İki yüz elli yıl önce Amerikan Devrimi, “dünyayı sarsan silah sesiyle” başladı. Devrim, etnik köken, coğrafya ya da dine değil; demokratik ilkelere ulaşma çabasına dayanan yeni bir ulusun temelini attı. Bu ilkeler arasında en önemlilerinden biri din özgürlüğüydü.
Thomas Jefferson, James Madison ve 18. yüzyılın evanjelikleri, kilise ile devletin kesin biçimde ayrılması da dahil olmak üzere din özgürlüğüne derin bir bağlılık taşıyorlardı. Hükümetle dinin iç içe geçtiği bir dünyada yaşamış bu kişiler için bu ayrım, hem dinin hem de devletin yozlaşmasını önlemek ve farklı inançlara sahip yeni vatandaşlar arasındaki çatışmaları azaltmak açısından elzemdi.
Ne yazık ki bu kurucu ilke, bugün mahkemelerde ve Başkan Donald Trump ile destekçileri tarafından saldırı altında. Bazı Yüksek Mahkeme yargıçları bu ilkeyi, eyaletlere uygulanmasını ve tarihsel dayanaklarını açıkça sorguladı. Cumhuriyetçi milletvekilleri ise, dini okulları vergi gelirleriyle finanse etmek ve “din özgürlüğü” iddialarını ayrımcılık karşıtı yasaları zayıflatmak için kullanmaya yönelik girişimlerde bulundu.
Jefferson, Madison ve onların evanjelik destekçileri bu duruma fazlasıyla şaşırırlardı.
Devrimin 250. yıldönümü, yalnızca din özgürlüğünün önemini değil, aynı zamanda bu özgürlüğün nasıl kazanıldığını ve onu korumak için savaşan vatanseverler açısından ne ifade ettiğini düşünmek için de uygun bir zamandır.
Devrimden önce, Amerikan kolonilerinde kilise ile devlet arasında bir ayrım yoktu. Birçok koloni, yerleşik kiliseleri (established churches) vergi gelirleriyle destekliyordu. Diğerleri ise oy verme hakkı ya da kamu görevi yürütme konusunda dinî kısıtlamalar uyguluyordu.
En kalabalık koloni olan Virginia’da, İngiltere Kilisesi (Church of England) resmî kiliseydi. Presbiteryenler, Baptistler, Quakerlar, Lutherciler ve diğer dinî muhalifler dâhil herkes —üye olmasalar bile— bu kiliseyi desteklemek için vergi ödüyordu. Çoğu kişi için bu kilise vergisi, ödedikleri en yüksek vergiydi. Anglikan Kilisesi ayrıca evlilikleri, yoksullara yardımı, yetimlerin bakımını denetliyor; küfür ve kiliseye devamla ilgili yasaları uyguluyordu. Küçük çocukları olan muhalifler öldüğünde, Anglikan yetkililer, yetim kalan çocukları genellikle iyi bir Anglikan evine yerleştiriyordu. Anglikan ayinlerine düzenli katılmayan dinî muhalifler sık sık para cezasına çarptırılırken, Anglikan cemaati üyelerinin devamsızlığına ise göz yumuluyordu.
Tüm bu ayrımcılığa rağmen, 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, evanjelik Presbiteryenler ve Baptistlerin önderliğinde dinî muhalefet hızla büyümeye başladı. Buna karşılık Anglikanlar, yasal ayrımcılıktan doğrudan zulme yöneldiler.
Kurulu düzenin destekçileri, muhalif vaizleri köpeklerle kovaladı, taşladı ve zaman zaman üzerlerine ateş açtı. At sırtındaki adamlar ibadet etmek için toplanan cemaati kırbaçladı. Bir dua toplantısına eşek arısı yuvası fırlatıldı. Baptist vaiz Morgan Edwards, bir komünyon masasının “en pis şeylerle” kirletildiğini bildirdi.
Amerikan Devrimi’ne gelindiğinde, Virginia’daki Baptist vaizlerin yarısından fazlası, huzuru bozmak ya da ruhsatsız vaaz vermek gibi uydurma suçlamalarla hapse atılmıştı. Birçoğu buna karşılık olarak, ruhsatlarının “Kral İsa”dan (King Jesus) geldiğini söylüyordu. Vaizler, hapisteyken bile saldırıya uğruyordu: James Ireland, Culpeper County hapishanesinin zemin katındaki bir pencereden vaaz verirken üzerine işendi; John Weatherford ise Chesterfield County’deki hücresinde dua ederken kollarını açtığında, kolları bıçakla kesildi.
Tüm bu saldırılara rağmen, Devrim başladığında muhalifler Virginia nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyordu ve vatansever liderler, Britanya’ya karşı verilen mücadelede onların desteğine şiddetle ihtiyaç duyulduğunu kısa sürede fark etti. Muhalifler bu durumu bir fırsat olarak gördüler ve savaşı desteklemelerinin karşılığı olarak din özgürlüğü talep ettiler.
Bunun üzerine uzun süren bir müzakere süreci başladı. Muhalifler, gerekli reformları sıralayan dilekçelerle Genel Kurulu doldurdular: kilise vergilerinin kaldırılması, yoksullara yardımın sivil bir sorumluluk hâline getirilmesi ve muhalif vaizlere evlilik töreni kıyma hakkı tanınması. “Bu talepler kabul edilirse,” savaşı destekleyeceklerini belirttiler. Din özgürlüğü garanti altına alınırsa, iç “düşmanlıkların sona erebileceğini” söylediler—örtük bir tehditti bu. Oybirliği ihtiyacının ne kadar kritik olduğunu vurgulayan bir gazete mektubu, kısıtlamaların kaldırılmasını talep ediyor ve anlamlı bir şekilde şöyle bitiriyordu: “Akıllı olana bir söz yeter” (a word to the wise is enough).
Jefferson’un “şimdiye kadar verdiği en çetin mücadeleler” (the severest contests) olarak tanımladığı süreçte, Genel Kurul muhaliflere yönelik kısıtlamaları yavaş yavaş kaldırdı. Ancak savaş sona erdiğinde, reformlar hâlâ tamamlanmamıştı.
1784 yılında, eski Anglikan düzeninin destekçileri yeni bir kilise vergisi getirmeye çalıştığında, muhalifler öfkeyle tepki gösterdi. Bir Baptist vaiz şöyle yazdı: “Kilise ile Devlet arasındaki yasadışı birliktelik—ki bu çoğu zaman kutsal bir evlilik olarak görülmüştür—artık ayrılmalı ve sonsuza dek birbirinden ayrılmalıdır.”
Jefferson Fransa büyükelçisi olarak görev yaparken, Madison Meclis’e Jefferson’un Din Özgürlüğü Yasası’nı (Statute for Religious Freedom) sundu. Bu yasa, daha sonra Birinci Yasa Değişikliği’nin temelini oluşturdu.
Virginia Yasası, kilise ile devleti ayırır ve “sivil haklarımızın dinî görüşlerimize bağlı olmadığını” ve dinin “hiçbir şekilde [bir kişinin] sivil yeterliliklerini azaltamayacağını, genişletemeyeceğini ya da etkilemeyeceğini” açıkça belirtir. Jefferson daha sonra, Birinci Yasa Değişikliği’nin “kilise ile devlet arasında bir ayrılık duvarı” (wall of separation between church and state) oluşturduğunu zaferle ilan etti. 1879 yılında Yüksek Mahkeme bu görüşü oybirliğiyle kabul etti.
Elbette, dinî kısıtlamalar yıllarca sürdü: Resmî görevliler ve mahkemede tanıklık eden kişiler genellikle dinî yemin etmek zorundaydı. Birçok okulda İncil okunması zorunluydu. Diğer ayrımcı uygulamalar da mevcuttu. Ancak zamanla güçlü bir Amerikan hareketi, Jefferson’un kilise ile devletin ayrılığı anlayışına yöneldi.
Bu bizi şaşırtmamalı. Aslında, bu ulusun temellerini oluşturan pek çok ilke ulaşılmaya çalışılan ideallerdi (aspirational) ve kurucu babalar tarafından her zaman hayata geçirilmedi. Kölelik gibi iğrenç bir kurumun yanı sıra kadınlara ve Yerli Amerikalılara yönelik süregelen ayrımcılık, “tüm insanlar eşit yaratılmıştır” beyanını alaya aldı. Yine de bu ifade, eşit muamele talep eden ve hâlâ talep etmeye devam eden milyonlarca insan için bir mücadele çağrısına dönüştü.
Aynı şey din özgürlüğü için de geçerlidir. Ülkemiz, kilise ile devletin ayrılığı da dahil olmak üzere bu ilkenin tam olarak uygulanması konusunda hâlâ mücadele etmektedir.
Örneğin Jefferson, din özgürlüğünün kimseye tarafsız (onun deyimiyle “tarafsız” ya da “nesnel” – impartial) yasalara karşı gelme hakkı vermediğini açıkça belirtmişti. 20. yüzyılın sonlarına kadar Jefferson’un uyardığı türden dinî muafiyetler yaygın şekilde reddediliyordu. Örneğin, 1990 yılında Yüksek Mahkeme’de görülen Employment Division v. Smith davasında, Yargıç Antonin Scalia, “tarafsız” yasalara getirilen dinî muafiyetlerin hükümet ile dini birbirine dolandıracağını (entangle) ve yasaların karmaşık, düzensiz bir yapıya dönüşeceğini belirtmişti.
Ancak daha sonra, “1993 Din Özgürlüğünün Yeniden Tesis Edilmesi Yasası” (Religious Freedom Restoration Act of 1993) gibi yanıltıcı bir adla anılan bir yasa ile Kongre bu ilkeyi tersine çevirdi ve bu tür muafiyetlere karşı çıkma yükümlülüğünü hükümete yükledi.
Artık, eğer bir yasa bir işletmenin cinsel yönelime dayalı ayrımcılık yapmasını yasaklıyorsa, bir işletme, dinî inançlarını gerekçe göstererek eşcinsel bir çifte hizmet vermeyi reddetmeye çalışabilir. Doğum kontrolüne karşı olan bir işletme ya da hastane, devletin sağlık hizmetleri veya sigorta düzenlemelerinden muafiyet talep edebilir. 2017 yılında Başkan Trump, bu tür dinî muafiyetleri yürütme emriyle genişletmeye çalıştı ve o zamandan beri kilise ile devletin daha da iç içe geçeceği yönünde vaatlerde bulundu.
Geçmişte, bu tür istisnalar örneğin, bazı işletmelerin Afrikalı Amerikalılara hizmet vermeyi reddetmesine zemin hazırlamıştı; çünkü bu kişiler “Ham’ın laneti” (curse of Ham) altında olduklarını iddia ediyorlardı. Günümüzde de insanlar, başka yasadışı eylemleri dinî gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışabilir.
Jefferson ve destekçileri, kilise ile devletin bu şekilde iç içe geçmesinin her iki kurumu da yozlaştırdığını anlamışlardı. 2005 yılında Yüksek Mahkeme bir adliyede sergilenen On Emir’i kaldırdığında, Yargıç Sandra Day O’Connor, Jefferson’un yaklaşımını yansıtarak şu soruyu yöneltti: “Kilise ile devlet arasındaki sınırları yeniden müzakere etmek isteyenlere… bize bu kadar iyi hizmet etmiş bir sistemi, başkalarına bu kadar kötü hizmet etmiş bir sistemle neden değiştirelim?” Bu soru, bugün hâlâ geçerliliğini koruyor.
Din özgürlüğü ve kilise ile devletin ayrılığı için verilen mücadele, eşitlikten vatandaşlık haklarına ve seyahat özgürlüğüne kadar tüm kurucu ilkelerde olduğu gibi devam etmektedir.
Ancak başarısızlıklara ve eksikliklere rağmen, bu ilkeler hâlâ Amerikalıların gerçekleştirmek için çabalayabileceği idealler olarak varlığını sürdürmektedir.
* John A. Ragosta, Monticello’daki Uluslararası Jefferson Araştırmaları Merkezi’nin eski geçici direktörüdür ve Religious Freedom: Jefferson’s Legacy, America’s Creed (Din Özgürlüğü: Jefferson’un Mirası, Amerika’nın İnancı) adlı kitabın yazarıdır.
Kaynak: https://time.com/7297290/founders-separation-church-and-state/