öğrenimi görmek üzere Berlin’e gitmeye karar verir; hikâye böylece sonlanır.

Mehmet Akif, bu eserde hayal ettiği ideal Müslüman Türk gençliğini ayrıntılarıyla anlatmış ve bu ideal gençliğe “Asım’ın nesli” adını vermiştir.
Şairin ünlü “Çanakkale Şehitlerine” şiiri, “Asım” kitabının sonlarına doğru Hocazâde tarafından söylenen bir manzumedir. Yeni nesilden umutlu olan Hocazâde, gençleri beğenmeyen Köse İmam’a karşı Asım’ın neslini savunurken kahramanlıklarının bir örneği olarak Çanakkale Savaşı’nı ele alır; ona savaşı anlattığı sohbet sırasında bu şiir söylenir. Sohbet havasının hâkim olduğu eserde bu bölüme gelince destan havası ortaya çıkar. Bakalım:

“— Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen;
Bu rezâlet beni me’yûs ediyor âtîden.
Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil;
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?
— Âsım’ın nesli, Hocam,
— Nerde!
— Hayır, haksızsın!
Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın?
— Âsım’ın nesli… diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!
— Âsım’ın nesline münkàd olacak istikbâl.
Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene;
Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.
— Ne kehânet bu?
— Bilirsin ki değil mu’tâdım.
— Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım?
— Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,
Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmayarak.
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;
Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle!
Cebhenin her biri bir kıt’ada, etrâfı deniz;
Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.
Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,
Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sînâ’yı!
Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun…
Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle «bu: bir Avrupalı! »
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkàz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
«O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme» dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir Hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
«Gömelim gel seni târîhe» desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
«Bu, taşındır» diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son Ehl-i Salîb’in kırarak savletini,
Şark’ın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif’in “Asım” kitabında ve bu dizelerde ilk gördüğümüz gerçek, onun gençlere olan güveni, bu nedenle geleceğe karşı hissettiği güvendir. Kendi adıma kendi kültürünü, geleneğini ayakta tutmak için tüm büyük insanlarda gördüğüm ortak özelliğin bu olduğunu söyleyebilirim. Görüldüğü gibi “Asım” kitabı daha sarih ve anlaşılması kolaydır, dolayısıyla da İstiklal Marşı ile paylaşılan aynı temaları, özellikle medeniyet anlayışını, buradan yola çıkarak daha iyi idrak ve analiz etmek mümkündür.

Asım neslinin ilim ve fen tahsili için Berlin’e yola çıkmasından ve birçok başka metninden bellidir ki, Akif merhum Müslüman imanını ilim ve fen ile taçlandırarak kendi medeniyetimizi günümüz şartlarında yeniden ihya etmekten yanadır. Akif, medeniyete değil, yeryüzünü sömürü ve kan gölüne çevirmiş olan Modern Batı medeniyetine karşıdır. Zaten başka türlüsü de düşünülemez. Medeniyet kavramı tamamen Osmanlı’ya özgüdür. Osmanlı, Arapçada uygarlık demek olan “temeddün” kelimesi ile yetinmemiş ayrıca “şehir”den, Medine’den yola çıkarak “medeniyet” kavramını üretmiştir. Tıpkı medeniyetin özünün insan ilişkilerine dayalı olduğunu vurgulamak isterken Farsça “nazik” kelimesinden Arapça sarf kuralına göre “nezaket” kelimesini türettiği gibi… Oysa “zarif” de “zarafet” de Arapça ve aynı şekilde dilimize geçmiş. Demek ki “zarafet” ile yetinmeyip bir de “nezaket”i dilimize ilave etmiş atalarımız. Tıpkı, “kitabiyyat” demek olan “literatür” karşılığı olarak ahlaka vurgu amacıyla “edebiyat” demeyi yeğledikleri gibi…

Mehmet Akif, Doğu ve Batı medeniyetlerini de bilmekte ve her iki medeniyetin en elverişli yönlerinin insanlar tarafından uygulanmasını istemektedir. Akif, medeniyetin elde edilmesini, kişilerin çabaları, gayretleri ve kendi özünden taviz vermemeleri, kendi olmalarıyla ifade eder. Akif’in medeniyet anlayışında ayrıca fen ve teknik de önemli bir yer tutar. Ona göre bir ülkenin gelişmesi, şüphesiz fen ve teknik sayesinde olmaktadır. Ancak bu süreç boyunca kişilerin de kendi kültürel değerlerinden ve iç ruhsal bütünlüklerinden taviz vermemeleri gerekir. Ona göre medeniyet ancak medeni insanlarla kurulabilir; bunun için kişilerin dinlerinden, kültür ve geleneklerinden, dillerinden tevarüs ettikleri asli değerlerini ve iç dinamiklerini canlı tutup geliştirmeleri lazım gelir. Medeniyetin bu insani yönü, fen ve teknikten bile daha önemlidir.

Mehmet Akif, Batı’nın, sırf fen ve teknik de ileri gitmesi sebebiyle “medeniyet” adına teknoloji de geri kalmış Müslüman ülkeleri ve diğerlerini sömürmesini bir türlü hazmedemez. Ama buna tembellik, cahillik ve vurdumduymazlık gibi olumsuz tutum ve davranışlarla izin verilmesini de şiddetle eleştirir. Mehmet Akif, halkın tembel ve cahil kalmasından ve bu yüzden ülkelerin gelişememe ve medeniyeti yakalayamamasından temel sorumlu olarak aydınların halktan kopuk olmalarını görür. Aydınlar, âlimler, medeniyeti bilen insanlar kimseler olarak halkın güvenini kazanamamışlarsa, halkı veya inançlarını suçlamaya hakları da yoktur. Müslümanların medeniyeti yakalayamamalarının bir başka sebebi, bazı Batılı bilim adamlarının ya da müsteşriklerin dediği gibi İslam değil, aksine Müslümanların dini yanlış anlamaları ve uygulamalarıdır.

Kısacası Akif de döneminin Müslüman münevverleri gibi medeniyetin fen ve teknik yönünü benimsemiş, bunun her halükârda alınmasını ifade etmiş ancak kutsal olana, manevi değerlere saygıyı da ihmal etmemek gerektiğini vurgulamıştır. Bunu “Evet, ulumunu asrın şebaba öğretelim;
Mukaddesata, fakat çokça ihtiram edelim” diye ifade etmiştir.

Akif’in ve modern dönemin meydan okumasıyla karşılaşmış, dinini, kültürünü muhafaza ederek modernleşmekten yana olan son dönem Osmanlı münevverlerimizin çoğunda bulunan bu bakışa ben de katılıyorum. Ancak gerek onlardan gerek geçen zamanda yeni fikirlerden öğrendiklerim muvacehesinde bu bakışın hatalı ve eksik bulduğum yanları olduğunu da söylemeliyim. Artık yalnızca Batının “ilmini ve fenni”ni almakla iktifa edemeyiz, onu ciddi biçimde sorgulamak, eleştirmek ve onarmak da bize düşer. Bu bakışımı Türkiye Yüzyılından ne beklediğime cevap verirken şöyle açıklamaya çalışmıştım:
“Türkiye Yüzyılı hayalim, yaşadığımız zamanlarda ne eksikse onu tamamlayan, ne fazlaysa onu gideren, ne hatalı ve arızalı ise onu onaran, bunlar için çabalayan, mazlumların, insanlığın ve hayatın umudu olan bir ülkeye, onun devletine ve insanına olan inancıma dayalı.

Bu dünyada merhamet ve adalet eksik; görünüşte insan ve hayvan hakları, demokrasi ve çevrecilik söylemlerinden geçilmiyor ama gerçekler hiç de öyle değil…

Türkiye Yüzyılında ülkemin, devletimizin, insanımızın mazlumların, insanlığın, canlıların, hayatın savunucusu ve sözcüsü olmasını beklerim.
Yaşadığımız zamanlara haz ve hız çağı, insan-sonrası” dedirtecek kadar tatminin, rekabetin, süratin ve teknolojik aklın esiri olmuş insanlara, durun böyle nereye gidiyorsunuz diye soran, teenniye ve iyilikte, sağlıkta yarışmaya davet eden bir Türkiye Yüzyılı hayal ediyorum.

Akla ve bilime olduğu kadar kalbe ve merhamete de ihtiyaç olduğunu, ahlakın ötekini düşünmek ve haklarını savunmaktan geçtiğini, yeryüzünde adalet olmadan kimsenin mutlu olamayacağını hatırlatan ve gösteren bir ülkeye, devlete ve millete inanıyorum.”

Bir ilave eleştirim de merhum Akif’in kapsamlı bir demokrasiyi, özellikle Müslümanların kendi düşünce ve hayat dünyalarındaki demokrasiyi nasıl geliştireceklerine pek kafa yormamasınadır. Bu vazife de bize, size düşmektedir. Kendi adıma bunu düşünce alanında “Mehmet Akif ile Necip Fazıl’ı; Aliya ile Nurettin Topçu’yu nasıl bir arada düşünebiliriz?” başlığı altında yapmaya çalışıyorum. Siz gençlerimizi de siyasetin sadece gündelik iktidar ve çıkar hesabı şeklinde algılanmasından uzaklaşıp bir “medeniyet siyaseti”ni nasıl geliştirebileceğimiz üzerine fikir üretmeye davet ediyorum.

Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka:
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 5 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. Halen Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari sorumlusu. Türkiye Günlüğü dergisinin yayın; birçok tıp ve beşerî bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Türk Grup Davranışı kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları “Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü” verilmiştir.

Web: erolgoka.net
Mail: [email protected]

Yayınlanan kitapları içinde öne çıkanlar:

-Türklerin Psikolojisi (2008; 2017)
-Kadınlar, Erkekler, Âşıklar (Dr. Sema Göka ile birlikte, 2008)
-Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm (2009),
-Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları (2009; 2018)
-Türk’ün Göçebe Ruhu (2010; 2019)
-Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2011; 2019)
-“Gerçek” İnsanın Yüzünde Yazar mı: Batı, İslâm ve Bilim Dünyasında Kişiliği Yüzden Tanımak (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2012; 2020)
-Hayatın Anlamı Var mı? (2013; 2019)
-Yalnızlık ve Umut: Günümüzde Varoluşsal Çaresizlikler ve Çıkış. (2020)
-Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları (2016)
-İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan (2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA