Lübnan Hizbullah Meselesini Çözüyor mu?

Bu koşullar altında, her ne kadar Hizbullah bu kararı yok hükmünde kabul etse de belki de ilk kez hayatta kalmak için devletle bütünleşme ihtimalini ciddi şekilde değerlendirmek zorunda kalabilir. Çünkü ne uluslararası arenada eski koruyucu imajına sahip, ne de içeride toplumsal dokunulmazlığı eskisi kadar mutlak. Bugüne kadar Lübnan devletini kendi varlığı için yetersiz olarak gören Hizbullah, şimdi o devletin meşruiyeti ve kurumsal şemsiyesi altında ayakta kalmayı bir seçenek olarak düşünebilir.
Ağustos 10, 2025
image_print

Lübnan’da devlet kavramı çoğu zaman bir anayasa maddesinden ziyade bir temenni olarak yaşar. Güç, nadiren başkentten yönetilir; daha çok silahın bulunduğu yerde anlam kazanır. Tam da bu nedenle, General Joseph Aoun’un liderliğindeki geçici kabinenin açıkladığı “tüm devlet dışı silahlı yapıların dağıtılacağı” kararı, teknik bir güvenlik reformu değil, doğrudan Lübnan siyasetinin kalbine atılmış siyasi bir taş niteliğindedir.

Bu karar, yüzeyde egemenlik bildirisi gibi görünse de, satır aralarında çok daha fazlasını taşır. Aoun’un kabinesi elbette biliyor ki Hizbullah’ın elindeki silahlar sadece askeri değil; tarihsel, mezhepsel ve bölgesel birer simgedir. Silah bırakmaları çağrısı, aynı zamanda kimliklerinden, pozisyonlarından ve dış bağlantılarından feragat etmeleri anlamına gelir. Bu, Lübnan siyasetinde bugüne kadar kimsenin doğrudan söylemek istemediği bir meseleydi. Şimdi ise durum biraz farklı.

2019 sonrası artan ekonomik kriz ve halk tepkisiyle Hizbullah’ın rolü yeniden tartışılmaya başlandı. 2023–2024 arasında İsrail’le yaşanan sınır çatışmaları süreci hızlandırdı. Bu yıl ABD’nin desteğiyle hazırlanan dört aşamalı plan çerçevesinde, Lübnan Bakanlar Kurulu ilk kez Hizbullah’ın da dahil olduğu tüm silahlı grupların silahsızlandırılması yönünde resmi bir karar aldı. Orduya yıl sonuna kadar silahların sadece devletin elinde olmasını sağlayacak bir plan hazırlama görevi verildi. Bu, Hizbullah’ın silahsızlandırılması sürecinde bugüne kadar atılan en somut ve bağlayıcı adım oldu. 7 Ağustos günü açıklanan karar ile hareketin silah bırakması sürecinin başladığı resmen ilan edildi.

Kararın uygulanabilirliğinden çok, neyi amaçladığına bakmak gerekiyor. Zira milislerin silahsızlandırılması kararı bu kadar cesur olmasa da farklı şekillerde uygulanmaya çalışılmıştı. Hizbullah’ın silahsızlandırılması süreci, 1989 Taif Anlaşması ile başlasa da, Hizbullah’ın “İsrail’e karşı direniş gücü” olarak görülmesi nedeniyle uzun yıllar uygulamaya geçmedi. 2000 yılında İsrail’in güney Lübnan’dan çekilmesi, Hizbullah’ın silahlı varlığını daha da meşrulaştırdı. 2004’teki BM 1559 ve 2006’daki 1701 sayılı kararlar silahsızlanmayı talep etse de, Lübnan hükümeti bunları uygulamakta yetersiz kaldı. 2006 sonrası başlatılan ulusal diyalog girişimleri de sonuç vermedi. Hizbullah, silahlarını “direniş hakkı” kapsamında korumaya devam etti.

Herkesin bildiği gibi, Hizbullah’ın kısa vadede silah bırakması ihtimali zayıftır. Çünkü silah, bu yapı için yalnızca bir savunma aracı değil; direnişin temsili, varoluşun kaydı ve gücün dilidir. Örgüt, yıllar içinde yalnızca milis değil; bir tür paralel devlet hâline gelmiştir. Sağlık hizmetlerinden medyaya, eğitimden sosyal yardıma kadar uzanan bir gölge idare inşa etmiştir. Bu ağın merkezinde ise silah vardır.

Öte yandan, bu kararın alınmasının ardında ciddi stratejik nedenler bulunuyor. Öncelikle Lübnan, yıllardır siyasi tıkanıklıklar, ekonomik çöküş ve toplumsal isyanlar arasında sürüklenirken, devletin varlığına dair inanç büyük ölçüde sarsıldı. Aoun yönetimi bu karar aracılığıyla, yalnızca Hizbullah’a değil, kamuoyuna ve dış dünyaya devlet yeniden sahneye dönüyor mesajı veriyor. Bu bir meydan okuma değilse bile, en azından bir uyarıdır.

Uluslararası boyut da göz ardı edilemez. ABD, Avrupa Birliği ve Körfez ülkeleri uzun süredir Lübnan’a yapılacak yardımların, özellikle Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve sınırlandırılması şartına bağlı olduğunu açıkça belirtiyor. Dolayısıyla bu karar, bir yönüyle uluslararası camiaya gerekeni yapıyoruz demenin diplomatik şeklidir. Aynı zamanda Hizbullah’ı ya uyum göstermeye ya da açıkça sistem dışına itmeye zorlayan bir pozisyon alma hamlesidir.

Ancak bu süreci yalnızca iç politik bir hamle olarak okumak yetersiz olur. Çünkü kararın arka planında, özellikle İsrail’in 2024 sonu itibarıyla hızlandırdığı doğrudan ve dolaylı saldırılar da belirleyici rol oynamaktadır. İsrail, Gazze savaşının ardından kuzey cephesine yönelerek, Hizbullah’ın Güney Lübnan’daki askeri varlığını sistematik şekilde hedef almaya başladı. Başlangıçta sınırlı nokta atışları olarak başlayan bu saldırılar, bir tür düşük yoğunluklu cephe savaşına dönüştü. Hizbullah’ın karargâhları, mühimmat depoları, saha komutanlıkları ve haberleşme altyapıları ardı ardına vuruldu.

Örgüt, yıllardır sürdürdüğü “İsrail’e karşı caydırıcı güç” pozisyonunu korumakta zorlanmaya başladı. En önemlisi, lideri Hasan Nasrallah’ın 2024 sonbaharında İsrail hava saldırısıyla öldürülmesi, örgütün sadece operasyonel değil, sembolik bütünlüğünde de derin bir çatlak yarattı. Yerine geçen Naim Kasım, liderliği devralsa da, Nasrallah’ın karizması ve halk içindeki karşılığına ulaşamadı. Bu durum, Hizbullah’ın hem içeride hem dışarıda daha savunmada ve dağınık bir görüntü vermesine yol açtı.

İsrail’in saldırıları sadece askeri hedeflerle sınırlı kalmadı; aynı zamanda Lübnan’ın güneyindeki sivil bölgeler de bu çatışmanın içine çekildi. Böylece Hizbullah’ın “halkı koruyan direniş gücü” imajı, “halkı riske atan provoke edici güç” algısına evrilmeye başladı. Lübnan’daki Şii toplumu içinde bile, “bedeli çok ağır bir direnme biçimi” tartışmaları görünür hâle geldi.

Bu koşullar altında, her ne kadar Hizbullah bu kararı yok hükmünde kabul etse de belki de ilk kez hayatta kalmak için devletle bütünleşme ihtimalini ciddi şekilde değerlendirmek zorunda kalabilir. Çünkü ne uluslararası arenada eski koruyucu imajına sahip, ne de içeride toplumsal dokunulmazlığı eskisi kadar mutlak. Bugüne kadar Lübnan devletini kendi varlığı için yetersiz olarak gören Hizbullah, şimdi o devletin meşruiyeti ve kurumsal şemsiyesi altında ayakta kalmayı bir seçenek olarak düşünebilir.

Asıl tehlikeli olan soru ise şu: Hizbullah, kendisini Lübnan devleti içinde yeniden tanımlamazsa ne olur? Bu Lübnan’ın içinde bulunduğu çıkmazı daha da derinleştirecek belki iç çatışmayı yeniden körükleyecek bir sürecin işaret fişeği olabilir. Ancak yeni bir iç çatışmayı ne ülke ne de bölge kaldırabilecek durumda değil.

Bütün bu tablo içinde en dikkat çekici olan, bu kararın zamanlamasıdır. Lübnan’ın en kırılgan dönemlerinden birinde, devletin “ben varım” demesi önemlidir. Ancak bu “varlık” sadece kelimede değil, uygulamada da kendini göstermelidir. Zira bu tür kararlar, yalnızca niyet değil; kapasite ve kararlılık da gerektirir.

Sonuç olarak, Joseph Aoun’un kararı bir bitiş değil, bir başlangıç noktasını temsil ediyor. Bu, belki de Lübnan’da ilk kez “silahlar değil, devlet konuşmalı” düşüncesinin resmi ifadesidir. Ancak bu düşünceyi hayata geçirmek, yalnızca karar almakla değil, o kararın arkasında durmakla mümkün olur. Ve Lübnan’da barış, silahların sustuğu an değil; neden o silahların konuştuğunun tüm taraflarca anlaşıldığı andır.

 

Muhammed Ali Acar

Muhammed Ali Acar: Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 2013-2014 akademik yılında Erasmus programı kapsamında Westfalische Wilhelms Universtaet Münster, Arabistik und İslamwissenschaft bölümü bünyesinde lisans seviyesinde dersler aldı. Meb bursiyeri olarak 2022 yılında Ürdün Üniversitesi Siyaset Bilimi alanın yüksek lisansımı tamamladı. Halen aynı üniversitede doktora eğitmine devam etmekte. İyi derecede Arapça, orta derecede İngilizce ve Almanca biliyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA