Batı siyasi yelpazesinde karşılıklı olarak ifade özgürlüğü konusundaki ikiyüzlülük suçlamaları bir gelenek halini aldı. Benim yaşadığım Britanya’nın liberal eski başbakan yardımcısı Nick Clegg, yakın zamanda JD Vance gibi Amerikalı muhafazakârları, İngiltere’nin ifade özgürlüğü yasalarını eleştirirken kendi ülkelerinde muhalefeti bastırdıkları için “ağır ikiyüzlülükle” suçladı. Bu sırada, The New York Times’ta muhafazakâr yorumcu Bret Stephens, son yıllarda sansürü meşrulaştıran ilericilerin Jimmy Kimmel yayından kaldırıldığında birden “ifade özgürlüğünü yeniden önemsemeye” başladıklarını örnekleriyle anlattı.
Greg Lukianoff, aslında hepimizin bir şekilde ikiyüzlü olduğumuzu öne sürüyor. “Eğer ifade özgürlüğü savunucusuysanız, bir seçimle karşı karşıyasınız” dedi. “Ya her siyasi görüşten insan tarafından hayal kırıklığına uğramayı göze alırsınız ya da çıldırırsınız.” Bu doğru olabilir, ama bence hikâyenin tamamı bu değil. Her iki tarafta da bilinçli olarak sahtekârlık yapan gerçek ikiyüzlüler olsa da, daha derin bir insanî güç de iş başında olabilir: kendi kendimizi kandırma kapasitemiz.
İnanmak istediğimiz şeye kendimizi ikna etme hususunda ustayız. Bu yalnızca günlük seçimlerimizi değil, aynı zamanda politikalarımızı ve ahlaki muhakemelerimizi de şekillendiriyor. En önemlisi ise, kendi kendimizi kandırma, farkındalığımızın radarı altında çalıştığı için, onu tespit etmek ve düzeltmek, bilinçli ikiyüzlülüğe göre çok daha zordur.
Psikologlar uzun zamandır kendimize dair algılarımızın ne kadar çok hoşumuza gittiğini biliyorlar. “Ortalamanın üstünde etkisi” kavramı çoğu insanın kendisini zekâ, ahlak ve nezaket açısından ortalamanın üzerinde görmesini tanımlar. Üniversite öğrencileri kişiliklerinin akranlarına göre daha karmaşık olduğunu düşünür; kaza yapıp hastaneye kaldırılan sürücüler hâlâ kendilerini ortalamadan daha iyi sürücüler olarak görür. Öğretim görevlileri, meslektaşlarından daha iyi öğretmen olduklarına inanır. Bir çalışmada, şiddet suçlarından hüküm giymiş mahkûmlar kendilerini ortalama mahkûmdan değil, ortalama vatandaştan bile daha ahlaklı, nazik ve güvenilir olarak değerlendirmiştir.
Bu eğilim, kültürleri de aşıyor. Batılılar genellikle hırs ve özgünlük gibi bireysel özelliklerde kendilerini abartırken, Doğu Asyalılar sadakat ve saygı gibi topluluk temelli erdemlerde aynı şeyi yapar. Başka bir deyişle, toplumumuzun değer verdiği niteliklerde kendimizi olduğumuzdan üstün görme eğilimindeyiz.
Özgür ifade ile ilgili tartışmalar açısından önemli olan, insanların ahlaki meseleler gibi belirsiz veya doğrulanması zor olan alanlarda kendilerini abartma olasılıklarının, matematik becerileri gibi kolayca doğrulanabilen özelliklerde olduğundan daha yüksek olmasıdır. Hiçbir zaman matematik testinde başarılı olmamış birinin kendisini iyi bir matematikçi olduğuna kendini inandırması zordur; ama iyi bir insan olduğuna kendisini ikna daha kolaydır.
Peki, kendi kendimizi aldatma eğilimimiz nereden geliyor? Bazı evrimci psikologlar, bu özelliğin aldatan kişiye önemli faydalar sağlayabilecek bir özellik olarak, başkalarını daha etkili bir şekilde aldatmak için bir araç olarak geliştiğini savunuyorlar. Eğer şüpheli bir iddiaya kendimizi inandırabilirsek, yalan söylediğimizi belli eden tereddüt ya da gerginlik gibi belirtiler göstermez, daha inandırıcı oluruz. Ürününün iyi olduğuna gerçekten inanan bir satıcı (ürün vasat bile olsa) daha ikna edici olur. Politikasının doğru olduğuna inanan bir siyasetçi daha samimi görünür. İkisi de özgüvenli görünür ve özgüvenli insanlara, özgüveni eksik görünenlere kıyasla daha çok inanılır. Mark Twain’in dediği gibi: “Bir insan kendini kandıramıyorsa, başkalarını kandırma şansı da düşüktür.”
Kendi kendini kandırma aynı zamanda bir diğer uyumlu ve değerli özellik olan iyimserliği de besler. Zorlu sorunların üstesinden gelebileceklerine kendilerini inandıran insanlar, başkalarına bu zorlukların yönetilebilir olduğunu gösterirler ve bu da görenleri motive eder. İyimserler daha uzun süre direnç gösterirler ve daha iyi performans gösterme eğilimindedirler, bu da onların hayatta daha başarılı olma şanslarını artırır. Ronald Reagan ve Barack Obama arasında pek ortak nokta olmasa da, ikisi de başkalarını iyimser hissettirme yeteneğine sahipti. Ve insanlar onlara yöneliyordu. (Okurlar, 2008’de kalabalıkların nasıl “Evet Yapabiliriz” diye bağırdıklarını hatırlayabilir.)
Kendini kandırmak bilişsel olarak da etkilidir. Filozof Daniel Statman, bilinçli kandırmanın yani farkında olarak yalan söylemenin “yorucu bir iş” olduğunu belirtmiştir. Gerçeği bilirken bilinçli olarak bir yalanı sürdürmek, casusların sahip olmak zorunda oldukları karmaşık eğitime ve süreçleri yönetme becerilerine ihtiyaç duyan sürekli bir zihinsel denge gerektirir. Oysa hikâyenin en azından bir kısmına gerçekten inanan kişi rahatlar; hem gerçeği hem yalanı aynı anda taşımak zorunda kalmaz. Ayrıca, tıpkı oyuncular gibi, gerçekten “rolümüze büründüğümüzde” ve benimsediğimiz değerleri en azından kısmen içselleştirdiğimizde daha ikna edici oluyoruz. Donald Trump’ın çelişkili ifadeleri bu kadar kolaylıkla söyleyebilmesinin nedeni de budur. Söylediği şeye söylediği anda kendini inandırma yeteneği geliştirmiştir. Bu nedenle samimi bir izlenim bırakıyor.
Bazı psikologlar ise kendi kendini kandırmayı manipülasyon aracı olarak değil, korku, acı ve kayba karşı bir kalkan gibi bir tür psikolojik savunma mekanizması olarak görür. Aldatıldığını görmezden gelen eş, “istediğim zaman bırakırım” diyen bağımlı, iyileşeceğine inanan ölümcül hasta. Tüm bunlar, kendi kendini kandırmanın gündelik yaşamda ne kadar yaygın ve bazen gerekli olduğunu gösterir. Bir miktar kendi kendini kandırma olmadan hayat katlanılmaz olurdu.
Kökeni ne olursa olsun, kendi kendini kandırma bilgi işleme biçimimizi derinden etkiler. Örneğin, bir bilginin hoşumuza gidip gitmemesine bağlı olarak farklı düzeylerde kanıt talep ederiz. Kötü haberler veya kimliğimizi ya da dünya görüşümüzü tehdit eden iddialar için ezici kanıtlar talep ediyoruz, iyi haberler için ise en zayıf kanıtları kabul ediyoruz. Birisi bizim milletimizi veya topluluğumuzu yaratıcı ve çalışkan olarak övüyorsa, başımızı sallıyoruz; birisi tembel ve sahtekâr diyorsa, bunu genelleyici bir klişe olarak kınıyoruz. Her iki durumda da kalıp yargı söz konusudur, ama yalnızca olumsuz olanları reddederiz.
Siyasette de durum aynı. Muhafazakârlar, kendi tarafları iktidardayken ifade özgürlüğünde bir sorun olduğuna dair kesin kanıtlar talep ederken, ilerlemeciler kanıt çıtasını çok daha aşağıya çekiyor. Benzer şekilde, ilerlemeciler bir beyazın ırkçı olduğuna inanmak için az, bir siyahın ırkçı olduğuna inanmak için çok daha fazla kanıt ister.
Bir keresinde Britanya sömürgeciliği üzerine bir tartışmaya katılmıştım. Beyaz bir ilerici akademisyenle konuşurken, Nijerya yöneticilerinin bağımsızlıktan bu yana yaklaşık 600 milyar doları zimmetlerine geçirdiği tahminini paylaştım. “Bu, Britanyalıların sömürge döneminde Nijerya’dan çektiğinden muhtemelen daha fazladır,” dedim, yarı şaka olarak.
“Hiç sanmam,” diye hemen yanıtladı.Benden rakamın güvenilirliği hakkında kanıt sormasını ya da Britanya’nın ne kadar sömürdüğüne dair veriler sunmasını bekledim ama konuyu hızla değiştirdi. Afrikalı yöneticilerin halklarını Avrupalı sömürgecilerden çok daha sert bir şekilde sömürebileceği fikri, onun dünya görüşüne göre ciddi olarak düşünülemeyecek kadar iğrenç bir olasılıktı. Bunun imkânsız olduğundan emindi. Kendini kandırma süreci işte böyle işler; kendimize bilinçli olarak yalan söylemekten ziyade, gerçeklere çok dikkatli bakmayız. Böylece hem benlik imajımızı hem de siyasi kimliğimizi korur, hâlâ “rasyonel” olduğumuza inanırız.
Bu nedenle bugün birçok muhafazakâr, ABD’de ve başka yerlerde, Trump yönetiminin ifade özgürlüğünü kısıtlama girişimlerine yakından bakmayı reddediyor. İlerlemecilerin itirazları, Donald Trump Jr.’ın artık “Sonuç Kültürü” olarak tanımladığı şeye karşı histeri veya rahatsızlık olarak nitelendirilerek geçiştiriliyor. Oysa bu tarz, eskiden tam da ilerlemecilerin sansürcülüğü haklı çıkarmak için kullandıkları mantığın aynısı. İptal kültürü suçlamaları da o zaman “adalet isteyenleri tehdit eden beyaz erkeklerin histerisi” olarak görülüyordu. Alexandria Ocasio-Cortez’in 2020’de söylediği gibi: “‘boykot kültürü’ terimi hak sahibi olma duygusundan gelir… Büyük olasılıkla aslında boykot edilmiyorsunuzdur, sadece size meydan okunuyordur, sorumlu tutuluyorsunuzdur veya sevilmiyorsunuzdur.”
Tüm bunları fark etmek bizi umutsuz değil, alçakgönüllü yapmalı. Ve belki de umutlu. Çok az insan bilinçli olarak ideallerine ihanet eder; gerçek ikiyüzlüler nadirdir. İnsanlar çoğu zaman değişen koşullara göre ideallerini yeniden yorumlar. Dolayısıyla, ifade özgürlüğüne ilişkin görülen çelişkiler yalnızca ikiyüzlülük veya güç oyunları meselesi değil, aynı zamanda kabilemizi ve kişisel çıkarlarımızı savunurken bile kendimizi ahlaki olarak görmemiz şeklindeki daha derin bir insan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.
Ve işte tam da bu yüzden ifade özgürlüğü önemlidir. O sadece bir siyasi hak değil, aynı zamanda bir aynadır: çarpıtmalarımızı gösteren bir ayna. Açık tartışma, toplumları hikâyelerini gerçeklikle sınamaya, bireyleri de kendi kör noktalarıyla yüzleşmeye zorlar. Ancak bir ayna, ancak içine bakmaya cesaret ettiğimizde işe yarar.
Bugün ifade özgürlüğüne yönelik en büyük tehdit yalnızca sansür değil, kendi kendimizi denetleme isteğimizin azalmasıdır. Özgür ifadeyi savunmak, onunla birlikte gelen rahatsızlığı savunmak anlamına gelir; karşıtlarımızın haklı, bizimse haksız olma ihtimalini. Ve bu dünyanın sonu değildir. Sadece düşmanlarımızın değil, kendi amaçlarımızı da sorgulamayı öğrenebilirsek, çoğumuzun hâlâ özlemini çektiği dürüstlüğü ve özgürlüğü koruyabiliriz.
Remi Adekoya, York Üniversitesi’nde siyaset dersleri vermektedir.
Kaynak: https://www.persuasion.community/p/politics-as-self-deception
