Körfez Ülkeleri Yeni Orta Doğu Dengesini Nasıl Okuyor?

İran’ın bölgesel etkisinin zayıflaması, Körfez ülkeleri için tarihi bir fırsat penceresi açıyor. Ancak bu fırsat, ancak temkinli ve çok katmanlı bir stratejiyle değerlendirilebilir. Körfez’in önceliği artık sadece İran tehdidini bertaraf etmek değil; aynı zamanda bu boşluğu İsrail’in tek taraflı bir şekilde doldurmasını engellemek, Yemen’i istikrara kavuşturmak ve enerji güvenliğini garanti altına almaktır.
Temmuz 1, 2025
image_print

İsrail ile İran arasında yaşanan son askeri tırmanışın ardından Orta Doğu’da yeni bir denge arayışı başladı. Karşılıklı füze ve İHA saldırıları, hem bölgesel hem de küresel düzlemde güç ilişkilerini yeniden şekillendirirken, İran’ın bölgesel nüfuzunda hissedilir bir gerileme yaşanıyor. Ne var ki bu durum, İran’ın geleneksel rakibi olan Körfez ülkeleri için otomatik bir fırsat anlamına gelmiyor. Aksine, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Kuveyt gibi enerji ihracatçısı ülkeler, İsrail’in bölgede artan askeri hamlelerini temkinli bir şekilde takip ediyor. Zira yeni denge, yalnızca İran’ı zayıflatmakla kalmayıp İsrail’e stratejik alan açma riskini de beraberinde getiriyor.

İran Ekseni Dağılırken Güç Dengesi Nasıl Değişiyor?

İran’ın yıllardır inşa ettiği Tahran-Beyrut ekseni son dönemde ardı ardına gelen darbelerle sarsıldı. Suriye’de Beşar Esed rejiminin çökmesiyle birlikte İran, Şam’daki en önemli müttefikini kaybetti. Lübnan’da ise Hizbullah, İsrail’in hava saldırıları ve ekonomik çöküş nedeniyle savunmaya çekildi. Örgütün Lübnan iç siyasetindeki gücü azalırken, bölgesel inisiyatif üretme kapasitesi de ciddi anlamda zayıfladı.

Yemen’de İran’ın en önemli uzantısı olan Husiler, Kızıldeniz’deki saldırıları nedeniyle ağır bedeller ödemeye başladı. ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirilen hava operasyonları, İsrail’in de zımni desteğiyle, Husilerin füze ve İHA kapasitesine büyük zarar verdi. Lojistik merkezler, silah depoları ve komuta yapıları hedef alındı; böylece Körfez ülkelerini tehdit eden doğrudan saldırı riski büyük oranda azaldı.

Ancak asıl stratejik kırılma, İran topraklarının doğrudan hedef alınmasıyla yaşandı. ABD, İsrail ile koordineli şekilde İran’ın nükleer altyapısına ait Natanz ve Fordo gibi kritik tesisleri vurdu. Bu gelişme, İran açısından hem caydırıcılığın zayıflaması hem de savunma kapasitesinin sorgulanması anlamına geliyor.

Tüm bu gelişmelere rağmen, Suudi Arabistan ve BAE gibi Körfez ülkeleri hâlâ sahaya doğrudan müdahale etmeye gönülsüz. Özellikle Yemen’de Husilere karşı geniş çaplı bir kara operasyonunu desteklememeleri, bu temkinli politikanın en belirgin yansıması.

Körfez’in Temkinli Duruşunun Nedenleri

Körfez ülkelerinin sahaya inmemesinin ardında çok katmanlı gerekçeler bulunuyor. Bunlardan ilki, güvenlik kaygıları. 2019 yılında Suudi Arabistan’daki Abqaiq ve Khurais enerji tesislerine yönelik Husilerin gerçekleştirdiği İHA saldırısı, bölgeyi büyük bir şok dalgasına sürüklemişti. Bu saldırılar, sadece Riyad’ın değil, küresel enerji piyasalarının da kırılganlığını gözler önüne serdi. Körfez liderleri, benzer bir senaryonun tekrar yaşanmasını göze almak istemiyor.

İkinci neden ise Yemen’deki karmaşık saha dengeleri. Resmî Yemen hükümeti, halen Marib ve Taiz gibi bölgelerde varlık gösteriyor. Ancak sahada yalnız değil. Birleşik Arap Emirlikleri destekli “Amalikalar” adı verilen Selefi unsurlar, geniş bir alanda kendi kontrol yapılarını kurmuş durumda. Ayrıca yine Abu Dabi’nin doğrudan desteklediği Güney Geçiş Konseyi (STC), Aden ve çevresinde bağımsızlık hedefi güderek kuzeydeki hükümetle rekabet ediyor. Bu parçalı yapı, sahada koordineli ve merkezi bir askeri harekâtın yürütülmesini neredeyse imkânsız kılıyor.

Suudi Arabistan ve BAE Arasında Yaklaşım Farklılıkları

Her ne kadar İran karşısında ortak kaygılar taşısalar da, Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin Orta Doğu’nun farklı dosyalarındaki pozisyonları her zaman örtüşmüyor. Yemen sahasında dahi Riyad daha çok merkezi hükümeti desteklerken, Abu Dabi zaman zaman yerel veya devlet dışı aktörlere yatırım yapmayı tercih ediyor.

Bu ayrım yalnızca Yemen’le sınırlı değil. Örneğin Sudan’da Suudi Arabistan, kurumsal yapının ve devletin devamını önceleyen bir pozisyon alırken; Birleşik Arap Emirlikleri, oradaki Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) gibi paramiliter yapılarla daha doğrudan ilişkiler kurdu. Suriye dosyasında da benzer bir farklılık görüldü: Riyad, Arap Birliği üzerinden rejimle teması kontrollü biçimde kurarken, BAE daha erkenden Şam ile doğrudan diplomatik ilişkilere yöneldi.

Bu yaklaşım farkları, Körfez’in sahaya bakışında tek merkezli bir karar yapısı olmadığını, aksine jeopolitik çıkarların her ülke için farklı şekillerde tanımlandığını gösteriyor.

Körfez ülkeleri için asıl mesele, güç boşluklarını avantaja dönüştürürken yeni tehdit alanları yaratmamak. Zira Orta Doğu’da bir düşmanın zayıflaması, her zaman istikrar anlamına gelmez. Bazen yeni kaoslara kapı aralayabilir. Körfez bunu gördü, biliyor ve bu yüzden temkinli ilerliyor.

İran’ın bölgesel etkisinin zayıflaması, Körfez ülkeleri için tarihi bir fırsat penceresi açıyor. Ancak bu fırsat, ancak temkinli ve çok katmanlı bir stratejiyle değerlendirilebilir. Körfez’in önceliği artık sadece İran tehdidini bertaraf etmek değil; aynı zamanda bu boşluğu İsrail’in tek taraflı bir şekilde doldurmasını engellemek, Yemen’i istikrara kavuşturmak ve enerji güvenliğini garanti altına almaktır.

Bekir Gündoğdu

Araştırmacı-yazar. Siyaset, sivil toplum ve medya alanlarında çeşitli kademelerde görev yaptı. Halen Yeni medya editörlüğü ve internet yayıncılığına devam ediyor.
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.